gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini. Kocaman dalga dalga bulutlar yere o kadar yakın duruyorlar ki, insanın kement atıp birini tutası geliyor.- ister başının altına yastık yap ister midene indir. Bir tabak bol sulu fasülyeyi kocaman bir parça bulut etiyle götür, sonra da biraz kestirmek üzere uzan. Ne hayat ama! (hayalperestler- Patti Smith)
Böylece 4. Geleneksel Drifter Ödül Töreninin de sonuna geldik; 2019'u da devirdik arkadaşlar. Yeni yılda görüşmek üzere, herkese harika bir yılbaşı gecesi ve en süperinden bir yeni yıl sabahı diliyorum.
Bu da drifter'in new years eve party essential playlisti
Buyrun afiyetle 🍾🍸🍷🍹🎆🎇🎉🎉🎊💖❤️💜💛💙🎷🎤🎹🎼💃✌🏻️🎶😍
Bu yılın filmi Joker tabiki
Zaten onu seçmesem Maria canıma okur! Bi ağladı bi ağladı sinemada görseniz...çok seviyo jaquin phoenix'i.
Yalnız arkadaşlar ben Marriage Story'i de çok beğendim. Herkes sever mi bilemem ama ben Scarlet'e hayran kaldım, ağzım açık seyrettim. Seyrederseniz çok farklı bir scarlet bulacaksınız ama bazı sahnelerde ağzım açık kaldı oyunculuğuna. Adam Driver'a diyecek birşey bulamıyorum zaten. Hayır bir de son derece distinctive bir fiziği var; bu adamı başka bir rolde hayal edemem diyorsunuz her seyrettiğiniz rolü için her seferinde sizi şaşırtmayı başarıyor. Yetenek böyle bir şey. Bir sonraki rolünü merakla bekliyorum.
Son olarak eklemeden geçemeyeceğim; woody allen artık film çekmese mi? Yeter bence!
Bu yıl bir dergide Kate Chopin'in bir şiirine rastladım. Aslında şairliğiyle ünlü biri değil Kate Chopin malum ama bu şiiri çok hoşuma gitti. Sade ve derin. Çok samimi.
(Çeviriyi yaparken 'by the way' le oynadığı küçük oyunu görmezden gelmemeye hatta ortaya çıkartmaya çalıştım onun için bi tuhaf gelebilir ilk dörtlük.)
Let the Night Go
The night is gone , the year and yesterday;
the dozen little hours i had stole
and hid within the shadow of my soul
to play with by the way
Let the night go! the year and yesterday!
I've kept one little hour from the past;
a pretty thing -a bauble to hold fast
and play with - by the way.
Bırak Geceyi Gitsin
Geçti o gece, o sene
ve dahi
dün;
Ama bu arada
Bir düzine küçük saati çalıp sakladım
ruhumun gölgesine
oyalanayım diye
Bırak gitsin
gece, ve yıl ve dahi dün
Ben ayırdım kendime
Geçmişten bir saatçik.
Tatlı bir boncuk
Tutmak için sıkıca
Tam oynuncak
Yol boyunca.
Bu yıl pek güzel okudum yine... Anais Nin okudum, günlükler günlükler.... George perec okudum, lichtenberg okudum, Saul Below'un Herzog'unu okudum.
Saul Below
Sonra elime Mary McAuluff diye bir tarihçinin yazdığı iki ciltlik bel epoque tarihi elime geçti.
Biri twilight biri dawn of the bel epoque. Paris'in tüm bohem-sanat camiası hikayeleri mevcut içinde. Tam benlik hala okuyorum.
Bir diğer enteresan kitap elime geçen
Seinfeld and philosophy : a book about everything and nothing
İlginçti.
Zizek şakaları
Süperdi. Kendisinin hastasıyız zaten.
Sumana Roy 'dan How I Become a Tree.
Bakın bu çok enteresan bir kitap gerçekten. Keşke Türkçe'ye çevrilse de daha çok insana ulaşsa. Anı, doğa bilimleri, botanik özellikle, tarih sanat edebiyat tarihi hepsi iç içe geçmiş enteresan bir roman. Narin bir dille yazılmış. Yazar hindistanın sub-himalayan bengal diye bir kasabasından.
