oğuz atay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
oğuz atay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Haziran 2020 Pazartesi

AÇIK VE SEÇİK BIR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #9



'Ne yapmalı? Bu soruya hemen bir karşılık bulmak istenirse, elbette salt aklın verisiyle, ya da oradan buradan derlenmiş bir iki düşüncenin bileşimi ile bazı geçici çareler ortaya atılabilir. Insan ilk bakışta bu geçici çarelerin kendi buluşu olduğunu sanabilir. Oysa örneğin salt aklın verisi diye nitelendirilen kavramın biraz incelenmesi, bunun çoğunlukla toplumun etkisiyle elde edilen kalıplar olduğunu gösterecektir. Salt aklın verileri, insanı gevşetmeye fırsat vermeyen amansız bir çalışmanın zorunluğuna itebilir. Oblomovluk ve eğlence düşkünlüğü dünyada eşi görülmemiş bir baskıyla yok edilmek istenebilir.Bütün  kişisel bunalımlar ucuz yaşantılara dönüşle ilgili bütün buhranlar birer birer sindirilmek istenebilir. Herkes zaaflarını gizleyerek yalnız güçlerini ortaya koyar.işte görünüşte toplumsal eylemi gerçekleştirmek, ileriye götürmek için salt akılla bulunduğu sanılan ve her çeşit eylem icin kaçınılmaz ilkeler olarak ortaya atılan bu temel davranışlarda bile, kişinin ve çürümüş toplumun değiştirmek istemedikleri öz varlıklarını bilinçsizce koruma isteminin gizli baskılarını arayacaksın! Bilimsel bir kuşkuyla önce bütün zaaflarını çekinmeden ortaya atacaksın! Olmadık bir yerde ortaya çıkmalarını önleyecek ve toplumsal eylemdeki ortaklarını umutsuzluğa düşürmekten böylece kurtulacaksın.' 


Öğlene doğru Gökçe’nin telefonuyla uyandım. Panik tonu vardı sesinde.

- Nerdesin sen?
- Galata’dayım.
-Napıyosun orda?
-Kitap okuyorum.
-onda mi kaldın?
-Hayır!
-Doğru söyle nerdesin? Akşam da bi tuhaftı sesin nerde kalacağını geçiştirdin.
-yaa... akşam geç oldu sonra...biraz da içtik,  e siz de işe gitceksiniz diye...
-eee
-Büyük Londra oteli var ya perada, orda kalıyım dedim.
-Anlamadım?
-Neyi?
-Sen otelde mi kaldın yani gece?  Tek başına!
-evet sen de yap arada, iyi gelir. Nolmuş yani alla alla?
- noolsun...Her neyse,
haberleri gördün mü bari?

-noolmuş?
-Turkiye’de ilk korona vakası.
-nerde?
-onu bilmiyoruz.
-kimmiş?
-bilinmiyor. Ama bakanın yuzu çamur gibiydi valla. Çok vaka var da saklıyorlar diyolar.
-olabilir geçen gün maçta Mehmet de söylüyordu; pilot arkadaşı varmış. Bizzat pozitif testli yolcu taşıdığını söylemiş. Güyya Ankara’da bir otel, bir aydır karantinadaymış filan. Gerçi bu işin desenformasyonu çok olur onu da hesaba katmak lazım.
-Bana bak, kalk gel oralarda kalma. Bak virüs filan kaparsın almam seni eve.
-çok geç.
-neden?
-yahu benim şu anda korona olmadığımı nerden biliyorsun? Belki de çoktan kaptım. Semptomlar hemen çıkmıyor ki.
-Ya valla bak, daha dolanma ortalıkta ya gir, ya çık.
-Eyvallah; bi Engin Abiye uğrayacağım oradan geçerim size.
-iyi.
-Döner alıyim mi gelirken?
-Hayırrrr!!!.
-iyi be ne kızıyosun?

Sonunda canım Turkiyem için de itiraf zamanı gelmiş; masa toplanmış, Korona vakalarının açıklanmasına karar verilmişti. Kamuya bilgi vermek şarttı, ancak bu bilgi nasıl verilecek ne kadarı verilecekti? mültecisiyle, evsiziyle, işçisiyle, işsiziyle nüfusu 80 milyonu geçmiş bir ülkeye salgın tehlikesi haberi nasıl verilecekti? Vuhan unutulmuş; artık odak Italya’daydı. Italya ve İran çığrından  çıkmıştı. Ölü sayısı Italya'da günde beşyüze, iran'da ikiyüze dayanmıştı.
Dünya sağlık örgütü 'transparency' diyordu.
Hadi ordan. sensin transparan!

Haber bültenleri tekrar seyredilmeye başlanmıştı.
ilk günler şöyleydi kamu bilgilendirme işi hatırlayalım;

Üzülerek bildiriyoruz Türkiye’de ilk korona vakasının yerini,  konumunu, yaşını, önceki sağlık durumunu bildiremiyoruz. Yanlış anlamayın güvenlik açısından hep. Ancak ellerinizi yıkayın. yalnız öyle eskiden yıkadığınız gibi şıpınişi değil,  'doktor el yıkaması' diye birşey var, açın bakın internetten; Mehmet Öz Amerikan komikçisi programında gösteriyor, iyice öğrenin öyle yıkayın. Tamam tamam, su kesilmeyecek! valla bak, borcu olanın da suyu kesilmeyecek! Güzelce yıkanın. Virus 80 derce alkolde ölüyor kesin bilgi, yani evet!  kolonya büyük nimet,  bol bol sürün aman içmeyin. Bak içenleriniz olmuş, öyle birşey yok! aman ha! Bir iki ay dayanalım, yazın geçecek zaten; acık oturalım kıçımızın üstüne. Anne babamıza yaklaşmayalım, telefonla internetle iletişelim,  Ha bi de, bizim bu betimiz benzimiz atmış halimize bakıp da panik yapmayalım. Başı ağrıyan acile koşmasın. Bir iki güne korona hattı açıcaz zaten bi bekleyin.  Psikolojik olarak da çökmeyelim. O da virüs kadar fena çünkü.

