resim sanatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
resim sanatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2024 Cumartesi

Aaa Drifter bloga mı dönmüş? Hayatta inanmam!


Geçenlerde elime bir kitap geçti ve içindeki bir bölümün içinden çıkamadım günlerdir. Yani çıkmak istemedim, hani bazen okuduğunuz birşey sizi kitler ya öyle…

sürekli bu okuduğum şeyi idraka işlemek için bi tuhaf bakıyorum etrafa,  ne bileyim taşlara, bitkilere, çöpe…—evet çöpe ne olmuş?  ve insanlara tabi… etrafta en çok onlardan var malum. 


The Deluge’dan bahsedeceğim. 

Günün tablosu ‘The Deluge’ yani ‘Tufan etüdü’

Leonardo Da Vinci’nin 1517- 18 arasında yaptığı söyleniyor. 

Yukarıdaki tablo!


Az önce bahsettiğim kitapta okuduğum şeyi biraz idrak ettiysem bu tablo bir motion-picture .

Eni konu idrak ettiysem bu tablo bildiğin sinemanın ilk örneği. 


Eh tabi tarihte biri sinema icad edilmeden sinema filmi çekecek olsa bu olsa olsa Leonardo olurdu. 

Da Vinci tabiki. 

Bu beni şaşırtmazdı.

Beni şaşırtan Leonardo Da Vinci’nin bu tabloya bir senaryo yazmış olması. 


İşte bu senaryonun ingilizce çevirisine elimdeki bu kitap sayesinde ulaştım. 

Bahsi geçen kitap Sergei Eisinstein (Potempkin Zırhlısı derdemez ışık yanar) Film Sense. Ve içinde dolaştığım bölüm ise “word and image”

İşte şimdi kelimelerin görüntüye dönüşeceği ve bu dönüşümden bir ses çıkacağı ana gelmiş bulunuyoruz. 

Aşağıda paylaşacağım tekst bizzat Leonardo Da Vinci’nin kaleminden çıkmış. 


Let the dark, gloomy air be seen beaten by the rush of opposing winds wreathed in perpetual rain mingled with hail, and bearing hither and thither a vast network of the torn branches of trees mixed together with an infinite number of leaves. All around let there be seen ancient trees uprooted and torn in pieces by the fury of the winds. You should show how fragments of mountains , which have been already stripped bare by the rushing torrents , fall headlong into these very torrents and choke up the valleys, until the pent-up rivers rise in flood and cover the wide plains and their inhabitants.


Again there might be seen huddled together on the tops of many of the mountains many different sorts of animals, terrified and subdued at last to state of tameness, in company with menand women who had fled there with their children. And the fields which were covered with water had their waves covered over in great part woth tables, bedsteads,boats and various other kinds of rafts, improvised through necessity and fear of death, Upon which were men and women with their children, massed together and uttering various crows and lamentations, dismayed by the fury of the winds which were causing the waters to roll over and over in mighty hurrocane, bearing with them the bodies of the drowned; And there was no object that floated on the water but was covered with various different animals who had made truce and stood huddled together in terror, among them woves, foxes, snakes and creatures of every kind, figitives from death. And all the waves that beat against their sides were striking them with repeated blows from the various bodies of the drowned, and the blows were killing those in whom life remained. Some groups of men you might have seen with weapons in their hands defeding the tiny footholds that remained to them from the llions and wolves and beasts of prey whoch sought safety there. Ah what dreadful tumults one heard resounding through the gloomy air, smitten by the fury of the thunder and the lightning it flashed forth, which sped through it, beating ruin, striking down whatever withstood its course! Ah, how many might you have seen stopping their ears with their hands in order to shut out the loud uproar caused through the darkened air by the fury of the winds mingled together with the rain, the thunder of the heavens and the raging of the thunderbolts! Others were not content to shut their eyes but placing their hands over them, one above the other, would cover them more tightlyin order not to see the pitiless slaughter made of the human race by the wrath of God. Ah me, how many lamentations! How many in their terror flung themselves down from the rocks! You might have seen huge branches of the giant oaks laden with men borne along through the air by the fury of the impetuous winds.


