alternatif gezi notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
alternatif gezi notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Eylül 2018 Pazar

Bahçeler, kediler ve başka bisürü şey!


Nereye varacağı belli olmayan bir patikanın ortasında bir kadın. Mevsim bahar, doğa renk cümbüşü... aksine siyahlar içindeki bu kadının bir elinde kağıt, bir elinde kalem. Kalem tutan eli havada ve bilinmeyen bir yere bakıyor; sanki yabani çiçeklerin bittiği kara ormana doğru... ilhamı orada bulacağını düşünür gibi...hatta sanki bulmuş gibi... Ve tabi çeşme ayrıntısı. Kadını yolundan çeviren asıl unsur.  'water of life/hayat suyu' Insanoglunun hayatta kalma , yaşama arzusunu sembolize eden Farsi kökenli -Rumi nin en çok kullandığı- meşhur metafor. Çeşmenin aynısının tıpkısı Cau Ferrat müzesinde...

Bu tablo bir Rusiñol arkadaşlar; ismi  'Alegoría de la Poesía' yani 'şiirin alegorisi'

Santiago Rusiñol  Barcelona'lı ressam-şair-ehlikeyif. Katalan modernizm akımının öncülerinden. Genç Pablo'yu en çok etkileyenlerden biri olduğu söyleniyor gerçi Picasso'nun etkilenmediği ressam yok o ayrı. 
Bahçeler, bahçeler... elit kesimden kadınlar (kendi çevresinin insanları... sonuçta hali vakti yerinde bir aileye doğmuş ) güneşli günler... hep pozitif bir sembolizm. Hayat ona güzelmiş gibi görünüyor.
Bir tablosu var yalnız; adı 'morfine' ! Morfin bağımlısı bir kadını yatakta çizmiş gerçekten etkileyici.  

Barcelona'ya 35 km uzaklıkta Sitges kasabasındaki hem evi hem atölyesi olan Cau Ferrat'ı 1893'de 'Güzellik tapınağı' ilan ediyor. 3. Geleneksel Modernizm festivali esnasında şu sözlerle;

 “the harmony the soul seeks so eagerly; it is the beauty the spirit dreams of; it is the perfumed essence that rises up like incense from the very depths of matter and takes the form of a cloud that envelops the heart of man [...] When beauty awakens, it opens the doors of the day; when it falls asleep, it lights up the stars in the sky; when it passes, the clouds know; they follow it majestically to the beyond, to the chariot of dawn or the beautiful farewell of the sunset. When it stops, it spouts poetry and sings random songs. When it dreams, all the poets dream, when it weeps, all souls tremble; and when it prays, man falls silent, the wind falls silent, the voices of the forest fall silent; and the windows to glory half open and the angels kneel"

Şair adam tabi olcak o kadar.
Cau Ferrat 1933'de public museum olarak halka açılıyor.

Sitges kasabası hakkaten şahane bir kasaba; Festivalleriyle ünlü. En önemlisi Film festivaliymiş; ekimde oluyormuş bu yıl kaçırmış oldum.


Nefis bir plajı var; falan, gezilesi bir yer. 

ama asıl Rusiñol ile ilgili başka bir yerden bahsedeceğim ben. Barcelona'ya ayak basıp oraya gitmezseniz hatırım kalır. 

Binsekizyüzlerin sonlarında Barcelona'ya yolu düşüp 'nerededir buranın ehlikeyifleri, yok mudur sohbeti güzel? diye' soran kişiye tarif edilen adres Casa Marti'nin giriş katı 'Els Quatre Gats' cafe, cabaret, bar işte ne derseniz. Barcelona modernista akımının şekillendiği bohem, sanatçı ne kadar ehlikeyif varsa toplanıp yiyip içtiği uğrak noktası. Katalanca '4 kedi' manasında ama bu bir Katalan deyimi. Marjinal, değişik, bohem insanlar için "a few people" manasında kullanılıyor.  Hani biz de deriz ya 'şunun şurasında üç beş kişi' diye... 