Bence çok başarılıydı.
Halkımız bunu bu şekilde okuyup, kendi çıkarımlarını yapmadan, her kafadan fazla ahkam kesmeden denileni yaparsa herşey kontrol altında, super bi şekilde atlatırdık bu melaneti. Ama işte;
'There is something funny about the human condition, and civilized intelligence can be a joke of its own ideas.’

Panik bir anda alev aldı. İlk vaka, bizim komşu/ arkadaşın babası/ zonguldaktaymiş/Konya’da Konya’da/ hayır olm istanbulda! filan gibi yurdun pek çok yerinden değişik ilk vaka haberleri geldikçe; vaka sayısı toplamı  problemi kesin olarak çözülemese de; işlem sonucunun 1 olmadıgı anlaşılıyordu.
Artık izole ama hepimiz bağlıydık. Özellikle haber bültenlerine ve ardandan doktor-yorumcu; uzman yorumcu’lu korona özel sessionlarına.

bir kaç gün boyle telefon elde; kulak televizyon’da yaşadık.

Benim favorim Mehmet Ceyhan’dı. taaki şey diyene kadar...(neyse boşverin orasını)
Evet Mehmet Ceyhan’ın söylediklerini ciddiye alıyordum. Çünkü sakin sakin başlıyor ama sonra sinirleniyordu, yayını terk ediyordu. O bi tane kıvırcık var, her akşam onu haşlıyordu.
Özellikle işte Türk genine daha az bulaşıyor filan gibi geyikli doktorlara çıkışması hoşuma gidiyordu. Bir keresinde ağlatacaktı beni hatta. O şuursuzlardan biri şöyle bir yorum yaptı canlı yayında, 80 milyonun önünde utanmadan:
‘Yani biz panikliyoruz korkuyoruz da şu da bir gerçek, virüsun öldürme oranı %5 in altında aslında’ gibi bişey diyecek oldu.
Mehmet Ceyhan’ın yorumu şöyleydi.
'sizin anneniz babanız hayatta mı?  çünkü anneniz babanız öldüğünde ölüm oranı %100’dür.’

işte o an fena oldum.
Kalkıp mutfağa gittim, annemi aradım. Babam açtı.

- naber?
- iyidir yavru kuş senden naber, nasıl gidiyo Istanbul?
- yavru kuş mu? pişmiş tavuk diycen artık, bahtsız bedevi de olur?
gülüyor. Gel kızın arıyor diye sesleniyor anneme.
Anneme tutuşturuyor telefonu, programa geri döne derdinde bir an önce belliki. Tüm Türkiye gibi o da kilitlenmiş televizyona.
annemin ilk sorusu:
- naptin, ne zaman donuyorsun hollanda’ya?
- valla ne bileyim, biletim pazara da, şimdi baktım Tilburg’da durum kötü görünüyor. sadece bugün 87 yeni vaka diye açıklamış sağlık bakanlığı, 10 kişi ölmüş. Hergün double yapıyor rakamlar.
-yaa vah vah.
-hiç dönesim yok şimdi. Bi Maria’yi arayıp, yoklama çekicem ona göre bi aksiyon almam lazım.
-buraya gel, azıcık tatil olur.
- anne sen kaç yaşında olduğunu düşünüyorsun? bangır bangır bağırıyorlar 65 üstü risk grubu, ananıza babanıza yaklaşmayın diye... sen hangi alemde yaşıyorsun acaba? Bi de ben, okadar yurtdışından geldim; daha kendim covit miyim değil miyim belli değil.
- Yahu o öyle 14 gün dediklerine bakma 4-5 günde belirtiler çıkıyormuş. 14 gün max. güvenli olsun diye.
- e belki ben hafif atlattım;  zaten geldiğimin üçüncü günü epey başım ağrıyordu boğazım da kaşınıyordu
- çok içmişindir de ondandır.
- hey allam güldürme beni.
- fazla evham iyi değil, sen beni dinle atla gel, madem dönmüyorsun Hollanda’ya,  biraz tatil yaparsın burda iyi gelir. Ben seni karantinaya alırım burda. O kanalları da fazla seyretmeyin, her kafadan bi ses çıkıyor.
- Siz niye seyrediyorsunuz?
-kim seyrediyor?
- e babam koştura koştura gitti sana tutuşturdu telefonu.
-Yok be, O film seyrediyor. Gelmişiz 70 yaşına, nasıl öleceğimizi tartışan adamları mı seyredicez? Insanı evhamdan, bunalımdan öldürür bunlar. sende!

annemin bakış açısı boyleydi.
Kafam karışmıştı haliyle. Bu kadın hayatım boyunca kafamı karıştırmaktan başka birşey yapmadı zaten. O kadar kendi fikrine güvenli, kendi dik kafalılığında tutarlı ve kararlıydı ki... söylediği herşey make sense’di.

Maria’yı aradım. O gün itibariyle Hollanda’da günler açısından açık ve seçik olma yolunda önemli adımlar atılmıştı. Rivm diye bir web linkine tıklayıp, o gün kaç kişiye test yapılmış, bu testlerden kaç kişinin testi pozitif çıkmış, bu pozitif çıkanlar demografik olarak Hollanda’da nasıl bir yayılım göstermiş; bu pozitif çıkanlardan kaç tanesi sağlık çalışanıymış, kaç kişi hastaneye yatırılmış bu hastaneye yatırılanların kaçı yoğun bakım ünitesine alınmış, kaç kişi vefat etmiş ve bu vefat edenlerin en genci kaç, en yaşlısı kaç yaşındaymış? Bir de yoğun bakıma alınan ve vefat edenlerin yüzde kaçının ciddi sağlık sorunları varmış öğrenebiliyordunuz.
Dahası,
Bu web linkindeki aktüel bilgi her gün saat 14:00 (yani Türkiye saatiyle 16:00, o tarihte) itibariyle yenileniyordu, Hollandaca ve ingilizce olarak.

