Annem bir süredir, mütemadiyen, beni adalara götür deyip
duruyordu (diyip diye mi yazılıyordu bu yoksa?)
Neyse…
Ama mütemadiyen…
Ne adalar merakıymış kardeşim…
Neyse ben de bir program yaptım Kos, Rodos ve bir iki ufak
adayı daha kapsayan bir haftalık gezi… Annemle Mikanos’a gidecek değilim tabi…
ufak ufak gezeriz filan diye düşündüm.
Bodrum-Kos çok basit.
21€’yu veriyosun Bodrum kale’den hergün bir sabah bir
öğleden sonra feribot ya da katamaran var. Katamaran 20 dak. sürüyor. Ben artık
hiç otelde kalmıyorum airbnb’den ev kiralıyorum ama Kos’ta, merkezdeki oteller de fiyat/performans
düşünüldüğünde son derece makul.
Aslına bakarsanız
adanın merkezinde pek bişey yok, bol
turist, bol tekne, sirtaki havaları falan filan… Kos’ta en güzel fotoğrafı
sabah saat 7’de çektim.
Annem pek mutlu,
muradı buymuşsa demekki, erdi kadın… anneleri memnun etmek kolay zaten
de; kendimizi mutlu etmek biraz zor
olabiliyor bu tip ailevi tatillerde… (Çünkü Kos’a inip şöyle bir meydan turu
yaptıktan sonra Kos benim için bitmişti.)
Planlarıma göre Rodos’a geçene kadar 2 gün 2 gece
buradayız; ve burası benim için 2 saatte
bitti. Annem plajda takılırken ben de
biraz Kos çalıştım ve sonunda kendi dişime göre bir yer buldum. Asfendiu, Zia köyü; burası Kos’un 14 km. iç tarafında tamamen
doğal kalmış Dikeos Dağı eteklerinde bir köy… Ev yapımı limonata ve mezeler
eşliğinde muhteşem manzara vadeden bir köy diyor Google. Hemen nasıl
giderim diye sordum aşağıdaki kafedeki garson arkadaşa.
Otobüs varmış.
Şahane.
Bayılırım toplu taşımaya.
-kaçta
-Sabah 8:40
-Ne sekiz mi kırk? Başka?
-başka yok. Var da 14:30’da ama dönüş için son otobüs 15:50’de yani o
sana uymaz.
-alla allaaa! Sabah işe gider gibi gezmeye mi gidilir niye
bunu makul bi saatte yapmıyorlar canım?
-dağ için.
Bu diyalog burada benim için bitmişti de aslında, Yunanlı garsonla çene çalmak hoşuma gittiği
için biraz daha anlamsızca uzattım konuşmayı buraya yazmiycam bu yüzden.
Neyse sonunda ertesi sabah tıpış tıpış 8:40 otobüsüyle yola
koyuldum. 45 dakika sürüyor , güzel de
bir yol, köy denizden 500 m. yüksekte, yeşillik, şirin bir köy. Google turist yok
demişti, ben otobüsten indiğimde değil turist, yerli yoktu.
Amaa…
Bilmem bin tane hediyelik eşyacı standı vardı ve bu demekti
ki burası turist dolacaktı.
Ama mühim değildi çünkü burası küçücük bir yere benziyordu
ve 13:30’da bir dönüş otobüsü vardı; ona binip dönerim turist akınına uğramadan
Zia, diye düşünüyordum.
Neyse önce bir panorama fotoğrafı çektim.
sonra köy evlerinin arasında dolanırken bir iki foto ,daha...
O sırada
ağaçların arasından bir alman ya da o taraflı olması muhtemel bir teyze çıktı;
bej rengi bermuda şortu ve Columbia trekking ayakkabılarıyla pek bir dağcı
havası vardı… Hemen kendisini takibe aldım, ancak bir ara kekik balı yüzünden
dikkatim dağıldığı için onu kaybettim.Fakat hiç üzülmedim çünkü etraf gerçekten çok güzeldi ve karnım da
hafiften acıkmaya başlamıştı, kahvaltı yapmaya karar verdim.