Fakat Drifter 2019 yılın kitabı ödülü Robert Walser'in Gezinti'sine gidiyor. Biliyorum kitap eski ama ben yeni okudum. Geç olsun da güç olmasın.
(Bu arada Etgar Keret'in fly already kitabını aldım. Henüz okumadım. Okusam belki yılın ödülünü ona verirdim. Özellikle okumadım. )
Yılın dumuru tabiki buzul erimesiyle oluşmuş 12000 yıllık doğal gölün iki süper zeka içinde hazine olduğunu varsaydı diye devlet eliyle kurutulması.
Ama Trump'ın Basına sızan mektubu da az dumur bir olay değildi yani. Hani koskoca TC Cumhurbaşkanına "dont be a fool"diye başlayıp, "i will call you later" diye bitirdiği mektup. Ben zaytung haberi filan sandım ilk önce, yine de sinirim bozulduydu, gerçek olduğunu öğrendiğimde tarifsiz duygular içindeydim.
Handmaids Tale ve Mr Robot görülesi diziler onu belirteyim.
Ingiliz yapımı Flea Bag
benim için izlemesi çok keyifliydi.
La casa de papel'e çekilen sezon 3 de süper tabi. Her ne kadar ' Berlin öldü daa da seyretmem ben o diziyi' diye trip atmış olsam da seyrettim tabi ki, ayrıca benim gönlümü almak için flashbackle geri getirmisler Berlin'ciğimi. Çok güzel şarkı da söylüyor bak burda ;
Amaaa!!!!
Bu yıl Drifter 2019 yılın dizisi ödülüm The Affair'in final sezonuna gidiyor! Çok çok iyi bir kapanış yaptı dizi. Hikaye de oyunculuk da müthişti. Final sezonu, ilk sezonuyla kapışan çok az dizi vardır belki de yoktur. Çok takdir ettim.
Bu yıl John KoenigDictionary of Obscure Sorrows yani Tarifsiz kederler Sözlüğünü hayata geçirdi. Ben de şurada iftiharla sundum hatırlarsanız :
https://justdriftingaround.blogspot.com/2019/05/drifter-iftiharla-sunar-tarifsiz.html
Drifter Awards 2019 Yılın Kelimesi; des vu : bu anın sonunda bir anıya dönüşeceğinin farkında olma durumu.
Andy Warhol'un hamburger yediği Burger King reklamını gördunuz mü? 1982'de çekilmiş. Epey creepy!
Samsung galaxy de güzeldi.
scrabble reklamları çok başarılıydı, şurada:
https://justdriftingaround.blogspot.com/2019/04/drifters-pick-scrabble-reklamlarna.html
ama !!!!! Drifter Awards 2019 yılın en super reklamı ödülü, her nekadar alınabilir bir ürün olmasada, Hermes çantacısına gidiyor.
tuhaf tabi bir çantaya o kadar para verecek insan evladı bu reklamdan ne anlayacak o da ayrı konu. neyse!
Bu yıl biraz geç kalmış olsam da yollarını gözlediğiniz 4. Geleneksel
Drifter Ödüllerini açıklamaya başlıyorum. Bu yıl ki kategorilerimiz şöyle:
Yılın en süper reklamı
yılın kısası
yılın animasyonu
yılın dumuru
yılın kitabı
yılın karikatürü
yılın dizisi
yılın filmi
Mabelard Şiir ödülü
yılın sergisi
yılın videoklibi
yılın en super tasarımı
yılın sanatçısı
yılın golü
Yılın en güzel müzikleri
Bu maratonun kaplumbağası olsam da finish çizgisini gördüm ya... bu da birşeydir!
Geldik Romantik maratonumuzun son drifter's pick filmine... Yani Grease'e. Öncelikle kabul edelim Grease bir kız filmidir. Hiç bir erkeğin bu filmden bir kız kadar zevk alabileceğine inanmıyorum.
Grease'i seçmemin sebebi ilk aşk hikayem olduğu içindir. (Uuuuuuuu!!!!)
evet arkadaşlar büyük itiraf ediyorum; Danny Zuko ilk aşkımdır. Uzunca bir süre onu arayıp durdum. bütün lise yıllarımda, belki üniversitenin de bir bolümünde; düne kadar dermişim :)) şaka şaka sulandırıyorum. Ama onun yüzünden uzunca bir süre, 'ben kimselere aşık olamayacağım herhalde' diye düşündüğüm doğrudur.