Buna rağmen hala bir bakıma belirsizliğini koruyan detaylar yok değildi. Maria ısrarla gelme diyordu.
- Kapatmayacaklar işyerlerini bunlar. Herd immunity, en kötü intelligent lock down filan gibi birşeyler mırıldanıyorlar. Valla bunların niyeti kötü.
- İznim pazara kadar.
- mazeret bildirirsin. Ben de öyle yapıcam bir kaç hafta gitmeyi düşünmüyorum, evden takılıcam.
- Düşünüyorum da, işler daha kötüye gider de kapatırlarsa, kalırım burda; gerçi iyi mi olur kötü mü olur diye de kafam karışıyor. Başvurum var biliyorsun.
- Sürekli oturum izni için mi?
-Aynen, Haziranda başvurucam kısmetse.
-vay be becerdin bu işi desene. Seviniyorum senin için.
-Valla hiç emin değilim şu an becerdiğimden.
-Evet zamanlama çok kötü hakkaten. görüyor musun Santiago ne işler açtı basımıza?
-Ne dedin?
-Santiago diyorum.
-Nolmuş ona?
-E Hollanda’ya virüsü getiren O ya?
-Nası ya?
-Valla biz şirketçe ilk vakanın Santiago olduğuna inanıyoruz.
-Şu an şaka yapıyorsun değil mi?
- Hayır.
- Yav açıklanmadı mı?adam 59 yaşındaymış.
- O değilse de babası diye düşünüyoruz.
- Hayır niye böyle bir şey düşünüyoruz?
- Çünkü Santiago ortada yok.
-Nasıl ya?
- Valla Santiago kayıp.
-E ben gördüm onu.
-Nerde, nezaman?
-Buraya gelmeden önce. Bizim sokağın orada. Sapasağlam yürüyordu.
-Emin misin?
-Eminim tabi, Santiago’yu başka biriyle karıştırman mümkün mü?
-Doğru. Bak bu çok ilginç, çünkü karnavaldan beri onu son gören sensin öyleyse. Telefonu filan kapalı hep.
- E gitmedi mi kimse evine?
- Ben gitmedim, ama muhakkak ulaşmaya çalışan olmuştur. Şu an kimse kimseye gitmiyor zaten.
-vay canına. çok merak ettim şimdi. Gelişmelerden haberdar et ve kendine dikkat et bak.
- Sen de, ve gelme!



Telefonu kapattıktan sonra Hollanda’ya dönmeden bir kaç gün de olsa Annemlerin yanına Bodrum’a gitmeye karar verdim. Olric’in de dediği gibi en kötü yakarım dönüşü diye düşündüm.
Gökçe bu kararı son derece riskli ve aptalca bulsa da iknada başarılı olamadı. Biletimi almıştım yatmadan önce.



Devamı gelecek! :)

31 Mayıs 2020 Pazar

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #8

'Mısra 509: Gene böyle yaldızlı ve...

Tarih bir tahriften ibarettir. tarih geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil.’'

ve bir de ne demişti şair
''tabir edilesi değil
tamir edilesi rüyalarım var.''

Haftasonu rüya gibi geçmiş; arkadaşlarla hasret giderilmiş, sivas maçı berabere bitmiş, epey bi sigara ve alkol tüketilmişti. Yeni hafta baslamış, gece yürüyüşünden mütevellit gözaltındaki kadınlar -32 tanesi birden- sabahın ilk ışıklarıyla serbest bırakılmış, herkes işine gücüne dağılmıştı. Ben de telekom, banka şubesi, noter, vergi dairesi filan gibi sevimsiz işleri biran önce bitirip azıcık keyfini çıkartmak istiyordum şehrin. Ama nereye gitsem turist muamelesi çekiyordu istanbul bana. Özellikle Gayrettepe telekom maceram fiyaskoydu. Bildiğim yollar bildiğim yerlere çıkmıyor, binaların giriş kapıları açılmıyor, metroya binicem, akbilim bile yükleme yapmıyordu. 'Vay anasına, varsan baksan iki yıl uğramadık!  Dünyanın hiç bir yerinde bu kadar yabancı hissetmedim' diye düşündüm. O beylik cümle var ya; 'İçine etmişler şehrin!’;  hah işte, sağa sola bakıp içimden sürekli bu cümleyi tekrarlıyordum. Ama sonra birşey oluyordu mesela;  metro’da bi genç, akbilimin çalışmadığını görüp ’ben basarım siz geçin‘, diyor; bankta oturan amca, 'girişi arkaya aldılar kızım, soldan dönüver' diye işaret ediyor, bi köpek miskin ve ’başımı okşasana acık’ bakışlarıyla bacağıma sürtünüyor, bi kedi miyavlıyor, aygazvari salak bi korna sesi duyuluyor ve bütün bunlar beni gevşetmeye yetiyordu.

Ilk günler akşamları epeydir yüz yüze görüşmediğim insanlarla buluşup, musaitlik durumuna göre yemek yiyor; kahve veya bi kadeh bişey içiyor; sosyal bağlantıları taze tutma girişimleri gibi tutunma refleksleri veriyordum. Her reunion beklediğim tadı vermiyordu yalnız. Muhabbetin bir yerinde bir mekandan söz açılıyordu mesela; ‘aaa orası kapandı tatlım; o binanın altına bilmem ne açıldı.’ 'Kemaller mi, hiç görüşemiyorum, galiba onlar da Izmir’e taşınacaklardı filan gibi cümleler geldikçe ve ben kafayı buldukça daha moody bir hüzün çöküyordu içime. Ayrıca insanlarla iletişim halinde olmakla, fiziki dünyada sosyalleşmek arasında büyük fark vardı. Iki yıldan uzun bir süredir görmediğim dostlardan biriyle otururken ayıldım ki, ben artık bu şehirde yaşamıyordum ve her ne kadar hayatındaki değişikliklerden haberdar olsam da, aslında bu değişikliklerin onu ne kadar değiştirdiğinin farkında değildim.
Nereye dönecektim ben? Ne sanıyordum? yarın da bugün gibi mi olur sanıyordum o gün?

