Valensiya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Valensiya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Mayıs 2023 Çarşamba

in my solitude




Yalnızlık ve özgürlük kopmuş olamaz. 
Yalnızlıkla özgürlüğün göbek bağı var. 
Özdemir Asaf la Zygmunt Bauman’ın buluşması gibi. 
‘Yalnızlık paylaşılmaz paylaşılsa yalnızlık olmaz’ dizelerinin geçtiği şiiri okuduğumda anında aklım Bauman’ın quotation’ını çağrıştırıyor.
‘insanın özgür kalabilmesi için en az iki kişi gerekir.’    O kapı açık olacak. şu veya bu sebeple üstüne kilitlenmiş değil… İstediğinde çıkıp gidebileceğin kapı… Belki de hiç çıkmayacaksın ama açık olacak.

Yalnızlığı niye sevdiğimi düşünüyorum. özüme, özgürlüğüme düşkün olduğum için, aslında zararsız görünen bir vahşi olduğum için, kafese kapatılmak yırtıcılığımı kışkırttığı, yıkıcılığımı bin kat arttırdığı için. özgür olmadığım zaman eksiğim ve adeta başka birisiyim. Yalnızlığı kovalarım sırf özgür kalabilmek uğruna, kendim olabilmek, vahşi kalabilmek ve biraz olsun self-destructive’liğimi azaltabilmek adına.

Oysa tam anlamıyla yalnız kaldığımda yokum. 
Olabilmem için eko lazım. kendimi duyabilmem için sesimin bir duvardan, şeklimin bir aynadan bana yansıması lazım. Ancak o zaman var olabilirim. Ve var olamazsam özgür de degilim çünkü. Özdemir Asaf’a dönelim :

Yalnızlık, yaşamda bir an, 
Hep yeniden başlayan.
Dışından anlaşılmaz. 
Ya da kocaman bir yalan,
Kovdukça kovalayan.
Paylaşılmaz. 
Bir düşün'de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz. 

Yalnızlık özgürlükten ayrı düştüğünde acı verici, yaralayıcı oluyor, insanın özgür kalabilmesi için de iki kişi olmak lazım. O zaman bak bakalım paylaşılıyor mu paylaşılmıyor mu?







29 Ocak 2023 Pazar

pazar şarkısı ve hikayenin devamı



...

O nefesi bırakmak istemedi bir an ve neredeyse tüm hücrelerinde dolaştırdı. Mevzu dönüyor dolaşıyor Valensiya’ya bağlanıyordu bir zamandır. 


insan hayal etmeye başladığında hep bulunduğu yerden başka bir yerde olmayı hayal ederdi.  Durduğu yerde başka bir varoluş hayal edenler de vardı muhakkak ama kendisi onlardan değildi.  Onun varoluşuyla ilgili bir derdi yoktu. Sadece varoluşunu bulunduğu mekana oturtamıyordu. Zaten insan hayal etmeye baslamışsa biraz kulaç atmalı, açılmalıydı. Bunu düşündüğü anda geçen yaz, o çocukluğunda her denize girdiğinde rahatlıkla bir iki sefer yüzüp geri döndüğü dubaya ulaşmaya çalışırken ne kadar teklediğini, en az iki kez sırt üstü yatıp dinlendiğini hatırladı ve biraz canı sıkıldı. Her geçen sene ciğer kapasitesi düşüyordu. Hayalperestlerin muhakkak göz önünde bulundurması gereken bir meseleydi bu durum. 

‘stepne ciğer’ diye geçirdi içinden. Bu metaforu bir yerde kullanmıştı sanki daha önce. 


Bulunduğu yerden başka bir yerde olmayı hayal edemediği bir gün gelecekti muhakkak…  Ama o gün geldiğinde deniz kenarında olmak istediğini biliyordu.  