Buradaki 4 kedi'den biri Santiago Rusiñol. Oradan bağlanıyoruz. Fikrin hayata geçmesi ve sonrasında da hayatta kalabilmesi için sermayeyi koyanlardan başlıcası.
Fikrin babası ise Pe' Romeu; kafenin sahibi ve Kedilerden ressam, şair, yazar filan olmayan tek kişi. Ama işte fikir öyle güzel ki bir sanat akımının bir şehre doğmasına vesile olmuş.  Zamanında Paris'teki Le Chat Noir'de çalışmış.  Oradaki ortamın kralını yaparım ben Barcelona'da demiş ve Rusinol'la Ramon Casas'ı kafalayıp Meşhur Mimar Cadafalch'ın binasının giriş katına açmış cafeyi.



Duvarında Ramon Casas and Pere Romeu on a Tandem isimli şu resim var.


Sağ köşesinde şöyle açıklıyor: 'bisikleti sırtın dik süremezsin' yani iyi bişey büyük bişey yapmak için biraz farklı bir çaba, biraz ağrıması, geleneğin yıkılması gerekir baabında.

Yıl 1897, cafe açılır açılmaz ilgi odağı oluyor tabi sonuçta Barcelona küçük şehir duyan geliyor. Acayip bir sanat ortamcılığı, o şekil vur patlasın çal patlasın!  yemeklere gelince vasat diyelim ayıp olmasın ama içki kalite. Kimler geliyor kimler geçiyor kimler oturup kalkamıyor aklınız durur. Picasso 17 yaşında takılmaya başlamış mekana öyle diyeyim. sokağın başındaki afişi ona tasarlatmışlar, hala duruyor.  Böyle sürüp gidiyor bir dönem tatlı hayat ama 4 kedinin dördünde de para kazanma kaygısı olmadığından ve aaaa o bizim bilmemkimin kardeşi, aaaaa bu benim atöylede genç asistan parası az, aman Santiago'nun Paris'ten arkadaşı gelmiş yok Ramon bundan hesap almayın dedi derken cafe batıyor tabi...


Bunlar sergiydi, dergiydi biraz birşeyler denkleştirmeye çalışıyorlar ama nafile... o hayata can mı dayanır? Romeu batınca cafe de kapanıyor. Adamcağız tüberkülozdan ölmüş. Rusiñol ardından şöyle dokunaklı birşeler yazmış (yine):

«that picturesque place, full of dreams, which frightened the artisan; those pictures on the walls that the girls of the house could not go to see because they liked them too much; that smoke of pipes that made the parishioners of the house drunk of ideas; friend, who you deserve you it, sleep in peace. You had only made the good, and you do not have sorrow of leaving! Yes, we will miss you, and in you we will miss a period in the one that the fantasy made us live».

Yaa işte böyle. 
sonra İspnya İç savaşı herşey herkes bir yana savruluyor filan...
70'lerin sonlarında üç gastronom girişimci bir araya gelip 4 cats cafe'nin kapılarını yeniden açıyorlar o gün bugündür  aynı adreste bir tarih yatıyor. 


bu da 4 kedi kitabından bir sayfa Romeu'yla ilgili bişeyler anlatıyor herhalde Katalanca.




12 Eylül 2018 Çarşamba

excursionistas; drifter kafası gibi bişey!

'excursionism' diye bir kavram varmış okuyup öğreniyoruz.
insanın yaşadığı coğrafyayı keşfedip, görüp, tanıması; kültürüyle bağlantı kurması için yapılan gezi manasında kullanılıyor. Çok güzel, ne güzel tabi keşke herkesin fırsatı olsa. Gezmek görmek gibisi var mı? yok!

Bir de bu Katalanlarda assesyonculuk/klüpçülük almış yürümüş  hala da öyle. Hemen herşeye bir assesyon kuralım oradan yürürüz kafasında bakıyorlar.  O da hoş!

İşte bu excursionism Katalan rönesansı esnasında epey popüler olmuş bir kavram. Şairler, ressamlar, mimarlar filan hemen bir assesyon kurup üye oluyorlar başlıyorlar turlara... Entellektüel elitin disiplinlerarası etkileşim için bulunmaz fırsat saydığı bu turlara katılmayan kalmamış ... Gaudi maudi (maudi mi yazdım ben?) hepsi en az bir defa gitmiş.