Kafamda Keane çalıyordu. tatlı tatlı sokuyordu lafı.
you say you wonder your own land, but when I think about it, I don’t see how you can

Önce Olric yapıyor sandım. Oysa o pek dayanıklı değildi içmeye; birinci kadehte sızar kalırdı cenin vaziyette bi köşede.

susmuyordu Keane.
you’re aching,
you’re breaking
and I can see the pain in your eyes,

says everybody’s changing and I don’t know why.’
Mırıldanıyor musun sen? dedi Ebru.
Bazen dedim.
Bi kadeh daha söyleyelim mi? diye sordu. Hayır dedim, artık kalkayım, bu aksam Gokce’deyim geç olmadan evin yolunu bulayım, malum beyaz yaka onlar, yarın işe gidecekler, efendi gibi kapıyı çalarak gireyim eve.
Peki dedi. Çok özlemiştim seni. Neyse yakında döneceksin, araya kapatırız.
kafenin önünde öpüşerek ayrıldık. O caddeye doğru yürüdü ben asmalı’dan aşağıya... Bulvara inip cihangire gitmek için bi taksiye binecektim. Akşam kızıllığı içime işledi. Sanki burnumdan girdi boğazımdan geçti, midemi yaktı resmen. Yürüsem mi dedim biraz. Perapalasın oraya çıktım. Pera müzesinin önünden Galatasaraya yürürüm diye düşünüyordum. Tuyapın orası tuhaf bi otopark-tostçu filan gibi bişey olmuş. ’Kime peşkeş çekmişler acaba burayı, manzarası da on numaradır buranın’ diye düşündüm. Ama o kadar itici ki, insanın içinden oturup bi çay bile içmek gelmiyor yani. Yanında da o çirkinler abidesi trt binası. Güzelim Londra otelinin tam karşısında aynalı bir saçmalık. Aynalı bina nedir kardeşim orada? Ve bu devlet televizyonunun binası yani. Herşeyi dönüştürdünüz de, bi buna mı yok bütçe? Hayret. Ben Londra otelinin yerinde olsam, ön ayak olur, bi kampanya başlatırım şu trt binasını yenileme için para topluyoruz Allah rızası için desen...etraftaki esnaftan ; müşteriden filan... diye icimde söylenirken;
Kafamı kaldırdım.
Londra oteline şöyle bir baktım.
Balkonlu odalarına.
Öyle esti ve kendimi resepsiyonun önünde buldum. Balkonlu odalardan müsait olan var mı diye sordum.
3. kat balkonlu oda müsait dedi resepsiyonist arkadaş.
Kimliğimi ve kredi kartımı uzattım.
Ödemeyi çıkarken alırız, kimlik yeterli dedi.
- Papağan duruyor mu?
- Tabiki. Duvarın arkasında.
- eskiden barın yanında durmuyor muydu?
- ara ara yerini değiştirmemizi istiyor.
-Keyfi yerinde mi?
-yerinde yerinde.
-Konuşuyor mu?
-Canı isterse.
-yabani yine yani.
-yaşlı da.
-Bi türk kahvesi alabilir miyim odaya?
-Tabi siz çıkın ben göndertiyorum.


Odaya çıktım. Dökülüyordu, ama temizdi. Tam beklediğim gibiydi.  Bakımsız mobilyaları ve old fashioned dekorasyonu yıllardır aynı. Bu otelde sadece yataklar yenilenir. Istanbul’da değişmeyen çok az mekandan biridir Londra Oteli. Yıllardır aynı aile tarafından işletilir, odalar makul fiyatlıdır, temizdir ama sadece ihtiyaç halinde masraf yapılır. Ve otel çalışanları süper insanlardır. Güvenlidir. Bundan yıllar önce perada bi kulüpte anahtarımı kaybedip sabaha karşı sokakta kalınca keşfetmiştik burayı. Şans işte.
Biliyordum zaman durmuştu Londra Otelinde. Sanki bir isyandı. Biliyordum değişmediğini. Ve ben doğru yerdeydim. Hay impulsiveliğimi seveyim. Gökçe’ye gelmeyeceğimi haber verdim beklemesinler diye. Sonra da balkonda kahvemi içtim bir güzel, halis uzerinden güneşi batırdım ve balata karşı fotoğraf çektim. Çok huzurluydum.










"I get these moments when I have to lie down because everything feels sort of too much and I look up and see the blue, or the grey, or the black and I feel myself melting into it. And, for like a split second, I feel free. And happy. Innocent. Like a dog, or an alien, or a baby."





DEVAMI VAR HALIYLE....

22 Nisan 2020 Çarşamba

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 5



ve beklediğim telefon çalıyordu. Hemen açtım.
uğultulu ve cızırtılı bir iki saniye... yarı kısık, karga gibi bir ses.

oooooooooooo
hişşşşş
biiir
ikiii
üç
(ve koro)
laylaylaylaylaylaylaylaylay
ooooocimbombom
laylaylaylaylaylaylaylaylay
ooooocimbombom

En az beş altı kişi varlardı. Kudurmuşlardı. Gözlerim doldu haliyle.

- olm niye görüntülü aramıyosunuz?
- şeklimiz bozuk.
- çok mu sevindiniiiiz?
- bildiğin gibi diiiil. Gördün mü Melo'nun videoyu.
- gördüm gördüm, tam da tercüman olmuş hislere namussuz. iyi bari hayırlı olsun.
- hepbirimize  hepbirimize.

arkadan hala gürültüleri geliyordu.