How many boats were capsized and lying, some whole , others broken in pieces, on the top of men struggling to escape with acts and gestures of despair which foretold an awful death. Others with frenzied acts were taking their own lives, in despair of ever being able to endure such anguish; Some of these were flinging themselves down from the lofty rocks, Others strangled themselves with their own hands; Some seized hold of their own children, And with mighty violence slew them at one blow; Some turned their arms against themselves to wound and slay; others falling upon their knees were commending themselves to God. Alas! How many mothers were bewailing their drowned sons, holding them upon their knees, lifting up open arms to heaven, and with divers cries and shrieks declaiming against the anger of the gods! Others with hands clenched and fingers locked together gnawed and devoured them with bites that ran blood, crouching down so that their breasts touched their knees in their intense and intolerable agony. Heards of animals , such as horses , oxen , goats , sheep, were to be seen already hemmed in by the waters and left isolated upon the high peaks of the mountains, all huddling together, and those in the middle climbing to the top and threading on the others, and waging fierce battles with each other, and many of them dying from want of food. And the birds had already begun to settle upon men and other animals, no longer finding any land left unsubmerged which was not covered with living creatures. Already had hunger, the minister of death, taken away their life from the greater number of animals, when the dead bodies already becoming lighter began to rise from out the bottom of the deep waters, and emerged to the surface among the contending waves; and there lay beating one against another, and as balls puffed up with wind rebound back from the spot where they strike, these fell back and lay upon the other dead bodies. And above these horrors the athmosphere was seen covered with murky clouds that were rent by the jagged course of the ragging thunderbolts of heaven, which flashed light hither and thither amid the obscurity of the darkness…



Tekstin drifter çevirisi; 

Oradan oraya savrulan parçalanmış ağaç dallarıyla ve sayısız yaprakla karışmış karanlık ve kasvetli havanın devasa bir ağ gibi,  biteviye yağan yağmura eklenen doluyla birlikte esen zıt rüzgarların hızına yenik düştüğü;

etrafında, rüzgarın şiddetiyle köklerinden sökülmüş ve parçalanmış kadim ağaçlar görülsün.

Dağlardan kopmuş kaya parçalarının, hızla akan sellerin içine yuvarlanıp vadileri tıkayarak, taşkın nehirlerin yükselmesine ve geniş ovaları ve düzlükleri kaplamasına yol açtığını göstermelisin.


Yine, dağların tepesinde toplanmış farklı türden hayvanlar… korkmuş ve nihayetinde evcilleşmişler.  çocuklarıyla birlikte oraya sığınan kadınlar ve erkeklerle biraradalar.

Dalgalar altında kalmış tarlaların üzerini zorunluluktan ve ölüm korkusundan emprovize yapılmış sal işlevi gören masalar , karyolalar, kanepeler kaplanmış olsun. Üzerlerinde kadınlar, erkekler ve çocukları birlikte toplanmış halde, rüzgarların şiddetiyle çalkalanan dalgalarla birlikte yuvarlanıp duran suların ortasında, boğulmuşların cesetlerini sürükleyen güçlü kasırga karşısında korku içinde çeşitli çığlıklar ve ağıtlar yakarken görülsün.

Sular üzerinde yüzen tüm hayvanlar barış ilan etmiş ve korku içinde birbirine sokulmuş…farklı farklı hayvanlar…aralarında kurtlar, tilkiler, yılanlar ve ölümden kaçan her tür yaratık...

Bakanın izleyeceği şu;

Ve vuran her dalga, boğulmuşların cesetleriyle onlara tekrar tekrar darbe indiriyordu ve bu darbeler, hayatta kalanları öldürüyordu.