Bu da eşli çocuklu filan excursionistalar. Ne şeker foto.


29 Temmuz 2018 Pazar

özgürlük öpücüğü


Bu baktığınızda kocaman bir grafittiymiş gibi görünen duvar, aslında 6000 tane küçük seramikten oluşuyor.  Joan Fontcuberta'nın  El Món Neix en Cada Besada / The world begins with every kiss adlı eseri  Plaça d'Isıdre Nonell'de.
Kiss of Freedom duvarı diye sorarsanız tarif ederler.

Aslında Barcelona sakinlerinin ve yerel El Pais'in ortak çalışması.
El Pais gazetesi 2014'de Barcelona'nın düşüşünün 300. yıldönümü sebebiyle bir kampanya başlatıyor. İnsanlardan fotoğraf göndermelerini istiyor. Özgürlüğün bir ifadesi olduğunu düşündüğünüz her hangi bir fotoğraf gönderebilirsiniz diyor. 6000 fotoğrafın içinde yok yok. İnsanlar, binalar, heykeller, hayvanlar vs.vs. 6000 tane fotoğraf seramiğe basılmış. Çok etkileyici. insanın tek tek fotoğrafları inceleyesi geliyor ama birileri sürekli duvarla fotoğraf çektirmek istediği için fazla yaklaşamıyorsunuz. Bu durum biraz can sıkıcı.



Duvarın hemen yanındaki küçük tabelada da şöyle yazıyor:

The sound of a kiss is not as loud as that of a cannon, but it’s echo lasts a great deal longer.

yani;

Bir öpücüğün sesi bir mermininkinden daha gürültülü değildir belki ama yankısı çok daha uzun sürer.
-Oliver Wedell Holmes-



28 Temmuz 2018 Cumartesi

Barcelona'ya kaldığınız yerden...ve bir de sokak performansı!

Bukkadar global bir şirketin teknik servis hizmetinin bir ülkeden bir ülkeye bukkadar sinir bozucu şekilde değişik olmasına şaşırdım kaldım. 10 gün önce bilgisayarım sizlere ömür... Otopsiye götürdüm. 3 hafta ila 4 hafta alır dediler. Yok deve!
"iyi... datayı kurtarıp transfer edelim" dedim. Yeni yasa çıktı "dataya dokunamayız back up alsaydınız" dediler. "Time machine" diye bir şey varmış.  Barcelona'da Apple'ın kıçı kalkmış bundan bunu anlıyoruz. Sinirlenince de hemen "tranquila sinyorita" filan diyip adamı deli ediyorlar. Neyse çözdüm bişekil.

Barcelona günlüğüne kaldığım yerden devam edeceğim yani. Robert Hughes'un harika kitabı "Barcelona" eşliğinde "modernista" akımını ve Katalan kültürünü idrak ediyorum. 

Henüz Montjuic'e teleferikle çıkıp Miro müzesine gidemedim ; illaki gitcem. Kitapta da tam o kısımdayım. Çok enteresan bir tesadüf -tesadüf mü desem bilemedim, Hemingway sürprizli bir kişilik sonuçta- le karşı karşıyayım.

Jasint Verdaguer diye bir rahip-şair'in şu şiiri...

Dolça Catalunya,
patria del meu cor,
quan de tu S'allunya,
d'enyorça es mor.

ingilizcesinden çeviriyorum:

Tatlı Katalunya
kalbimin memleketi
senden uzakta olmak
hasretten ölmek demek.

"Enyorança" yani "sıla hasreti" 19. yy la kadar Katalan Edebiyatına bulut gibi çöken temel metaformuş. Şimdi bir zaman önce Miro'yla ilgili şu blogpostun https://justdriftingaround.blogspot.com/search?q=miro  son kısmında da not düştüğüm Farm ve Hemingway'in yorumunu hatırlatıyorum size.
 