- kim kimsiniz?
- herkes burda; adrenalin rush!
-maaşallah maaşallah; en kötü günümüz böyle olsun.
- Aminnnn! aldın mı izni geliyor musun?
- geliyorum geliyorum. 7 mart.
- bende mi kalcan Merve’de mi? senin ev kirada, degil mi hala?
- kirada kirada. Sende veya Merve’de kalırım.
- iyi iyi. kızım italya’ya sıçramış diyorlar Corona, oralarda durum nasıl?
- e orda çok Çinli nüfus var. Tekstil işçisi çok. Burda bişey yok.
- valla dikkat et, Çin’de durum çok vahim yav.
- Tilburg’da olmaz korona morona. Ne alaka?
- iyi bari... Tamam.  Geleceğin zaman haber ver. Öpüyorum aslan kardeşim.
- Ben de, ben de! Ha Gokçee,  herkes oradayken hazır, sor bakalım birşey isteyen var mı?
-Tamam ben sorayım siparişleri yazarım sana.
- ok.

Süper Aslan kardeşlerim, tarihi gecede, 20 yıl sonra gelen derbi galibiyetini tabiki bensiz kutlamayacaklardı. Uzaktan da olsa bi tribün keyfi yaşatmışlardı bana. Pek keyifliydim o gece. Epey bi yorum dinledim canlı tv yayınlarına bağlanarak. sanki istanbul’da evimde dijitürkümün karşısında zaplıyormuşum gibi. O gün günlerden Galatasaraydı.

birkaç gün içinde italya’da vaka sayıları 3 günde tuhaf ve beklenmedik bir hızla artmıştı. Tedirginlik yükseliyordu herkeste. İş yerinde de yavaş yavaş mevzu olmuştu ama hala ana gündem Karnaval’dı.

Karnaval

Beşinci karnavalım. öyle sıkıcı ki. üçüncüden sonra şişmiştim zaten. Her sene aynı şey, kıç kadar kasabada aynı tipler, kostüm mağazalarından alınmış aynı hazır kostümler; yaratıcı hiç birşey yok. Aynı bandolar. aynı aptal müzik, devasa kartonlardan yapılmış dev kuklalar, yine Tramp kuklası en önde; bu yıl Greta da var galiba... Bol schrobeller, parası yetmeyene bol bira. birinci yıl , ikinci yıl enteresan geliyor da...

Neyi kutluyorlar? baharın gelişini mi?
yooo. daha çoook var. En az bir ay daha dinmez bu yağmur. Ama anlatıyorum size insan şişiyor burda kışın. Şubatta zirve yapıyor depresyon. Bişey lazım.

aslında bunlar hep Katolik kilisesinin işleri. Bu karnaval eskiden 'ash wednesday’ dedikleri paskalya öncesi 6 haftalık oruç arifesinde, tüm sosyal normların bir kenara bırakılıp kudurulduğu bir geleneğe dayanıyor. Bizimki gibi değil; sadece et yemiyorlarmış; bir iki bişey daha vardı da karışık çok ilgilenmedim. Zaten günümüzde böyle bir oruç tutan yok pek. O eskidenmiş. Oruç bitmiş karnaval baki kalmış. Sabahlara kadar için kuduruyorlar saçma sapan.

Bi de nasıl yağmur yağıyor. Hayatta çıkmam sokağa ben bu yağmurda dedim Maria’ya. İyi dedi ben çocuklarla buluşucam istersen gel. Gelmem dedim. Gitmedim de.
Karnavaldan sonraki hafta ofis çalkalanıyordu.
iki önemli mevzu vardı.
Biri: Lemy karnaval haftasonunda kız arkadaşını terk etmiş; ofisten Janneke ile sevgili olmuştu.
ikincisi: Hollanda’daki ilk corona virüs vakası Tilburg’da tespit edilmişti ve Santiago ortada yoktu. en son karnavalda görülmüştü.

aradınız mı?  dedim.
telefonu kapalı. Öksürüp duruyordu bütün parade süresince; sonra da büyük partiye katıldık. Herkes kendini kaybetti zaten. Kim nereye savruldu belli değil. O gün bugün yok ortada.
- canım hastalık izni almıştır,  sordunuz mu müdürlere?
- yok aramamış; onlar da ulasamamışlar.
- Tuhafff
- bak ne diycem bu o lombardiaya gittiydi ya?
- eee
- Korona vakası Santiago olmasın. vakanın yakın zamanda italya’da tatile gittiği yazıyordu gazetede.
- E hani gittiğine inanmıyordunuz? evde yatıyordur diyordunuz.
- Vallahi de tesadüfün bu kadarı fazla.
- yav yok! o telefonunu kaybetmiştir, çıkar gelir yarın. Italya’dan doneli on gün oldu, hasta filan degildi, ayrıca çok merak ediyorsanız akşam bi uğrayın kapıdan.
- ben uğrayamam, müdürler gitsin baksın. dedi Casper.

Janneke ve Lemy’nin sevgililik ifşa çikolatalarını yiyorduk bir yandan da.
O da neyin nesi diyeceksiniz.
Çok garip huyları var. Ofiste ilişki yaşamak yasak değil ama gizli yaşamak yasak. Onun için biriyle sevgili olacaksanız tüm departmanı doyuracak kadar çikolata (şeker filan bütçene göre artık) alıp geliyorsun ve sevgililik durumunu ifşa ediyorsun. Seni kutluyorlar vs.vs Doğum gününde; çocuğunun sünnetinde filan da aynı şekil. oyun parkı gibi bir yer; millet nelerle uğraşıyor bunlar ne kafalardalar. Çok gereksiz işler ya neyse...

Santigo için gerçekten endişelenmemiştim. Çok saçma olurdu öyle bisey. Nietzche ne demiş? "Birey herzaman sürü tarafından yutulmamak için mücadele etmelidir.”
Günümüz insanının veri işleyişi tıpkı bir bilgisayar yazılımı gibi sağduyu ve açıklanamayan altıncı histen yoksundu. ya sıfır ya bir.

