Tumblr ya da facebook muamelesi yaptığım bloguma uzun uzun
yazasım var bugün.
Baktım buralarda avare avare dolanırken zevk-u sefa halindeki ruhum ara ara
daralıyor, bir sızı, birşeyler… oturayım yazayım dedim bu akşam üstü.
Vallahi de özlemedim billahi de özlemedim memleketimi, alsalar buralarda takılırım ömrümün sonuna
kadar.
Bizim memleketin üstüne yokmuş, İstanbul 8 bin yıllık
tarihiyle tartışılmaz bir numaraymış, sahillerimiz şöyleymiş, denizimiz
böyleymiş, sanatımız, kültürümüz, dinimiz, imanımız allah allah diye tutmayın
bizi oluyoruz ya bazan, aynı oduruma düştüm dün akşam; “bar royale” denilen alkol satılan mahalle
kahvesinde yerel halkla kaynaşıyorduk futbol izlemek suretiyle…kendimi bizim
memlekete methiyeler düzerken buldum. Sonra bir utandım bu heriflerden biri -olmaz
ya- kazara istanbul’a bodrum’a filan düşecek olsa hakkımda ne düşünecek
acaba? Yalancının ya da hayalcinin biri
olduğumu. Gerçi ikisi de zaman zaman doğrudur.
Bugün öyle memleket havadislerine sörf yaparken cüneyt’in
programını gördüm. Zamanında Kral
Abdullah’a satılan “sevda tepesi”ne
çıkan imar izninden bahsediyordu. 28 yıl
önce satılmış 57 bin 140 metrekarelik koru… bu korunun suudi kralına satlmış
olmasının ne kadar abesle iştigal olduğunu bırakıp kaç paraya satıldığını
tartışmaya başladılar, bir ara 27 milyona mı 1 milyona mı? Fark edermiş gibi… sonra
imar izninin neden şimdi çıktığı üzerine bir takım spekülasyonlar yapmaya
başladılar, bu muhabbet de “eh sattık madem, kral da gelip tesis yapacak mış
bari, bize ne menfaati olacak, hani okul mu yapacak van’daki depremzedelere
konut mu yapılacak bu parayla’ya” bağlandı mevzu…
Yapar tabi âlâsını yapar da… mevzu bu mu yani?
Neyse
Amalfi Coast denilen Salerno’dan Positano’ya uzanan sahil
boyunu hem denizden hem karadan gezme şansına eriştim sonunda. Çook da
öncelikli değildi benim için, Campania Bölgesi’nde ilgimi çeken çok daha başka
şeyler var. Aslına bakarsanız Amafli
Sahillerinde Türkiye’den gelen biri için hiç enteresan bir şey yok, bizde ne
sahiller var. -ya da “var-dı” hatta
bazıları için “var-mış-tı” diyeceğiz artık. çünkü bazılarını görmek hiç nasip
olmayacak.
Vietri Sul Mare, Miori, Ravello, Amalfi, Positano hepsi birbirine
benziyor ; İşte malum kalabalık turist kaynayan bir plaj, kimisinde marina ve
muazzam tekneler, ufak bir sahil kasabası meydanı, hediyelik eşyacılar ve
restoranlar, şıpıdık terlkili mahşeri kalabalık…
Amalfi Coast bir uçtan bir uca topu topu 40 km ama gel de
arabayla gitmeye kalk. Saatler sürer, çünkü herifler tek bir kayanın kumuna,
tek bir ağacın yaprağına dokunmamışlar, yol kimi yerde tek bir arabanın
geçeceği kadar… sahil boyunda otel falan yok. Yapılacak desen o da yok, inşaat
halinde filan tek bir yapı görmedim. Arabayla
40 km falan gitmedik Miori’den geri döndük ilk gün. İkinci gün Salerno’dan
tekneler kalkıyor Positano’ya kadar gidiyor dediler, daha makul geldi, iyi de
oldu hakikaten akılcı olan buymuş. Denizden sırayla bütün kasabaları gördük,
başımız göğe erdi. Tepelere baktıkça içim cız etti… bizde peyzaj peyzaj diyip
duruyorlar, peyzaj öyle değil böyle olur der gibi korumuşlar memleketlerini.
Capri’ye de bir sinirlendim. Saat 5’e kadar kalabiliyorsun çünkü. Seni geri
götürecek son tekne 5’de kalkıyor. Gece de kalayım dersen otelde kalacaksın ama
yer yok, olsa da banka hesabımı boşaltacaklardı zaten. Zaten beşe kadar caprinin tadı yok; capri
diyince hani o keten gömlekli lofer ayakkabılı baş döndüren yakışıklı italyan
erkekleri anlatılır ya…hani umrumda olduğundan değil de… babalar turist adadan
çekildikten sonra meydana çıkıyorlarmış. Böyle bir duyum aldım… eh gecesine
kalıp bir limonçello içemedikten sonra öğlen sıcağında capri’de ne işim var
dedim gitmedim capri’ye filan. Hayatta
da gitmem gururlu insanlarız evellallah…
Neyse asıl anlatacağım başlığımdan da anlaşıldığı üzere
Pompei arkadaşlar… Şimdi bu Pompei’ye gidicem diye gözüme uyku girmiyor birkaç gündür
desem yalan olur. Hakikaten turistik muristik ama şu lavadan kaçamayıp
taşlaşan adamları görmeden gitmek de istemiyordum. Pompei hakikaten
belgesellerde de gördüğümüz gibi çok iyi korunmuş bir arkeolojik zone.