Yunanistan’da olmanın en güzel yanı da yemek konusunda hiç
sıkıntı çekmiyorsun.
Üstüne türk kahvesi niyetine bir de espresso çekip, şöyle
hafif tepeye kıvrılan orman yoluna saptım;
sonra tahta bir ok ve üstünde
kahverengi bir tabela gördüm
Dikeos Dağı 1278m. yazıyordu. Kafamı kaldırdım ve
tepesinde sisten bir hale oluşmuş meşhur Dikeos’u gördüm. Görür görmez de
Dikeos’un Türkçe kökenli bir isim olabileceğini düşündüm, “dik”, “sarp” anlamına geliyor olabilirdi.
Dahası ok koyduklarına göre bu dağa tırmanılabiliyordu. Ok yönünde biraz
ilerlemeye karar verdim. Kuşlar "gel" diyordu zaten. Böyle bir orman yolunda henüz kimsecikler
yokken yürünmez mi? Saatime baktım saat
11 olmuştu, bir saat yürüyüş yapar 13:30 otobüsüne yetişirim dedim. Çantama baktım, su rezervim azdı, köye dönüp
su aldım ve tekrar orman yoluna daldım.
önce yavaş yavaş, her bir ağaç dalı, börtü böcek, kozalakla
dakikalar geçiriyordum, deneysel fotoğraflar filan çekerek oyalanıyordum. Yol
da kıvrıla kıvrıla yükseliyordu… Sonra bir ara ağaç dallarının seyreldiği bir
yere geldim ve karşımda Zia manzarası belirdi.
Biraz daha yukarıdan nasıl görünür acaba diye düşündüm.
Hızlandım.
İleride bir uç daha vardı, orada daha güzel bir fotoğraf
vardı muhtemelen. Birkaç dakikada oraya vardım.
Biraz da nefes nefese kaldım. Ama tahmin ettiğim gibi güzel bir fotoğraf vardı.
Ve komşu ada da iyice ortaya çıkmıştı. Biraz da oksijenden midir nedir tesadüfi
bir haz içindeydim ve hiç dönesim yoktu. 15:50ye kadar vaktim var nasılsa biraz
daha burada takılmalıyım diye düşündüm.
O sırada aşağıda köyde karşılaştığım teyzeyi gördüm biraz yukarıda… O da
elinde fotoğraf makinası, takılıyordu. Hemen yetiştim. Muhabbete koyulduk. Hollandalıymış, Ingrid’miş adı. Tanıdığım
ikinci İngrid’sin Hollandalı olarak dedim. Öyleydi çünkü. Kefalos’da kalıyormuş
otelde. (kefalos adanın diğer ucu) O da başka bir otobüsle gelmiş onun son
otobüsü 4’deymiş. “Dağa çıkmak istiyorum, dağ yolu çok düzgün açılmış, ama
yetişebilir miyim bilemem” dedi. “Neden kaç saat sürer ki?” dedim. “En az 2
saat sürer” dedi “ama ben yavaş
tırmanıyorum benimkini ikiyle çarp” dedi, gülüştük. “Yukarıda zirvede çook
eskiden yapılmış bir temple var, buradan görünmüyor” dedi.
Bu ilgimi çekmişti.
Birden içimde karşı konulamaz bir zirve yapma isteği
uyandı. Ama Ingrid’in dediği gibi zirve
2 saat sürüyorsa 15:50’ye de yetişemeyebilirdim, çünkü bunun bir de dönüşü
olacaktı. Buradan Kos 14 km
uzaklıktaydı, öyleyse taksiyle dönmek bir seçenekti. Değip değmeyeceğini öğrenmek için İngrid’i
ormanda bırakıp, bir kez daha köye döndüm. Köye bir otobüs dolusu turisti
getirip bırakmışlardı, ne ara bu kadar insan dolmuştu burası diye düşünmeye
fırsatım olmadı hemen taksi mevzuunu çözmek için davrandım. Taksinin 25€’ya
Kos’a götürebileceğini söyledi, Zia’daki bir pansiyonun resepsiyonundaki kız.