Santiago’yla ilgili tüm belirsizlikler bir bakıma açık ve de seçik, coronaya işaret ediyordu.
ama...

“Cennet muhallebiden duvarlar demek değildir sayın yetkili cennet insanların birbirlerini dinlemeleri demektir birbirlerine aldırmaları birbirlerinin farkında olmaları demektir” 

ve fakat; 











Devam edecek...
tabiki.


 






3 Nisan 2020 Cuma

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #3


İnsan en çok kendiyle ilgilenir; ama bu ilgi bir yönteme dayanmaz ve kendini tanıma sorunu bilimsel bir yolla çözülemezse sonsuz bunalımlar karanlığına düşer birey. Değerini tam bilmeyen kişi, gereksiz yakınmalarla gün geçtikçe daha da bozulur ve çürüyüp gider. Kişisel değeri büyütmek de küçültmek de aynı derecede zararlıdır. Yola çıkmadan önce altından kalkamayacakları bir yükün altına girenler daha işin başında ezilip kaybolurlar; gerçek değerinin çok azını ortaya koyanlar da kısa zamanda tembelleşip bir işe yaramazlar. *

Kesinlikle bir yöntemim var. Zati kendimle ilgilenme yöntemim bu benim: 'çile çekmemecilik' diye düşünüyordum. 
Olric olsaydı...Yoktu henüz.

Buda’nın neferleriyiz; çile bülbülüm çile. Bi yogaya mı dursam?
Shakespeare’nin bir oyunu vardı;  All’s well that ends well. Çok güzel çevirmişler; ‘ yeter ki sonu iyi bitsin’... ayrıca sonsuz bunalımlar karanlığında filan değildim sadece d vitamini eksikliği... Annem WhatsApp call’dan denizi gösteriyor işe yarayacağını düşünerek...     
   



"Bütün değerlerimizi önce yok sayarak işe başlamalıyız. Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelikler olabileceğini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız.” *

not: kendimi okuduğum romanlardan tanıyorum; okuduğumu anlayabildiğim kadar anlıyorum. Hep göreceli, hep durumsal. Okuduğu romanlardan beni tanıyabilen biri beri geleydi, fikir teatisi olurdu.

- anne ben dönücem. 
- nereye?
- oraya.
bir nefeslik ara veriyor, o esnada belki bir açıklama getiririm diye bekliyor sanki. mecalim yok. anlıyor bi tuhaflık olduğunu.
- ne zaman?
- şimdi.
- nasıl?
- arabayla.
- ne diyosun be?
- ne bileyim? tek kelimelik sorularına tek kelimelik yanıtlar veriyorum. 
- hey allam, tövbe estafurullah! Nooluyo? 
sonunda 'neler oluyor?' sorusunu sormak aklına geldi. 
- noolsun iç güveysinden bi tık kötü. Fenalardayım, daralıyorum. Çok sıkılıyorum. Galiba tesisat sorunum da var. Salonun tavanında, üst kattaki duşun altına denk gelen yerde bir lekelenme var, kesin su kaçağı... Hem geçenlerde de sigorta attıydı hani telefon etmiştim ya babama...
- eee?
-anne bunlar nasıl anne tepkileri yeaaa?
- ne dediğini bi anlasam bi tepki vericem de; şu an ambale vaziyette dinliyorum. Neydi o Gunay Usta var diyordun çağır onu baksın. 
-Anne adam marangoz, ne anlar tesisattan? 
-Alevi diyordun anlayan birini tanıyordur. 
-Alevi olmasıyla nasıl bir alaka kurdun şu an?
- e sen demedin mi geçen çağırdığında  gelememiş Nazım Hikmet günü yapıyorlarmış derneklerinde, hatta seni de davet etmiş. 
-eee?
-sen anlamıyorsun. Aleviler sosyaldir; birbirlerini tutarlar. Hele gurbette daha bi başka. 
-Aleviliğe mi geçeyim , ben de mi Alevi olayım diyorsun? anlamadım.
Gülüyor.
-Eşek sıpası sen benimle dalga mı geçiyorsun? 

Anlıyorum tabi anlamasana.. ne düşünerek genellemeler yaptığını, algısının yönünü, nereden geldiğini; taaa nerelere gidebileceğini...bu yargı onda neden var? anı mı bellek mi? yargılarımız kendi istatistiklerimize dayanıyor. Tuhaf. 
- anne burda hiç güneş çıkmıyor yaa....Günlerdir  renksiz ışıksız, bazen sulu zırtlak, yetti canıma.  Ben dayanamayacağım. Döneyim artık diyorum.
- iyi döön....     ne zaman?
şimdi.
- hah başladık yine, hey allam!!! 
-ama sen de tekrara düşüyorsun napiyim?
- E hani dünya üzerinde insanca yaşanacak tek kıta avrupaydı?

bi es veriyor. sigara içiyor olsa bir nefes çekti diyeceğim. 


- Iyi dön ama... ondan sonra trafikte adam önüme kırdı, emniyet şeridini işgal ediyorlar,  yok çöpçü çöpü alırken konteynırın etrafındaki çöpleri yerde bıraktı, komşunun yeni mutfak inşaatı  pazar saat sekizde başladı diye oraya buraya saldırma.