Arkolojik çalışma gerçekten takdire şayan çünkü yer zemininden çok aşağıda bir
çalışma yapıldığını görüyorsunuz, şehrin
üstü belki bir değil birkaç kere kaplanmış olmasına rağmen nekropoli denilen
kısımın bu kadar muntazam ortaya çıkarılmış olması büyük başarı. M.S. 79’da
Vezüv patlayınca hatta günü de belli 24 Ağustos; şehir lavların altında
kalıyor, tam 2 gün sürmüş patlama… sonra 1748’e kadar kayıp… tesadüfen
keşfedilmiş filan diyorlar, olur mu büyük çalışmalar yapılmış bulmak için.
Ayrıca biraz da aslına uygun yeniden toparlamışlar anfitiyatronun basamaklarını
filan… orada rehber anlatıyordu kulak misafiri oldum, “sadece 4 basamak
orijinal diğerleri sonradan yapılmış” diyordu. Oysa
bizim Aspendos’ta Efes’de kıralı var yine aynı hesap üstelik bizimki orijinal…
(mesela burada görünüyor beyaz mermerler orijinal gerisi sonradan yapım.)
Pompei koca şehir gez gez bitmiyor, bir de sıcak, yandık
kavrulduk…ama köşebaşlarında çeşmeler var, su değil şerbet akan… pet
şişelerimize doldurup doldurup içtik, saçlarımızdan döktük. Bir saat öyle ağzı
açık ayran budalası gibi dolandıktan sonra tek amacımız şu lavlardan kaçamayıp
taşlaşıp olduğu yerde kalmış ve yaklaşık 2000 yıldır olduğu yerde ölümsüzleşmiş
olan bedenleri bulmak oldu. Ama ara ki
bulasın, sormadığım turist kalmadı…”gördünüz mü, buldunuz mu? Ne tarafta
olabilir?” onlarca değil, yüzlerce turist var etrafta, hepsinin elinde
kameralar, kitaplar, haritalar… Almana sordum, Amerikalıya, ispanyola, italyana…
kimse görmemiş bilmiyor, bir Amerikalı amca “onlar buradan götürülmüş Napoli’deki
büyük müzeye koyulmuş olmalı” dedi. Pompei’yi dört değil ondört döndük. Nekropoli’yi
yani “ölüler şehri”ni bulduğumuzda saat 5
olmuştu.
Tam beş saattir en az 35 derece sıcağın altında yürümüştük. Umutlarımız
da tükenmişti. Sormadığımız kimse
kalmamıştı ve kimse tatmin edici bir cevap vermiyordu, işin kötüsü “yok” da
demiyorlardı. Sonunda biraz serinleyebileceğimiz bir ağaç altı görüp, bir
sigara içip çıkalım dedik. Nasıl
anlatayım böyle hafif bir yokuşun ucunda bir ağaç nekropoli’ye tepeden bakıyor… gövdesine sırtımızı yasladık. Bir iki dakika
geçmemişti 20li yaşlarda bir İspanyol çift birbirlerine pet şişeyle su
fışkırtarak aşağıda belirdi. Öyle salak salak oynaşıp şakalaşıyorlardı. Bir ara
kızın elinden pet şişe fırladı oğlanın alnını sıyırdı, kız bu hareketin biraz
densizce bulup kaçmaya başladı, oğlan da peşinden koşmaya… ve birden kız “Hiii”
diye irkildi. İleride telle çevrilmiş kiremitle üstü kapatılmış kümes diyeceğim
tuhaf kaçacak ama hakikaten kümes gibi görünen şeylerin önünde kalakalmışlardı.
O an orada olduklarını anladım, Emre’ye “buldular” dedim. Hemen intikal ettik. Hakikaten
tesadüfen bulmuşlardı. Hayat gerçekten
tesadüften ibaret… bütün gün ayaklarımıza kara sular inmek suretiyle arayıp
bulamadığımız bedenleri iki zıpçıktı sayesinde bulmuştuk. Bu da böyle bir
anımız oldu işte.
Fotolar da burada…
Kesinlikle saklıyorlar, çünkü görülmesi neredeyse imkansız
bir yerde duruyor ve bulundukları yeri gösteren hiçbir tablea veya işaret yok. Sanki
Pompei’de turistik anlamda gösterilenlerin dışında bırakılmışlar. Bu
anlaşılabilir bir şey. Bu gördüklerimiz sonuçta heykelleşmiş olsalar da insan
bedenleri. Oradan taşınması mümkün
olmayan bedenler, taşlaşmış ve toprağa kaynamışlar. Bu nasıl bir kaderdir. Sonsuza kadar orada
olacaklar. O hava koşullarında, anfitiyatronun basamakları yok olmuşken 2000
yıldır orada yatıyor olmaları nasıl bir mucize? İnsan yaşadıkça nelere şahit
oluyor dedim kendi kendime…