Heyt be bir tabloya bakıp ne yorum yapmış diye düşünmüştüm. Vay uyanık meğer mevzuya hakimmiş. Miro'nun henüz yeniyetme bir sanat öğrencisiyken ilikerine işleyen metaforun farkındaymış. Eğer durum bu değilse ne diyim bilemedim.

bu da günün sokak hareketleri buyrun;




1 Temmuz 2018 Pazar

'Neydik ne olduk!' diye diye driftin’ in Barcelona!

Valla deniz-güneşe doyulmuyor! Barcelona 90’larin Turkiyesi gibi. Medeni! şen şakrak! her bakımdan cennet izlenimi veriyor. ( bu arada insan iç çekiyor neydik ne olduk diye.)  Amma! aynı zamanda aklı bir karış havada (burada da halkı bağımsızlık davasına uyutuyorlar), vurgunculuğa müsait,  bağımsızlık  derken faşizmin ayak seslerini duyamayacak kadar kavak yelleri kafasında bir Barcelona. Gelecekten geliyorum, bu saadet çok uzun sürmez görünüyor.  Ama Katalanlara (kadın, erkek, çocuk) hayranım. Gerçekten tatlı, kaliteli insanlar. (Izmirlilere benziyorlar biraz -90 ve öncesinin izmirlilerine ;b

Kendimi halk plajından ve deniz mahsülleri tapaslarından alabilirsem bu hafta; belki bir iki bina görür; mimaride art nouveau akımını yerinde idrak ederim; şu  'deli midir nedir’ diye arkasından konuşulan dahi Gaudi’yi iyice bi anlamaya çalışırım diyorum.

Bu arada o kadar da boş gezmiyorum. Gittim, çok kral bir retrospektif sergi gezdim.

Lita Cabellut.
Hala hayatta olan en beğendiğim ressamlardan biri. Ressam; şair vs. vs. Tam manasıyla sanatçı işte.
size de kıyağım olsun serginin 7 dakikalık videosu mevcut.
drifter proudly presents!



Enteresan bir kadın; özel bir hikayesi var.
1961’de küçük bir Aragon kasabasında -aslında çingene köyü diyebiliriz- doğmuş. 12 yaşına kadar Barcelona’da sokakta yaşamış, dilenmiş orda burda... sonra hali vakti yerinde bir Katalan aile tarafından evlat ediniliyor ve şansı dönüyor. Madrid’deki Prado Muzesine götürmüşler; orada Goya’yi görmüş vurulmuş.
Yetenegini fark etmişler ve sanat okuluna göndermişler. Böyle de insanlar var dünyada işte.
şimdi Hollanda’da yaşıyor. Büyük ölçekli portrelerde geleneksel fresk tekniği ile modern yağlı boya tekniğini kendine has biçimde - taklit edilemez şekilde- birleştirdiğini söylüyorlar sanat eleştirmenleri. Ben baktığımda gerçekten söyleyecek sözü olan biri yapmış bu resimleri diyebiliyorum.

size bir şiirini çevireyim: ('statement’ başlıklı)


Eğer fırça darbelerim konuşamasaydı;
gördüğümde bir perspektif yakalayabilmek icin
ayaklarım ileri veya geri bir adım bile atamasaydı
Eğer kafamda, çelişki ve şüphe hüküm sürüyor olmasaydı
gülüyor ağlıyor olmasaydım
beyazla kamaşmıyor, maviyle aşka gelmiyor olsaydım
ne yalnızlık, ne yalnızlık
olurdu bana kalan!



hybrid photography diyorlar; enstallasyon materyalini üc boyutlu efekt yaratacak sekilde fotoğraflıyor; bu da kendi yarattığı bir teknik 

27 Haziran 2018 Çarşamba

Barcelona’da summer solistice ya da San Joan festivali

Geldiğimden beri havai fişek patlatıyorlar. Ne ola ki dedim? En kısa geceleri kutluyorlarmış. Sokak aralarında, parklarda, teraslarda, plajda... havai fişekler, çatapatlar, kız kaçıranlar (gerçi kızların kaçtığı filan yok ya) vur patlasın, çal patlasın...
Biliyorsunuz böyle şeyleri öğrenmeye meraklıyım; historical background’u nedir filan... Onun için önüme gelene soruyorum haliyle. Bunlar da bizim gibi parti olsun da bağını sorma kafasındalar. Ama yok illa öğrenecem.  Barselonalı arkadaşım Lynn’e soruyorum. O bilir böyle şeyleri o da çok meraklı.