Maria'ya sordum bir kaç gün önce. Hatırlıyor musun Grease' ilk seyrettiğin zamanı diye?
'tarih, gün, saat verebilirim' dedi.
'sen de mi?' dedim.
bu bana şunu düşündürttü:
Bizim kuşak kadınları için Grease filmden öte kendisiyle ilgili bir anı galiba.
onun için ben size kendi anımı anlatacağım;
12 veya 13 yaşlarında olmalıyım, haftasonu için amcamlardayım. sıkıntıdan patlıyorum. (Çocukken hiç sevmezdim kendi evimden başka yerde kalmayı, arkadaşlarımın evinde kalayım diye hiç yalvardığımı hatırlamıyorum. Annem zorla itelerdi, tek çocugum zaten, antisosyal olmayayım diye zaar.) kuzenim benden bir kaç yaş küçük. Pek ilgimi çekmiyor odası, oyuncakları filan. Zaten ben hazırlıktayım, ingilizce öğreniyorum ki, onunla ortak hiç bir mevzum olamaz peh!!! (nasıl zalimce tepeden baktıysam artık ukte yaptı demek ki o zamanlar ; büyüyünce gitti Amerikalı bi adamla evlendi, şimdi orada yaşıyor :D)
Neyse, kaderin cilvesi televizyon açık, film başladı.
ilk görüşte aşk mıydı hatırlamıyorum. Hangi sahnesinde aşka düşmüştüm bilmiyorum. Tek bildiğim film bittiğinde başka hiç bir şey düşünemiyordum. Film beni hipnotize etmişti. Rüyada gibiydim ve uyanmak istemiyordum. Ağlayasım vardı gibi, bir daha ne zaman görebileceğim meçhul, ne yaşamıştım ben?...
sürekli seyrettiğim sahneleri düşünüyordum, 'you're the one that i want'i söylediklerinde kendimden geçtiğim için sadece 'u u u' kısmını aklımda tutabilmiştim ama son parçayı unutmamak için surekli Çen çen çegini çençibab thats the way it şubeee kısmını içimden tekrarlayıp duruyordum. uyduraraktan tabi. uydurukça da olsa şarkının nakarat melodisini ezberlemiştim. Böylece babama sorabildim.
Çen çen şarkısını biliyor musun?
Çünkü babam kahramanım. Annemle evlenmeden önce ankarada djlik yapmış, batı müziği hastası bi
tip; bilebilir yani.
yine de umudum az.
Dönem, laura brinigan donemi. madonna, sandra, samantha fox ...bu!
'Çen çen' diyorum.
'bilmiyorum öylee bir şarkı, kim söylüyor?' diyor.
- filmde duydum çok güzel şarkı hadi baba, sen mutlaka biliyorsundur!!!!
melodiyi mırıldanıyorum, kelimeleri düşünmeden papağan gibi, kulağımda kalan sesleri tekrar ediyorum.
- hem dans da ediyorlar, bak! ellerini böyle böyle yapıyorlar... (elllerimle buggie woggie figurleri yapmaya çalışıyorum; o zaman onun bugi wugi dansi oldugunu bilmiyorum tabi.)
babam gülmeye başlıyor. Komiğim çünkü.
"Hadi hadi, git odanı topla; annen sabah söyleniyordu" diyor.
kös kös odama gidiyorum.
moralim sıfır.
Günlüğüme filan yazıcam, sahneleri vs. hatırlayabildiğim kadarını...
isimleri hatırlamaya çalışıyorum; Danny, Sandy, frençi tamam, rizzo'yu ve sevgilisini hatırlayamıyorum bir türlü. oysa o karaktere bayılmıştım,
kıyafetlerine,sesine filan...
işte tam bunları düşüne-yazarken; salondan bir gümbürtüyle frankie valli'nin o funk introsu yükseliyor. Daaaaaaaaa darada darada darada darada da......sonra o funk gitar rifi giriyor.
O anı, hissettiğm heyecanı, sevinci asla unutamam.
Şu an bile tüylerim diken diken diyebilirim.