Bir yandan, kalan küçük ayak izlerini korumak için ellerinde silahlarla, aslanlardan, kurtlardan ve orada güvenlik arayan diğer yırtıcı hayvanlardan kendilerini savunan insan grupları…

Ah, ne korkunç bir kargaşa o kasvetli havada! Göğün öfkesinden gelen gök gürültüsü ve şimşekle dövülen hava, her neye çarptıysa onu yıkıma uğratarak yoluna devam ediyordu!

Ah, nasıl bir gürültü. İnsanlar, rüzgarın şiddetiyle yağmur, gök gürültüsü ve yıldırımların karıştığı o karanlık havada yükselen gürültüyü duymamak için elleriyle kulaklarını kapatıyordu!

Bazıları sadece gözlerini kapatmakla yetinmiyor, ellerini üst üste koyarak Tanrı'nın gazabıyla insanlığın acımasızca katledilişini görmek istemedikleri için gözlerini daha sıkı kapatıyordu.

Ah, ne çok ağıt!

Korku içinde kayalardan kendini atan kaç kişi vardı! Dev meşe ağaçlarının devasa dalları, rüzgarların şiddetiyle havada sürüklenirken üzerlerinde insanları taşıyordu.


tekneler devrilmiş ve kimisi bütün, kimisi ise parçalara ayrılmış bir şekilde, kaçmaya çalışan insanların üzerine düşmüş… insanların can havliyle sergilediği hareketler ve jestler korkunç bir ölümü önden haber veriyordu.

Bazıları ise çıldırmış, bu acıya daha fazla dayanamayacaklarını düşünerek kendi canlarına kıyıyorlardı; Bazısı kendini yüksek kayalardan aşağıya bırakıyordu. Kimisi kendi elleriyle kendini boğuyordu; Bazıları çocuklarına sarılıyor ve onları tek bir darbeyle öldürüyordu; Bazıları silahlarını kendilerine doğrultup kendilerini yaralıyor ve öldürüyor, bazıları ise diz çöküp kendini Tanrı’ya adıyordu. Ne yazık! Kaç anne boğulmuş oğullarına dizleri üzerinde ağıtlar yakıyor, onları kucaklarına alıyor, kollarını göğe açıyor ve çığlıklarla tanrının gazabına haykırıyordu!

Diğerleri ise yumruklarını sıkarak, parmaklarını kenetleyerek, onları kan akıtan dişlerle ısırıyor ve dizlerine kadar eğilmiş, yoğun ve dayanılmaz acılar içinde kendilerini yiyip bitiriyordu.

At, öküz, keçi, koyun gibi hayvan sürüleri suların ortasında veya dağ zirvelerinde mahsur kalmış görünüyordu. Hepsi bir araya toplanmış, ortadakiler yukarıya tırmanıyor ve diğerlerini çiğneyerek  yaşamda kalma savaşı veriyor, birçoğu açlıktan ölüyordu. Kuşlar artık üzerinde canlıların bulunmadığı bir kara parçası kalmadığı için insanlara ve diğer hayvanlara konmaya başlamıştı.

Açlık, ölümün hizmetkarı, hayvanların çoğunun yaşamını almıştı, bu esnada ölü bedenler hafifleyerek derin sulardan yüzeye çıkmaya başlamış, çarpışan dalgaların arasında yüzeye vuruyorlardı; birbirlerine çarpıyorlar ve rüzgarla şişmiş toplar gibi çarpıştıkları yerden geri sekip diğer ölü bedenlerin üzerine düşüyorlardı. Ve bu dehşet sahnesinin üstünde, gökyüzü karanlık bulutlarla kaplanmış, göğün öfkeli şimşekleriyle yarılmıştı. Şimşekler bu karanlığın ortasında oraya buraya ışık saçıyordu...


Of Leonardo valla içim şişti. Git santa croche’de bi pizza ye yanına da bi toscana şarabı aç. Bu ne be, gece kıçın açıkta mı kaldı. El insaf!