23 -24 Haziran en uzun gün; en kısa geceler...
Güneşin dünyaya bahşettiği enerjinin en fazla olduğu günler. Güneş verimliliği sembolize ediyor. Verimliliğini arttırmak ona biraz daha güç vermek icin insanlar da ateş yakıyorlar.
şimdiyse ; modern zamanların icadı havai fişek...

Sant Joan’in uç sembolu var: ateş, su ve otlar.
ateş saflığı sembolize ediyor; onun için ateş yakıyorlar etrafına geçiyorlar seyrediyorlar arınıyorlar:  su iyileşmeyi bu yüzden gece denize girip yıkanıyorlar; yaralar filan iyileşiyormuş ve son olarak otlar şifayı sembolize ediyor: rivayet o ki o iki gece yenen otlar şifa açısından 100 kat daha etkiliymiş.

Geç bunları...
Bu tarihlerde barcelona’da olacaksanız şanslısınız sabaha kadar çılgın partiler var. Bunu bilin yeter bence!




25 Haziran 2018 Pazartesi

tatil o zaman!

Sizin için nedir bilmem ama benim için tatil kendini unutmak.  Dayatılanı; kim olduğunu unutmak… anne olduğunu  çocuk olduğunu  koca olduğunu  öğretmen, bankacı, öğrenci, dişçi bilmem ne; artık cemiyet hayatında ne diyorlarsa size işte onu yoksaymak…
Yenilmiş olduğunu unutmak mesela…
böyle 36 derecelik hükmü olan bir enerji kaynağı olarak dolaşmak orda burda. Mümkünse başka bir yerde; bambaşka bir yerde…

Teoride iyi de; bakalım…

Derken kendimi yine barcelona’da buldum. 
Bu kez biraz uzun kalacağım. Bir Barcelona günlüğü yazacak kadar diyelim. 
Bu parça da Kahramanmaraş'tan ilk kez milletvekili çıkartmış CHP’ye gelsin. Kaldıysa öyle bir şey!


"in politics nothing happens by accident if it happens you can bet that it was planned that way."
-Franklin D. Roosevelt-



21 Aralık 2016 Çarşamba

yüksek!

hayatın(m) bazen hiç bir yere gitmiyormuş gibi gelir ya...
ya da hayatta herşey bir yere gidiyormuş da sen(ben) bir yere gitmiyormuşsun gibi gelir...
ya da hayatta herşey bir yere gidiyormuş da sen (ben) başka bir yere gidiyormuşsun gibi gelir...
herşey bulanıktır, kafan(m) çorbadır...

işte o zamanlar mutlaka yüksek bir yerlere çıkasım gelir.... kışa soyunmuş ağaçların arasından sıyrıla sıyrıla, sise doğru, düşünceli, suspus, hassas ve tutarlı bir yolculuk başlar kendi içimde ve dışımda...


                                                          Beş Parmak Dağı / Latmos










     sisten korkma(m)!
     aksine
     üstüne üstüne...
     çünkü ya sis dağılacak ya sen (ben)!  



 
 Yeterince yükseğe çıktığın(m)da çünkü; artık emin olabilirsin, ne kadar gidersen git hiç bir yere          gidemeyeceğine...
 Oradasındır!
 Tam da oradasındır!
 Şu alttaki fotoğrafta göreceğin taşın durduğu gibi bir noktadır durduğun(m) hayatta!






oksijennn! bir oh çekecek zaman bulunur terin(m) soğumadan !

 ve uzaaaklara....
 göz egzersizi!


            ama ne nokta o durduğun(m)!



 ordan bakınca görünmez!


yükseğe çıkmak gerek!
kafalar kafalar....