Babam, alaaddinin cini gibi!
salona koşuyorum, annem de mutfaktan fırlamış, ne oluyor diye.
Şok geçiriyorum resmen.
AKAI marka Analog Makara teybi var babamın, kutusundan çok nadir çıkarttığı. Koleksiyonunun bir parçası çünkü. Ben çok daha küçükken 3-4 yaşlarındayken sık sık sesimi kaydettiği, şarkı söyletip ‘kuzunun biri su içiyormuş pırıl pırıl dereden’ gibi şiir filan okuttuğu; kendilerince yarım yamalak turkçemle dalga geçip eğlendikleri bir antika alet bana göre. Eve Yeni muzik seti gelip anfiye baglandığında gözden düşmüş; büfenin üst rafında duran, eski günleri yadetmeye yarayan bir koleksiyon parçası. Muzik sever bir misafir geldiğinde, babam illa o quadrofonik vivaldi dört mevsim makarasını çıkarır, misafiri 4 hoparlorün tam ortasına oturtur; zavallı misafirin her hoparloörden ayrı bir enstruman sesi duymak suretiyle muazzam bir deneyim yasayıp keyiften dört köşe olmasını beklerdi. Ne yazık ki çok az insan onu anlayabilirdi.
Işte bu mucize alet o gün bana Grease soundtrackini çalıyordu ve ben o gün 12 veya 13 yaşımda ex kafası yaşıyor; frankie valli'yle kopuyordum. (o gün onun frankie valli oldugunu bilmiyordum tabi John Travolta söylüyor bütün parçaları sanıyordum.)
o gün o soundtrack'i bizimkilerin sabrını taşırana kadar dinledim sanırım. Muhtemelen bir süre sonra odama gönderilmişimdir.
Yani benim ilk aşkım Grease'dir. Dolayısıyla romantizm benim icin müziktir. Aşk müzikle yapılır, müzik aşkla filan... biri olmadan diğeri olamaz.
teenager’lığım üstünde bilinç altı bilinç üstü , her türlü etkiyi yapmıştır. Sevgili dediğin dans edip, duet yapabilen, araba tamir edebilen, serseri ama iyi kapli olacak. Bu kriterlere uymadığı için çok çıkma teklifi reddetmişliğim vardır.
müzik zevkim üstünde keza. O soundtracki yüzlerce defa dinlemişimdir, her bir parçayı ezbere bilirim. Lise kankam Begüm'le evde filmi sahne sahne oynamışlığımız vardır; Summer Lovin duetini
söyleyip bilimum kasetlere çekmişizdir. Kavga çıkmasın diye bir bölümünde o Danny kısımlarını
söylemiştir diğer bölümünde ben.)
Grease'i bir kez daha izleyip o günleri yad etmek gerçekten güzel oldu. Ama bugün başka bir gözle bakıyorum tabi.
Hatırladığıdan daha az masum bir film. Sandy ve diğerleri arasındaki sosyal sınıf farkı şimdi dikkatimi çekiyor. Problem Sandy'nin sarışınlığı değil, diğerlerine göre daha Amerikan amerikan bir aileden gelmesi. Zuko, knickie, rizzo, frenchie, dans yarışmasındaki latino afet, hepsi aslında göçmen ailelerin çocukları. T-birds ve Pink Lady's gruplaşması bir komplex kalkanı.
bir diğer önemli detay filmin 1975 de çekilmiş, 1958 yılının gençliğini resmeden bir film olması. Kızların aklı dansta, partide; oğlanların aklı cinsellikte haliyle. Bu anlamda epey gerçekçi ve epey açık saçık bir film. Bu seyrettiğimde şöyle bir replik yakaladım çok güldüm.
yani demek istediğim oldukça direkt ama masum bir açık saçıklığı var filmin.
Bugün baktığımda oyunculuk anlamında Rizzo'yu canlandıran Stockard Channing ve Frenchie'yi canlandıran Didi Conn'u hala çok başarılı buluyorum.
O zaman opening credits videosundaki binlerce kez dinlemiş olmama rağmen, hala bayıla bayıla dinlediğim 'Grease is the word' parçasıyla maratona noktayı koyalım.