 

şimdi yaşadığı şehri de  bir zaman hayal etmişti. Magritte müzesinde ‘Le joueur secret’ tablosununun karşına geçip uzun uzun film izler gibi tabloda resmedilmiş sahneyi izlediğinde hayal etmiş olmalıydı ilk defa Bruksel’de yaşadığını. Orijinal Magritte’lerle aynı şehirde yaşıyor olma fikri ona güzel bir hayal gibi görünmüştü o zaman. Orada yaşarsa, ne zaman içindeki boşluk hissi bulantıyla yüzeye tırmanmaya yeltense gider bir iki Magritte tablosuna bakar, harika bir şiir okumuş da  karın boşluğundan bir kuş havalanmış, o da ruhunu kıpırdatmış  gibi bir anlam bulurdu varoluşu. 

İki seneyi geçmişti yerleşeli Brüksel’e. Oysa ancak bir iki defa gitmişti Magritte müzesine. İki yılda üç defa belki. Kendisini her yolunu kaybettiğinde bir Magritte tablosunun önünde trans halindeyken hayal ettigi günleri hatırladı ve kendiyle dalga geçer gibi güldü içinden. 


Valensiya başkaydı ama. İddia ediyordu Valensiya’da olmak başka olmalıydı. Görür görmez aşktı Valensiya. Güzel bir tesadüftü. Kaderin yolunu kaybettiği yerdi. Varoluşuna aradığı Neverland, hayal-mekandı.   


Sebep mi? dedi kendi kendine. Eş zamanlı olarak başının üstünde oval bir hayal baloncuğu belirdiğini görürdünüz o an ona bakıyor olsaydınız. 


Ah Valensiya…

‘Nasıl da melodik bir fonetiği var bi’kere’ diye başladı sıralamaya sebepleri. 


Güzel sanatlar müzesi bedavaydı ve şehrin rahatlıkla ulaşılabilir bir noktasındaydı. 

Bir iki Velazquez bir kaç nadir Goya tablosunu da içeren mütevazi ama fena bir koleksiyon sayılmazdı. Müzeye girmeden köşedeki pastaneye uğrar o çok sevdiği chorizolu mini kruvasanlardan alır, Goya’nın suluboya ‘birdirbir oynayan çocuklar’ tablosunun önünde müze gorevlisinden gizli gizli ne güzel yerdi chorizolu mini kruvasanlarını. çıkınca da hemen parka sapar ve El Carme’ye kadar parkın içinden yürürdü. Oturmayı sevdiği bankı boş bulursa bir on dakika işten çalar, sabah güneşini alırdı. Boş değilse El Carmeye doğru devam eder, ertesi güne bırakırdı.


Valensiya, her mevsim güneşliydi ve şehrin içinde ne zaman isterse suyun üstünde sırt ustu yatıp güneşten gözlerini kaçırarak  öylece sürüklenebileceği harika bir deniz vardı. insanın işten çıkıp, veya dükkanını kapatıp deniz kenarına yürümesi ve havanın kararmaya başlamasını denizde idrak etmesi ne büyük hazdır diye düşündü. Bunu daha önce de Barcelona için düşünmüştü. 

 

Evet Barcelona’ya da bu yüzden görür görmez aşık olmuştu ama insan bir kere aşık olacak diye bir kaide yoktu. 

Lord Henry olsa hemen şöyle derdi: 

‘you will always be in love with love. 

A Grande passion is the privilage of people who have nothing to do. ‘


Valensiya’dan ve Watton’dan sıçrayan düşüncesi hemen C’yi buldu yine. Hiç görmediği mektup arkadaşını.


Aslında Valensiya’ya yerleşme hevesinden bahsetmediği bir allahın kulu yoktu günlük hayatında, ama herhalde sadece C onun orada yaşayan halini, kendi hayal ettiği şekliyle tahayyül edebiliyordu. çünkü bu gerçek olana kadar bir hayaldi ve ancak hayal mahsulu biri, birine bu hayalin bir gerçekliği olduğunu savunabilirdi. C icin kendisi tam da böyle hayal mahsulü biriydi.  Bir roman kahramanı misal, size bir hayalinden bahsediyorsa ona inanmamak gibi bir seçeceğiniz yoktur. 