25 Eylül 2016 Pazar

Tibidabu !!!

sonra bir gün yağmur yağdı! ama feci yağdı şimşekli filan...
sonra durdu!
sabah uyandığımda durmuştu yani, hafif de serinlemişti hava
terasın kapısını açtım.
sis ve gök yüzünden tutulan spot ışığı karşıdaki tepeyi iyice görünür kılıyordu.
aşağıdaki fotoğrafı çektim. 


fotoğrafa dikkatli bakınca siz de farkedeceksiniz ki oldukça tuhaf bir kompleks!!!
tepesinde dev bir İsa heykeli olan uzaktan epey Gotik görünen bir katedral, hemen önünde bir dönmedolap, vinçler saat kulesi gibi bişey, camimsi kubbeli bir yapı...
gerçekten insanın gidip bir ortama bakası geliyor!!! Bir de sisler kaplamış filan...

iyi de neymiş bu Tibidabu? 


Tibidabo! ya da Allah Ne verdiyse Tepesi !!!

  • "…et dixit illi haec tibi omnia dabo si cadens adoraveris me"[3] – "And saith unto him, All these things will I give thee, if thou wilt fall down and worship me" (Matthew 4:9);
  • "…et ait ei tibi dabo potestatem hanc universam et gloriam illorum quia mihi tradita sunt et cui volo do illa"[4] – "All this power will I give thee, and the glory of them: for that is delivered unto me; and to whomsoever I will I give it" (Luke 4:6).

mevzu şu: 
Şeytan İsa'yı şöyle epey manzaralı bir tepeye çıkarır. Önlerinde uzanan uçsuz bucaksız diyarları göstermek için iki kolunu uzatıp, tam bişey diyecekken dili dolanır Tibidabu diyiverir. 

Isa: puahh!!! Tibidabu ne be? diye sorar gayrıihtiyari
şeytan: cahil cahil konuşma daha Tibidabunun ne demek olduğunu bilmiyorsun Mesihim diye geziniyorsun ortalıkta!
- Tibidabu şey demek "al git" demek , yok "al gitme kal bana itaat et!" demek, şeytanım ya ben! bişey vaadedicem ruhunu alıcam; al işte vaadediyorum Tibidabu!
 Isa: yav söyleme şöyle gülesim geliyor, tövbe tövbe!
şeytan: bak valla tadını kaçırdın ama! alıyon mu gidiyon mu? (seninle zaman kaybetmesem mi ben acaba?)
Isa: taaam taam cümle içinde kullan bi... imar var mı bu arazide? şaka lan şaka!
gibi bir diyalog geçer aralarında... İşte artık şeytan da karizmayı çizdirmemiş olmak için,  bu şükela kelimeyi "al işte hepsini veriyom , al git" manasında literatüre geçirir! Isa da manzara meraklısı değilmişse demekki işte hikayenin geri kalanını biliyoruz zaten tüm insanlık olarak...

ama tabi kimin malını kime veriyon?
Onun için biz şeytan ne verdiyse değil Allah Ne Verdiyse Tepesi olaraktan çeviriyoruz. 


gerçekten bütün bunları okumamış olduğunuzu düşünmek itiyorum.
neyse! 

Tepeye Tibidado ismi şu manzaraya hakim olduğu için verilmiş;


sonra şu manzaraya


bi de bu manzaraya


Neyse daha cıvımadan anlatıyorum; Tibidabu (Katalanca böyle okunuyor)tepesine çıkınca gerçekten heybetli bir Katedral karşılayacak sizi; Adı Sagrat Cor Church; Sacred Heart of Tibidabo (512m ). Yer düzleminden manzaraya doyamazsanız bu katedralin teee en üst katına çıkıp Tepedeki İsa'nın yanından Barcelona'ya bakabilirsiniz. 3€ uçlanırsanız tabi. (ama asansör var bir yandan da. ) İsa'ya hasbihal etmek bedava. Kendisinin çok hoş sohbet birisi olduğunu söyleyemeyeceğim. Daha çok bişey diyecekmiş de diyemiyormuş gibi bir hali var. 