- yok valla yeminle komşunun külüne molozuna ; matkabına muhtacım. O derece. 
- taze bitti canım hepsi kentsel dönüşüme gitti komşuların. Molozları duruyor tabi lazımsa.
-şakacı anne.
- dayan azcık daha aaaa..99. merdivenden inilmez. Bahar geliyor bir iki hafta izin alır gelirsin. Mayısta gel dut yersin. bir hafta geçmeden de ben döneyim dersin. 
annlamıyorsunuz, hiç anlamıyorsunuz. 
- al bak sana azıcık denizi göstereyim.
kamerayı dışa döndürüyor. Artık resmen uzvu gibi olmuş o telefonun bazı özelliklerine nasıl bu kadar hakim olduğuna, onları bu kadar çevik ve efektif kullanışına hayret ediyorum   bazen.  Annem yarı-sayborg gibi bişey.  İşte deniz görünüyor oralarda bir yerlerde, bahçesindeki badem ağacının dallarının ucundan.
- anne nispet mi yapıyorsun? çok bunalıyorum diyorum.
- arabayla gelme, uçakla gel. Tamam mı?
...

I really do!


Kişinin esasen eyleme geçmesi, esasen trompetlerin üflenmesine bağlı değildir. 
Anımsanan şey uzaklara atılabilir, ama tıpkı Thor’un savaş çekici gibi geri döner, hatta bununla da kalmaz bir güvercin gibi anımsanmayı arzular. Evet bir güvercin gibi, her ne kadar satılsa da, kimselere ait olamaz bir güvercin, çünkü o her zaman yuvaya geri uçar.
hafıza ise doğru hatırlamayla yanlış hatırlama arasında mütemadiyen silinir. Örneğin sıla özlemi dediğimiz şey nedir? Anımsanan bir şeyin yad edilmesidir. Sıla özlemi kişinin yokluğundan kaynaklanır. **

Issızlık durgunluk kadar sarhoş edici başka birşey var mıdır? son okuduğum cümleyi zihnimde gezdirerek kitabı kapattım. Gökyüzüne baktım. ağacın dallarındaki siyah kuşlara baktım.  Cümle zihnimin odacıklarından bir başka kapıyı açtı. Edgar Allen Poe’nun kuyu ve sarkacını bilir misiniz? Şu defterde olacak alıntıladığım cümlesi... Olric getiriver bi zahmet; Alexa, sende ışıkları aç be gülüm karanlık oldu.

the blackness of darkness supervened; all sensations appeared swallowed up in a mad rushing descent as of the soul into Hades. Then silence , and stillness, and night were the universe.
Olric çeviriverdi bir çırpıda. 

'karanlığın siyahı sarıvermişti aniden; ruhun Hades’e inişi gibi, haletiruhiye çılgınca bir hızla yutuluyordu. Sonra sessizlik, ve dinginlik, ve gece kainat oluyordu.'  

-bi müzik bişey aç Olric!
- Alexa diyecektiniz efendimiz.
- hay ben sizin hiyerarşinize...

Aaa ne güzel Kaan Boşnak parçası. 




- 7 mart gidiş 15 mart dönüş, nasıl?

- bomba!
-dönüşü açık mı alsaydım Olric?
- en kötü yakarsınız efendimiz.

DEVAM EDECEK...


* Oğuz Atay - Tutunamayanlar
** Soren Kierkegaard - Hakikat Şaraptadır.

28 Mart 2020 Cumartesi

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #1

Bu günlerde aklıma takılıyor Lars von Trier’in Melancholia’sı!



Şubat ortalarında günlerden bir gün...

Sabah 10 civarı, hava 3 bilemedin 4 derece olmalıydı.
Kafeteryanın dışarıya açılan kapısı aşırı rüzgardan sebep, itince açılmıyor.  ‘Eeeh-lla' diyerekten başladığı cümlesini okkalı bi küfürle bitiriyor Maria, bir elinde tuttuğu karton bardaktaki kahveden bir kaç damla kabanına sıçrayınca, kapıya yüklenirken.
Yunanca küfür dağarcığımda bu seferki yok. Mealini sormama fırsat bırakmadan resmen bir tokat akşediyor sağ yanağıma rüzgar.
'Küfrü o salladı tokadı biz yedik, iyi valla' diye geçiriyorum içimden.
'Sigaraya başlamasaydık iyidi' diyorum; 'kasırgayla hiç iyi gitmiyor.' Maria ters ters bakıyor; 'sabah bi kahve-sigara keyfimiz var; suratsızlığınla onun da içine etme' diyor.
- Ben mi suratsızım? Az önce ağız dolusu küfrettin be, gelmişine geçmişine...
- Ettim ne var? ben bu gri gökyüzünün... kasırgasına da...Ben küfredip atıyorum bünyemden. Sen mızmızlanıp karanlığı daha da karartıyorsun. Sende ‘seasonal affective disorder’ var.
diyor Maria kahvesini yudumlarken. Bir yandan da ikinci sigarasını çıkarmaya çalışıyor kutudan. ilkinin yarısını rüzgara kaptırdı çünkü.

-Buyur afedersin?
-Tabi öyle! SAD’sin sen Sad.
-Bi yürü git!

Gülüşüyoruz ama biraz da Sad’im doğru, o sıralarda.
Dedim ya, o zamanlar henüz Olric yok ve ne tuhaftır ki hava raporları günlük bültenlerden sonra degil önce okunuyor bir haftadır, zira Kiera kasırgası Çin’de hızla artan korona ölümlerinin bir haber önünde.    

Maria 'çin’in toplam nüfusu düşünülürse biraz abartılıyor gibi geliyor bana bu rakamlar' diyor.
'bizim basında da senin gibi düşünenler var' diyorum. 'Bu söylentileri çin'in belini kırmak için çıkartıyorlarmış...'
- hatta bir bayram tatilinde 250-300 kişi kaybediyoruz trafik kazasında diye yazmış bir köşe yazarı.
-exactly! diyerek heyecanlanıyor yine.
-virüsün aşısı bulunur, hastalıktan kurtulunur da; cahillik ve yoksulluktan nasıl kurtulur insanlık? bu düzen hepimizi yutacak niye görmüyorlar?

hemen yapıştırıyorum lafı gediğine.