Etgar Keret'in Kneller's Happy Campers (Kneller'in Mutlu Kampı) Tanrı Olmak İsteyen Otobüs
Şoförü kitabının kapanış öyküsu. Bilek kesenler de bu öykünün filmi, ama bence bir bağlantı kurmaya çalışmadan izlemelisiniz. (tabi öyküyü okumuş olanlar için söylüyorum; okumayanlar da okuyacaklarsa, filmden bağımsız düşünerek okusunlar bence.)
Baştan sulandıracağım bu kez kusura bakmayın; öyküyü okuduğumda da, filmi seyrettiğimde de dedim ki kendi kendime, bir gün olur da 'Etgar Keret intihar etti' filan diye bir haber okursam asla inanmam.
Hayatın içindeki acılara; umutsuzluklara; tuhaflıklara iştahlı bir ilgiyle hatta bazen öykünmeyle bakan birisi çünkü Etgar Keret. Onun için bunlar, deneyimin bir parçası ve aslolan da deneyim. Onun için seviyoruz kendisini; Avi pardo'yu da...
gelelim filme;
(bi kere Tom Waits'in dead and lovely'si çalmaya başlıyor daha ilk sahneden bu bile filmi seyretmek için yeterli bir gerekçe. )
Diyelim ki hayatınızın anlamı olduğunu düşündüğünüz insan bir gün hayatınızdan çıkmaya karar veriyor. Sizi yalnız; hayatınızı anlamsız bırakıyor diyelim. Fazla yalnız ve anlamsız hissedince, siz de hayatınızdan çıkmaya karar verdiniz. Gittiğiniz yerin nasıl bir yer olacacağını bir düşünün bakalım.
Esas oğlan Zia (filmdeki adı bu) Desree'den ayrılmanın hayatında yarattığı boşluk duygusuyla başedemediğini düşündüğü bir anında karar verir ve bileklerini keser. Tekrar gözlerini açtığında ölüdür ve kendisi gibi intihar eden diğer tuhaf ötesi insanlarla birlikte dünyanın hemen hemen aynısı bir paralel dünyada bulur kendini. Her şey aynıdır sadece renksiz bir dünyadır bilek kesenlerin dünyası; insanların yüzleri ifadesiz ve donuk; gökyüzü yıldızsız, yeryüzü ağaçsız, çiçekler renksizdir filan.
Tam intihar ettiğine pişman olmak üzereyken Desree'nin de intihar edip bilek kesenler dünyasına geldiğini öğrenir ve onu aramak icin yola çıkar. Bundan sonrası tatlı bir yol ve aşk hikayesi; yolda TomWaits 'e (Kneller) rastlarlar filan....
Bilekkesenler; Bir Aşk Hikayesi'ni Romantik Maratonun bir parçası yapmamın sebebi aşkın ve aşksızlığın, içinde yaşadığımız dünyayı algılayışımızdaki etkisi üzerinde durması. Aşkı kaybetmek; dahası umudu
kaybetmek; bir daha aşık olamayacağını düşünmek; asla öyle hissedemeyeceğini kabullenmek... kendini renksiz, soluk, heyecansız, anlamsız bir dünyaya hapsetmek gibi birşey olsa gerek diyor film özetle... Bunu tatlı bir yol hikayesiyle anlatıyor.
şöyle diyaloglar filan:
Zia:
You remember the other day when you
were talking about missing things from life and how you wanted to go
back and I told you I didn't miss anything?
Mikal:
Yeah.
Zia:
Well... When I'm here, with you, I kind of miss myself, the way I used to be.
Mikal:
What were you like?
Zia:
I was happy at a time...
ayrıca Keret'in öyküsünden farklı bir sonla kapanıyor mevzu.
Böylece geldik Maratonun son filmine yani Grease'e....