Kutsal Kalp Katedrali yapımı 60 yıl sürmüş, Katolik kilisesi Protestanların Tibidado Tepesinde arazi kapattıkları duyumunu almışlar bir yerden onlar yapmasın diye apar topar çökmüşler tepeye. yıl 1902 düşünün artık valla bak!  yukarda bi sürü yarı gerçek yarı zırva şey yazdım ama bu gerçek, kesin bilgi yani!

Sonra Protestanlar da bu durumu sindiremeyince hoop getirmiş atlı karıncayı kilisenin önüne kondurmuşlar, arkasından bir dönme dolap arkasından bir roller coaster, gerisi gelmiş, frankfurter sosislicisi, pamuk şekerci, dondurmacı falancı filancı...
çoluk çocuk da amusement park var diye dolmaya başlayınca Katolik cemaatin bütün keyfi kaçmış tabi.  
Nasıl yazıyorum ama...,



    
Ama gerçekten çok sevimli ve nostaljik bir lunapark günümüzün canavar teknolojik aletleri yok. atlı karınca son derece yavaş dönen bir dönme dolap, 10 kilometre hızla uçan 20'lerden kalma uçak...
Değişik bir kafa özetle!!!






25 Ocak 2016 Pazartesi

Vermeer tablolarının ardındaki sır perdesini tesadüfen öğrenen Drifter soluğu Lahey’de alır!

Lahey Ocak 2016,
Hava dışarıda eksi 10 derece hissediliyor.



Allah hissettirmesin diyerek  donmadan meşuuur  Dudok cafe’ye giriyorum. 
Abartacak bişey yok aslında, Ankara’dan sıcak;
“Trabzonda kar sebebiyle maç ertelenmiş, sen neden bahsediyorsun?” derler adama… Ama söyleyeyim bu Beşiktaş’ın lehine olmadı, hep Fenere yarıyor bu işler valla içim el vermiyor.
Neyse,

Dudok Cafe’de sıcak apple pie yemeyeni dövüyorlarmış bilginize.

Niye buradayım hemen söylüyorum: Meraktan.

Geçenlerde tesadüfen süper garip bir şey öğrendim; Johannes Vermeer’le ilgili.
Hani şu meşhur “İnci Küpeli Kız” tablosunu yapan ressam; (Scarlet johanson desene yahu diyenleriniz olabilir.)  
Bu tablo şimdilerde Kuzeyin Mona Lisa’sı kabul ediliyor. Tahminen 1650’lerde yapılmış. (Tahmin ,çünkü tam tarihi belli değil.) 17.yy Hollanda’nın altın çağı. Sanat almış yürümüş zaten. Ama Vermeer konusu biraz muamma.

Şimdi yukarıda ismini zikrettiğim zaaatı muhteşemin oynadığı filmi seyreden arkadaşlar “oo biz biliyoruz o muamma değil artık, kızla ressam arasında aşne fişne varmış” diyecekler. Her ne kadar sanatın magazinsel kısmı da en az sanat kadar beni can evimden vuruyorsa da bu sefer durum öyle böyle değil. Hakkaten çok şaşırtıcı anlatacaklarım.
Birincisi, söylüyorum: tabloyu gördüm!  Küpe kesinlikle inci değil; metalik bişey; ama mevzu bundan çok daha önemli.

Johannes Vermeer gerçekten ressam mıydı değil miydi?
Soru bu!

Şu tablolar İnci Küpeli’den sonra en çok tarzını yansıtan tabloları Vermeer’in… Gözünüze takılan bir şey var mı?











Johannes Vermeer 17. Yüzyılın ortalarında Lahey’e 15 dakika uzaklıktaki Delft’te yaşamış hayatı boyunca. Amsterdam’ın miniği gibi bir şehri Hollanda’nın; onun gibi kanallı filan. Porselen işçiliğiyle ünlü. Hatta şu Hollanda porselenlerindeki lacivert’e “delft mavisi” deniyor.  

View of  Delft


Mauritshuis müzesinde bu tablonun sergilendiği odaya girerseniz hemen anlayacaksınız; odada sanırım 5- 6 tablo daha var, ama gözünüz başka hiç birşeyi görmüyor. Çünkü bu tablo canlı gibi. Fotoğraf gibi diyeceğim dilimi ısırıyorum.