Mutlu olmuştum gerçekten J
böyle sırıtıyordum muhtemelen. Böylece son
kez orman yoluna saptım. Ve yarım saatte ilk tepeye ulaştım. İlk tepeye kadar oldukça düzgün bir patika açmışlar;
pikapla çıkılabiliyor, ayrıca köyden kiralayabileceğiniz 4 tekerlekli turist
motoruyla da gelmek mümkün buraya kadar. George’la tam da burada karşılaştık. O
farklı bir yoldan karşıma çıktı, o esnada bu bahsini ettiğim araçlardan biri
geldi, patikanın keçiyoluna saptığı noktada durdu. Dağa çıkışla ilgili bir muhabbet döndü, Bu ilk soluklanma molası oldu. Araçla gelen
turist, aracıyla daha fazla ilerleyemeyeceğini anlayınca geri döndü. George 65
Yaşında, Henkel vari bir Alman şirketinin chairman’iymiş eskiden, şimdi emekli
olmuş, yönetim kurulu üyesiymiş hala ama artık eskisi kadar çalışmıyormuş.
Üniversite’den beri dağcılıkla uğraşırmış. “Aaa ne güzel deneyimli biriyle
tırmanış çok keyifli olacak” dedim. Ama ne dediğimi bilmez bir haldeydim,
tırmanışın nasıl bir şey olacağı hakkında en ufak bir fikrim yoktu, çiçek böcek,
ağaç lay lay lom vaziyetinde hülyadaydım,
daha önce bu yükseklikte bir yere tırmanmamıştım ki… Sevgili şaibeli ekspedisyon ekibi okuyorsa ne
demek istediğimi anlayacaktır, zira daha önceki ekspedisyon tırmanışlarımız son
derece keyfi ve lakayıttı; yorulduğumuz yerde durup dinleniyor, canımız
istediğinde inişe geçiyorduk.
yol dikleştikçe George'la daha az konuşmaya başladık, zaten O son derece bilinçli bir şekilde ritmik nefeslerle adımlarını bir ahenge oturtmuştu. Ben onun yarı yaşında olmama rağmen ondan daha hızlı değildim. Biraz önündeydim sadece. Zaten bir ritm oturtmam mümkün değildi çünkü sürekli birşeye takılıyordum. "George bak bonsai", "aa keçiye bak", "uff bu çiçek ne güzelmiş", "bu ne ağacı ola ki....?" vs.
George kimi zaman gösterdiğim yere sadece bakıyor kimi zaman bakmıyordu bile. O yokuşa odaklanmıştı.
bu şekilde belki 1 saat yürüdük, oldukça yükselmiştik.
George ağaçların 600m'den sonra yetişmediğini söyledi. En yüksek ağaçla aynı boydaydık ve tepeler artık keldi, ama bulutlara yakındık çok. 800 m. civarındayız dedi George.
Bir süre sonra İngrid tepeden göründü; onu görünce çok sevindim, zirveyi yaptı ve döndü diye düşünüyordum. Yaklaşınca sordum. Durum sandığım gibi değildi. Ingrid vazgeçmiş dönüşe geçmişti. söylediğine göre ileride bulutlar iyice çökmüş, rüzgar dayanılmaz bir hal almış ve göz gözü görmüyormuş, İngrid yalnız başına olduğu için biraz tırsmış, ileride ne kadar yolu olduğunu da tahmin edememiş bu yüzden geri dönmüş. Bana techizatımı sordu. yedek t-shirte ihtiyacın olacak dedi, çok üşürsen zorlama, yukarıda hava çok soğuk dedi. Biraz biraz durumun ciddiyetine varmaya başlamıştım. Şimdiden t-shir'üm sırılsıklam olmuştu terden ve belime bağladığım kapüşonlu sweatshirt'ümden başka birşey yoktu yanımda. Ben Ingrid'le konuşurken George hiç durmamış, İngrid'e selam verip devam etmişti. İngrid'den gerekli malumatı alıp koştum ve George'a yetşitim. Ona nefes nefese (çünkü bir yandan tırmanış halindeydik) İngrid'in söylediklerini anlattım. Hiç oralı olmadı. Yüzünde tatlı bir gülümsemeyle dinledi fazla da yorum yapmadı. O tabi bütün bunları ön görmüştü. Bu beni rahatlatacağına daha da kaygılandırmıştı. Çünkü en nihayetinde ben biraz tedbirsiz ve bilinçsiz hareket ediyordum. Bir ara bu işten vazgeçmem gerektiğini düşündüm. Çünkü bu tırmanış tahmin ettiğimden çok daha uzun sürecekse döndüğümde taksi bulamazsam, üstüne üstlük tepede üşütüp hasta olursam, annem beni çiğ çiğ yerdi.