Bütün romanlarda, filmlerde aslında hayal mahsulü karakterler size hayallerini anlatırlar ve siz de okur veya dinlersiniz; o karaktere inanır onun o hayali gerçekleştirebilmesini umarsınız.

Hayalini inandırabildiği tek kişiydi C.


‘Henüz.’ Diye geçirdi içinden. 


Ben oraya bir taşınayım ‘sıcağına dayanamazsın’ diye burun kıvıran bütün eş dost sıraya girecek ziyarete gelmek için…    


okuduğu blog yazısından bir paragraf  hatırladı.   


Ailesinden veya eş dosttan uzakta yaşadığı için değil;  

ona dokunan, aynı şehirde yaşasaydı bile artık ‘hadi çık sahilde bi yürüyelim demek isteyeceği tek bir arkadaşının olmamasıydı. 

O paragrafı okuduğu esnada arkadaşlarını tek tek düşünmüştü. Hepsiyle tek tek gece sahilde yürüdüğünü. Olmadı. Hiç biri sahneye uymuyordu. 


Mektup sırası C’deydi. Yeni mektubu alır almaz bu paragraftan bahsetmeye karar verdi. Şöyle yazabilirdi.  


‘Istanbul’da olsam bin tane insan var hala arkadaşım dostum vs diye. Bir tane numunelik yok gecenin bi körü uykum kaçtı hadi çık yürüyelim biraz diyebileceğim. Abartmıyorum bir tane yok yani. Gece uykusu kaçan arkadaşım da yok zaten. Herkes maşallah mışıl mışıl uyuyor.’ 


Gidip bilgisayarını açtı ve bu cümleleri yazdı. Sonra yazdıklarını okudu. Ve kendine acıdı. 

Patetik! dedi. insan gerçekten ihtiyaç duyduğunda çıkıp iki satır sahilde yürüyemediği bin tane insanı ne demeye doldurur etrafına diye hayıflandı.


 Kimseye bu kadar patetik görünmek istemezdi aslında. Laptopun kapağını indirdi bir hışımla. Ve hemen akabinde bir önceki anı geri almak istercesine tekrar kaldırdı. önemli olan ne kadar patetik görünse de meselenin özüydü.  Ekran henüz kararmamıştı. Belki bu cümlelerin ardına birşeyler eklerse, espirili, şakacı, muzip birşeyler…daha az patetik hissedebileceğini düşündü. Ama aklına birsey gelmedi. Henüz mektup da gelmemişti zaten. Kapattı ve yeniden salona, pencere doğru ilerledi. Meydan iyiden iyiye boşalmıştı. Yemek saati yaklaşıyor, meydanın köşesindeki durağa yanaşan otobüsler yavaş yavaş daha az insan indiriyordu semte. 


Hikayenin başı icin tık

26 Ocak 2023 Perşembe

gecenin parçası; sha la shallala



Odalar arasındaki gezintisi, salonun meydanı gören geniş penceresinin önünde son bulmuştu yine. Elindeki porseleni içindeki çay hala sıcakmış da avuçlarını ısıtacakmışcasına kavradı ve nefes aldı. 

Bulutlar akşam üstüne doğru süzülürken öğleden sonra güneşini de peşlerinden sürüklüyorlardı.  ‘Ne ara dört olmuş?’ dedi kendi kendine. karşı sıradaki eczanenin elektronik bilboard’undaki 5 saniyede bir değişen fosforlu yeşil yazılar; önce saat, sonra tarih, sonra dereceyi gösteriyordu. Ne zaman meydanı kolaçan etmek için pencerenin önüne yaklaşsa bu fosforlu tabelayı takip ediyordu gözleri istemsizce.     Bakıyordu ve görüyordu da: fakat öyle bir yaşam seçmişti ki kendine,  çoğu zaman bu üç bilgiden herhangi birini bilmenin bir anlamı yoktu onun için.   