'Onunla evlenerek Tony Takitani hayatının yalnızlık dönemini kapatıyordu. Sabahları uyandığında ilk işi onu aramaktı; onu yanında uyurken bulduğundaysa hissettiği, rahatlama duygusuydu. Eğer yanında değilse huzursuzlanıyor kalkıp evin içinde onu arıyordu. Yalnız hissetmemekle ilgili ona tuhaf gelen birşeyler vardı. yalnız olmayı sonlandırdığı gerçeği, tekrar yalnız kalabilme olasılığının sebep olduğu bir korkuyu tetikliyordu’ [Haruki Murakami] “By marrying her, Tony Takitani brought the lonely period of his life to an end. When he awoke in the morning, the first thing he did was look for her. When he found her sleeping next to him, he felt relief. When she wasn't there, hefelt anxious and searched the house for her. There was something odd for him about not feeling lonely. The very fact that he had ceased to be lonely caused him to fear the possibility of becoming lonely again.” Murakami’nin ayni isimli öyküsünden beyazperdeye uyarlanmış film 'görsel bir şiir’ diye ifade edildi pek çok film eleştirmeni tarafından. Katılıyorum. Jun Ichikawa sofistike zevkleri olan sinema seyircisinin önüne bir kup limonlu dondurma koyuyor sanki. Minimal fotoğraf ilginizi çekiyorsa bu filmden hiç sıkılmayacaksınız, hayran hayran bakacaksınız. Aksi durumda biraz baygın (bir arkadaşımın bizzat yorumu böyleydi) gelebilir. zira şöyle fotoğraflar göreceksiniz film süresince... (son zamanlarda benim de takıntım minimal fotoğrafları layklamak. Kendimi alamıyorum Instagram’a teslim olmamı sağlayan da minimal fotoğrafçılık itiraf ediyorum. Neyse sulandırmayalım.)
gibi...
Hoşuma giden bir diğer şey de sayfa çevirme efekti yaratan çok yumuşak sahne geçişleri. Gerçekten ara ara, 'kitap mı okuyorum film mi seyrediyorum belli değil' diyor insan.
Gelelim mevzuya;
Toni Takitani, annesi o bebekken vefat etmiş, babası ise bir jazz müzisyeni olduğu için sürekli turnede; bu sebeple yalnızlık küçüklüğünden beri tam içine işlemiş olan bir insandır. Çizim yeteneği olduğundan dışavurumu resimle olsun istemiştir vefekat çizdiklerinde duygu eksikliğine karşı şekli doğruluk öne çıkınca illustrator olmaya yönelmiştir. Boylece zaman gecmis, Tony Takitani, orta yaşlı, münzevi bir grafik tasarımcı olarak takılmaktadır.
Bir gün ofiste bir sekreter alımı görüşmesinde adaylardan birine karşı birşeyler hisseder. Önce karar veremese de, kız ise başladıktan bir sure sonra ona aşık oldugunu fark eder ve ona evlenme teklif eder. Bu kız kendisinden epey genç , kendisi kadar yalnız ve bir o kadar da ilginç biridir. İlginçliği takıntısından gelmektedir. Kızda giyim takıntısı vardır. Dolayısıyla da alışveriş manyağıdır.
Murakami, kızın takıntısının onun kişiliğinin belirleyici özelliği olduğu konusunda net; oyunun kahramanı Tony ise bir ikilem yaşıyor. oraya sonra gelelim.
Ana mevzu; bir yalnız bir yalnızla artık yalnız olmamaya karar verirse bunu ne kadar başarabilir?
alt sorunsallar:
- kişinin sanatı tiryakiliği olabilir mi? bu engellenmeli midir?
- ‘tekrar yalnız kalma korkusundansa yalnızlık yeğdir' midir?
son bir alıntıyla noktayı koyalım. Each memory was now the shadow of a shadow of a shadow. 'Her hatıra şimdi gölgenin gölgesinin gölgesiydi.'
Kim Ki Duk’u bi yakalasam bi yerlerde, soru manyağı yapacağım vallahi. o kadar bissürü soru sorucam ki bu filmle ilgili, gidip estetik ameliyatla yüzünü gözünü değiştiresi gelecek tanınmamak için o derece.
hayır bu kadar derin ve de muhteşem bir mevzuyu nasıl bu kadar berbat bir senaryo ile çektin biiir; bu oyuncuları çok aradın mı iki !!!
bu filmi yeniden seyretmek bana ilk izlediğim seferdeki kadar karın ağrısı geldi onu belirteyim.
ancak dediğim gibi filmin sorunsalı çok cekici. keşke daha iyi sorulsaymış.
sorunsala gelmeden önce filmden biraz bahsedeyim.