Neyse;

Johannes Vermeer’in özelliği tablolarındaki ışık ve renklerin mucizevi şekilde gerçekle birebir olması; Hatta yok artık insan evladı bunu nasıl çizer dedirtecek kadar. 
Bu nasıl bir görme kardeşim?

Leonardo Da Vinci zamanında şöyle buyurmuş;

“The surface of every object partakes of the color of the adjacent object” yani şunu demek istiyor; bir nesnenin rengine yanındaki nesnenin rengi etki eder… ışık, tonlar ve gölgelerden bahsediyor. İşte Vermeer tablolarında şaşırtıcı olan bu tonların birebir gerçeği yansıtması hatta bazıları gözün göremeyeceği tonları ortaya çıkartıyor.

Normalde bir ressamın tekniğini incelemek için tutulan kayıtlara bakılıyor; büyük ressamların çoğunun çıraklık döneminden ustalık dönemine kadar teknikleri, stilleri kağıda dökülmüş. Kimden el aldıkları, kimleri eğittikleri etkiledikleri belli.  Ama Vermeer tam bir muamma.  Resme ne zaman merak saldı, kimden eğitim aldı, fırça tekniğini kimden öğrendi bilinmiyor. Onunla ilgili bilinenler; babasının resim alıp sattığı, dolayısıyla da pek çok ressamla yiyip içtiği... Ama bu öyle aynı sofrada oturarak kapılacak bir stile benzemiyor.

Aynı dönemde yapılmış diğer tablolara bakınca fark piksellerde; bu piksel çeşitliliği o dönem için biraz fazla değil mi?

Bir diğer gariplik; resimlere dikkatli bakarsanız hep aynı oda ama farklı mizansenler. Sanki Vermeer her bir resim için başka bir sahne kuruyor ama nedense hep aynı odada… Yer karoları ve pencerelere dikkat edin.

İşte tam bu noktada şüpheler size o soruyu sordurmak üzereyken Tim Jenison devreye giriyor.

O da kim?

Drifter proudly presents! 


Tim Jenison dünya üzerindeki sayılı değişiklerden biri… Çok meziyetleri var, saymakla bitmez; zamanında bu meziyetlerin bir tanesini para kazanmak için de kullanmış ve paranın gözüne vurmuş. Para çok olunca abuk sabuk ne varsa yapmış şimdi de yapacak başka bir şey kalmayınca kafayı Vermeer’e takmış. Diyor ki; “mümkünatı yok!  Vermeer bunları öyle kafadan ya da bakarak model kullanarak çizmiyordu; teknolojiyi kullanıyordu. Ben de aynısını çizicem göreceksiniz."

Neee?

1650’lerde ne teknolojisi?

Ama doğru biliyor musunuz?

O dönem Delft’te yaşayan meşhur biri daha var. Adı  Anthony van Leeuwenhoek. Mikroskopu bulan amca Vermeer’in komşusu.  Buyur burdan yak.

Tim jenison’a göre Johannes Vermeer tabloları Camera Obscura, Camera Lucida ve iç bükey/dış bükey ayna kullanarak çiziyodu. 

Leeuwenhoek’in tasarladığı mercekler tam da “music lessons” tablosundaki halının dokusunu çizebilmek için kullanılmış olmalı.
Yani fotoğraf makinesi yokken o eldeki imkanlarla fotoğraf çekmeye çalışıyordu. O bir ressam değil bir fotoğrafçı olmak istiyordu aslında.  

Bunu nasıl yapıyordu size anlatabilirim ama yazması uzun olur.
Tim Jenison amca bu filmde çok daha güzel anlatıyor. Gerçekten dumur bir durum.


Link burada iyi seyirler!

http://putlocker.is/watch-tims-vermeer-online-free-putlocker.html

ya da

http://www.solarmovie.sk/external.php?title=Tim%27s+Vermeer&url=aHR0cDovL3d3dy50aGV2aWRlby5tZS82YzUwcWN0NGtncmU=&domain=dGhldmlkZW8ubWU=&loggedin=0