- S.A.D !!!

biz bu minvalde, cin fikirliliğimiz, bilimum kültürlülüğümüz ve yeri geldiğinde yere göğe sığdıramadığımız, yeri geldiğinde gömdüğümüz akdenizliliğimizle, dünya ahvaline çemkirerek havadan sudan anksiyetelerimizi yarıştırken;  ispanyol Santiago yaklaşıyor yanımıza.  O da tüttürecek bi sigara, yarısından fazlasını rüzgarla paylaşaraktan...

O da herkes gibi havadaki ağır kasvetten dem vurdu sigarasını yakar yakmaz işte.
- Önümüzdeki hafta için izin istedim bir hafta Bergamo’ya gideyim, kayak tatili çekeyim kendime diyorum.

Maria’yla, ikimiz birden, aynı anda; ‘nerede orası?’diye soruyoruz.
'İtalya;  Milano’nun kuzeyinde' diye anlatmaya başlıyor bizim tıfıl ispanyol. Lombardia kış tatili için muazzam bir yerdir.

Maria atılıyor:
'kış tatili kavramı çok saçma geliyor bana' diyor. Bizde kışın tatil olmaz. kışın gezi filan olur. Tatil dediğin denizdir; malak gibi güneşin altında yatmaktır diyor. Bana dönüyor onay almak istercesine...
'yoooo' diyorum 'biz de vardır kış tatili kavramı'
'Uludağ olayı var bizde.'
karneyi aldın mı çekersin kar botlarını, montlarını çıkarsın uludağa... kayak, kızak, teleferik, kar helvası...artık doğa ne verdiyse;  neye gücün yetiyorsa. Babam her 15 tatilde, günübirlik bile olsa götürürdü bizi çocukken, kuzenler filan.
Maria yorumuna onay alamamanın isyankarlığıyla ‘peh!’diyor alnını buruşturarak. Biz de de Parnassos var ona bakarsan.
İşte o anlardan biri... yine yedi golü, Yunan damarına bastım, Hahayt.

Arada yapıyoruz bunu birbirimize, bazan o da benim Türk damarıma basıyor. Ama hep kendi içimizde kapışıyoruz. yoksa genelde Hollandalıların arasında birbirimize asla toz kondurmayız. Aynı coğrafyanın  insanıyız diye. Kardaşız o bağlamda. Bir tek dolma hadisemiz var ki:  Milou şahit olmuş; epey bi gerilmişti.
Bilirsiniz işte, ‘dolmanın orijini Turk mutfağından mı Yunan mutfağından mı’ sorunsalı.

'Tabiki Türk!!!' diye tepiniyordum. 'Ne münasebet' diyordu Maria. 'Pekiala Yunan olabilir, ki öyledir!'
'Peki' diyordum söyle o zaman Yunanca ismi ne?
- Dolmaki
- Tamam anlamı nedir 'dolmaki' kelimesinin?
- yahu 'dolmaki' yemegin adı.
- tamam ama kelimenin bir kökü, bir tanımı var değil mi? niye 'dolmaki' koymuşlar bu yemeğin adını?
- ne bileyim ben?
- peki yemek haricinde nerede kullanılır bu 'dolmaki' kelimesi?
- hiç bi yerde!
- neden? düşün bi! çünkü Türkçe! Bizde dolmanın bir anlamı var. Dolmak, doldurmak fiilinden geliyor. Peki bu yemek Yunan mutfağına aitse ne diye Turkçe bir isimle adlandırılıyor?
- ne bileyim ben? bizde bi sürü yemek var bi anlama gelmeyen.
- onlar da Türk yemeğidir de ondan.
- peh!

evet o zaman da peh! demişti aynı burun kıvırma nidasıyla hatırlıyorum.
Santiago lafa giriyor. öyle dudak büküyorsun Maria ama buradan daha güneşli bir yer Bergamo. Telefonundan bi google image buluyor gösteriyor. İşte ilk kez o gün görüyorum o güne kadar adını duymadığım Bergamo’nun resmini. Bayılıyorum.

 herşeyi duyuyoruz hiç bir şeyi bilemiyoruz OLRIC!


DEVAM EDECEK...


13 Aralık 2013 Cuma

13.12.1977

"Ben de hepinizden farklı bir solucandım, kim bilir?
Şimdi yarısı ezilmiş , yerde yattığı için belli olmuyor."

Oğuz Atay- Tutunamayanlar

7 Mayıs 2013 Salı

şu var;

'yapraklarını birbirine sürterek varlığını duyamazsın. Bir ormanda olmalıydın. Ölünceye kadar yerinden kımıldamayacağını bilen bir ağacın rahatlığını duymalıydın. Bütün ağaçlara bakarak; kimsenin yer değiştiremeyeceğini düşünerek ferahlamalıydın. Hayır , bir su yosunu olmalısın. Suyun serinliği ve ıslaklığını duyarak dalgalanmalısın. Bütün istediğin , uçsuz bucaksız bir sudur ve her zaman bütünlüğüyle saracaktır seni.'


12 Aralık 2012 Çarşamba

35 yıl önce bugün...

"Olur mu, Metin Olur mu? üzüntümüzü nasıl unuturuz başka türlü? Hem ben engin ruhluyumdur, şair tabiyatlıyımdır. Kaptırdım mı kendimi tutamam artık Sen beni rahmetli..." Birden şaşırdı fakat üç masaya sığmayan mezelere saldırmaya başladı bile... Kimin rahmetli olduğunu sormak bile aklına gelmedi... Ah rahmetli; ne kadar haklıydın, kimse kimseyi dinlemiyor dediğin zaman.
(Tutunamayanlar)

35 yıl önce bugün rahmet*li olan Oğuz Atay'ı anarken, gani gani...


* tdk'ya göre:
rahmet 

isim Arapça ra§met
1. isim Birinin suçunu bağışlama, yarlıgama, merhamet etme
"Allah rahmet eylesin."
2. Yağmur
"Kubbedeki açıktan rahmet yağar, güneş vurur." - A. H. Tanpınar

rahmetli olmak 
ölmek


'