---
Esas hanım kızımız, uzatmalı sevgilisi Ji wOO’nun, kendisine olan ilgisinin azaldığını düşünmektedir. Düşünmekle kalmayıp, olur olmaz yerlerde sinir krizleri geçirerekten, esas oğlan (demeye bin şahit ister kanımca) Ji woo’ya tam bir azap olmaya başlamıştır. Sevgilisini başka bir kadına kaptıracağı kaygısı tüm kimyasını bozmaktadır. Ji wh00 ise tam bi hödüktür. Kızın tımaraneye 5 kala olduğunun farkında değildir olana bitene maruz kalmaktadır. Ayrıca kiz da pek haksiz degildir keza Jiwo’nun gözü de göz değildir; bi fırsatını bulsa... neyssse...
(simdi bu nokta da sormak istiyorum Kim Ki Duk’cuğum: niye bu kadar hödük olmak zorunda esas oğlan karakter? gerek yok ki! esas hanım kızımızın deliliği’ne odaklanmamız gerekirken esas oğlanın filmin başındaki halleri nedir allasen? kim ki duk cevap verir: - e iste oğlanın hödüklüğü kızı delirten. drifter atılır: - ne münasebet canım, kızı delirten aşk hali olmalıydı, aşkın nesnesi değil ki sen hiç anlamamışsınız mevzuyu )
kız kaygı bozukluğunun nirvanasına erişip kafayı çizdikten sonra kendini bir estetik kliniğine atar ve
fiziksel görünüşünü tümüyle değiştirmek istediğini söyler. Doktor orada, bunu iki kolundan tutup akıl hastanesine götüreceğine, kanlı bir ameliyat videosu izletir falan filan.
ilahi kim ki duk!
Kız klinikten bambaşka , yabancı bir kadın olarak çıkar. Ameliyat izleri iyileşip Tamamen doğal bir görünüme kavuşur kavuşmaz da gider sevgilisini bulur. Bu arada Ji woo onun yokluğunda yalnızlık basına vurmuş, şahken şahbaz olmuş; hödüklükte zirve yapmıştır. Ancak bu esnada kendisini terkettiğini düşündüğü sevgilisine çok aşık olduğunu farketmiştir. Ji woo penceresinden bakarsanız aşıkken terk edilmiştir, kafası bozuktur bu duruma.
esas kızımız başka bir kız olarak Ji woo’yla bir ilişkiye başlar. Ji woo yeni sevgilisine açık açık eski sevgilisine aşık oldugunu, ama onun tarafından anlamsızca terk edildiğini söyler. (hödük diyorum inanmıyorsunuz :) Bu ş mdi yeni sevgili olan eski sevgili esas hanım kızımızın kafasını yine bulandırır; kız yine su kaynatmaya başlar. bu sefer de yeni kendisini eski kendisinden kıskanır filan...
filmin bundan sonrasını bilmem izler misiniz ama; belki izlersiniz diye anlatmayayım. Sulandırmamak icin zor tutuyorum zaten...
Neyse arkadaşlar filmin bir kaç tane birden sorunsalı var ama ilki ve temel olanı 'biz aslında neye aşık oluruz?’; 'arzu nesnemizin görüntüsü duygu durumumuzda ne kadar etkilidir?’
aslında kim ki duk, benim burada gömdüğüm kadar kötü bir film çekmemiş tabiiki... melodram olsun istemiş; naturel ironi de olsun demiş; metaforik öğeler içerse fena mı olur diye düşünmüş;
e tabi sonuç itibariyle kompakt bir film olmamış. Dağınık yani.
metaforlar havalarda uçuşuyor, yakalayabilirsen ne ala...
sanki 'fill in the blanks’
mesela filmin adı ‘zaman'
aşk üzerinde tam bir ikilem yaratıyor.
iliskiyi eskiterek yıpratıyor aynı zamanda iki insan arasındaki yaşanmışlıkları biriktirerek bağı güçlendiriyor.
insanı yaşlandırarak arzu nesnesi olmaktan çıkartıyor, aynı zamanda olgunlaştırarak bilgeleştiriyor.
herşey bir trade off yani.
Bir sonraki filmimiz yine uzak doğu sineması ama bu kez şiir gibi çekilmiş bir film. Toni Takitani.