Önce saat, sonra gün, ay, yıl ve son olarak da havanın o an kaç derece olduğu. Buna rağmen sırf bakmış bulunduğu için sonuna kadar takip ederdi her defasında. Saat 15;48, tarih 22/01/2023, dereceyi tam seçememişti; elektronik harflerin bazıları birbirine benziyordu. 01 ve 07 uzaktan pekala karıştırılabilirdi. Gözlerini kıstı ve bakışını yoğunlaştırdı tam emin olmak için, ancak 5 saniye dolmadan emin olamadı ve yeniden saat’e dönen bilboard’u, derece bilgisi çıkana kadar takip etmeye karar verdi. Dışarı çıkacağı filan yoktu aslında, dışarıda havanın kaç derece olduğunu bilmeye ihtiyacı yoktu. Buna rağmen bekledi derecenin 1 mi 7 mi olduğundan emin olmak için. 

01c. 

Eczanenin tabelası onu oyalarken epey yaşlı bir kadın yarılamıştı meydanı bir uçtan bir uca. Kendi kökünden ve bastığı topraktan mütevellit bir canla ayakta duran yıllanmış ağaçlar gibi iyice eğrilmişti omurgası kadının. Yürüyordu. Evet kadın tam da o incelmiş ve dallarını göğe değil de topraga doğru uzatmış ağaçlara benziyordu. 

Kurumamıştır, yeşil de değildir artık, ama içinde öyle bir can ve güç vardır ki hala: kıramazsınız, gövdeden ayıramazsınız diğer kuru dallar gibi. Kadını gördüğü an ve kadının o anki imgesi yüzünden bunları mi geçirmişti içinden? 

 

Gözleri kadını takip etmeye başladı. kadın yürüdü, yürüdü, yürüdü ve meydanı bitirip, meydanın köşesindeki ışıklara kadar geldi; yaya geçidinde durdu.  Yeşil yanınca yavaşça hareket etti ve yanından hızla karşıya geçen insanlara, bisikletlere hiç aldırış etmeden,  tıpkı kabuğuna güvenen bir kaplumbağa gibi, kendi zarif salınımıyla, yayalara ayrılan sürenin tamamını kullanarak caddenin karşısına geçti. Kadının karşı kaldırıma vukuatsız varmış olması içini rahatlatmıştı. Sanki kadın yaya geçidinde ilerlerken karşıya varana kadar tıpkı heyecanlı bir maraton seyreder gibi nefes almamıştı. Kadını izlemeye devam etti. Nereye gidiyordu bu buz gibi soğukta, bu kadar yaşlı, bu kadar eğrilmiş omurgasıyla? Nereye?

 

Kadın karşı kaldırımın geridönüşüm konteynerlerinin olduğu köşeye yöneldi ve yeşil renkli şişelerin atılması gereken konteynerin önünde durdu.  Poşetinden çıkarttığı, uzaktan seçemediği ve şarap şişesi olduğunu düşündüğü veya o an öyle düşünmek istediği şişeleri konteynıra attı ve biraz ilerideki durağa doğru yine yavaş ve biteviye yürüdü. 

‘Demek otobüse binecek!’ dedi kendi kendine. 

Kendisi O yaşa geldiğinde ve omurgası tıpkı ağaçların o dallarına benzediğinde, tüm kırılganlığına rağmen kıramadığınız hani… işte o kadar yavaşladığında hızı, ve yine de yürümek geliyorsa içinden ve otobüse binmek…

kesinlikle 01 derece olmamalıydı dışarıda hava. 

Yine Valensiya’yı düşündü, bir ay öncesini ve güneşli sabahları. Hatta tam o günü.  Tam 1 saat 18 dakika boş boş oturup kalkamadığı o banki düşündü. Herşeyin spontan bir sonsuzluğa yayıldığı o 1 saat 18 dakikayı…İçini sımsıcak ama sımsıcak bir nefes kapladı. O nefesi bırakmak istemedi bir an ve neredeyse tüm hücrelerinde dolaştırdı. Mevzu dönüyor dolaşıyor Valensiya’ya bağlanıyordu bir zamandır. 


....


Drifter hava dışarıda 01 dereceyken evine kapanmak suretiyle  bir yazmaya başlarsa onu kimse durduramazdı. 


Istanbul'a Waldeck geliyormuş nasıl içim gitti.