ilk molada George'a bu kaygılarımdan bahsettim ve dönsem iyi olacak dedim. O zaman George araba kiraladığını, beni Kos'a bırakabileceğini söyledi. Sonra şöyle söyledi. "Management'le tırmanış arasında tuhaf bir paralellik vardır". ve anlatmaya devam etti; Her ikisinde de kararlı, tedbirli ve formda olmak gerektiğini, belli düzeyde risk almaya hazır olmak gerektiğini, asla vazgeçmemek ve ilk kararından dönmemek gerektiğini anlattı. Ve bir de şanslı olmak başarıyı taçlandırıyordu. George ile karşılaşmam ve onun arabasıyla beni Kos'a bırakacak olması kesinlikle şansımdı. Bu yüzden devam etmeye karar verdim.
Ama şimdi biliyorum ki George için de ben bir şanstım çünkü benden başka zirveye niyetlenen kimse yoktu.
tırmanış tam üç saat sürdü, yukarıya çıktıkça hava buz kesti. çıkışta terden sırılsıklam olan t-shirt'ümü çıkartıp pareo niyetine taşıdığım şalı sarıp sarmalamak suretiyle t-shirt yapmak zorunda kaldım. Allahtan Sweat-Shirt'üm kapüşonluymuş, şapka, üstüne kapüşon ancak korunabildim rüzgardan. 800m'den sonrası gerçekten zorlu bir tırmanış oldu, yukarıdaki kayalar biraz dikti. Ama George'a hayran kaldım, o yaşta müthiş bir beden disiplini var.
George tırmanış ve dağlar hakkında bir sürü şey anlattı, hepsini şimdi hatırlayamıyorum ama muhtemelen bir sonraki tırmanışımda hepsini hatırlayacağım.
çıkarken manzara gerçekten muhteşemdi. Zirvede bulutlara dokundum. Dikeos'un tepesine yaptıkları küçük kilisenin önünde oturduk, su içtik ve fıstıklı m&m yedik. George'un İsa'yla fotoğrafını çektim.
Dağın ucundan aşağıya avazımız çıktığı kadar bağırdık. Bu çok rahatlatıcıydı. kilisenin önündeki büyük beyaz taşa birşeyler yazdım. Birşeyler işte... iz bırakmazsam olmazdı...10 dakika kalabildik tepede çoook soğuktu düşündükçe titriyorum. Ve inişe geçtik.
sonunda George beni Kos'a bıraktı, ayrılırken zirve başarımdan ötürü tebrik etti ve iyi bir yönetici olabilecek özelliklere sahip olduğumu söyledi.
Ben de OOO George you totally get me wrong! (yani Türkçesi) OOO George sen beni hiç anlamamışsın yahu! dedim.
Rodos'ta enteresan bişey olmadı, Dünyanın yedi harikasından biri olan meşhur Rodos Heykeli depremde paramparça olmuş diyorlar, muamma... ama çook güzel kumsalı var. öyle baktım durdum uzaklara. Bir de domates tatlısı yapıyorlar Kabak tatlısı sevenler mutlaka denemeli.
Bu arada yeni
fotoblogum hayırlı olsun. diğer fotolar için beklerim efendim :)