Neys! 

Bu da 1988 yapımı CGI 





 

16 Şubat 2020 Pazar

günün tablosu; yıldızlı gece ve ciara kasırgası





günlerdir fırtınayla uğraşıyoruz. Kiera kasırgası çok acayip. Bisiklet kullananlar için alarm geldi. Haberlerde duydum. çocuklara yaşlılara ve 45 kilonun altındaki insanlara bisiklet yasak, fırtına geçinceye kadar.  sosyal medyada şöyle ilanlar görüyorsunuz:
- bahçemden çocukların trambolini uçtu; bulan mesaj atsın;
- 38x65 cm ebadında köpek klubem kayıp!!! (allahtan köpek icinde değilmiş.)
- yarın 7 buçukta is başı yapmam gerekiyor beni walwijk merkeze arabasıyla atabilecek olan var mı?

yollarda ağaç dalları hatta gövdeleri.
gibi gibi...
şenlikli yani.

bu fırtına aklıma Van Gogh’un Yıldızlı Gece tablosunu getirdi. O resme her baktığımda yıldızdan çok fırtına görüyorum ben nedense.


biliyorsunuz sonunda bir kulağını kesmeye varan çıldırış surecinde Van Gogh’cugumuz  Saint-Paul-de-Mausole delirmişler sanatoryumunda  kalıyor. Dediklerine göre bu manzara odasının penceresinden gördüğü manzara. Bu manzarayı resmettiği;  özellikle de resmin soluna doğru yakın plan çizdiği göğe uzayan çalılığı resmettiği 20 kadar resim varmış. Kardeşi theo’ya şöyle yazmış bir mektubunda, oradan çıkarıyoruz :   "I can see an enclosed square of wheat . . . above which, in the morning, I watch the sun rise in all its glory.
Bir keresinde de (1-15 haziran 1889) şöyle yazıyor.  "This morning I saw the countryside from my window a long time before sunrise with nothing but the morning star, which looked very big” 
Bi araştırılıyor ki; 1889 baharında venus gercekten görülebileceği en yakın ve de parlak haliyle o bölgede görülmüş. 
Aslında buraya kadar fazla enteresan birşey yok. Ne var yani? ressam adam oturmuş camın önüne venusu çizmiş diyeceksiniz. 
yok öyle degil. 
içlerinde tek noktrun olan bu manzarayı resmettiği 20 resimden hiç birini o odada çizmemiş. Sanatoryumdan çıktıktan birkaç ay sonra pek bi manzarası olmayan giriş katındaki atölyesinde  çizmiş. Görünen o ki fiziken dışarıda olsa da zihnen hala sanatoryumdaki odasında.


2 Şubat 2020 Pazar

Günün tablosu + genel geyik

Otterlo diye bi köy var bu Hollanda'da. 2400 kişinin yaşadığı bir köy. Hiç bir özelliği yok, Kroller-Muller Müzesi dışında. Adı sanı pek duyulmamış bu müze hiç de yabana atılmayacak bir koleksiyona sahip.
Öncelikle, öyle bir iki tane değil, epey bi van gogh var. Müzeye ismini veren Helene Muller de ilk van Gogh toplayıcılardan zaten. Alman bir fabrikatörün kızıymış. Avrupa'da hatırı sayılır sayıda sanat eseri toplayan ilk kadınlardan. Meşhur Potato-eaters ve cafe teras at night la birlikte van Gogh'un akıl hastanesinde çizdiği ciddi sayıda karakalem çalışması sergileniyor.  Bununla bitmiyor; müzede, sentetik kübizm akimının ilk örneklerinden olan  picasso ve George Braque'ın gitarları (picasso'nun violini de) var. Daha meraklıları için Seurat, Metzinger, Signac, Juan Gris, Mondrian vs.vs. 
Bir de heykel bahçesi var ki, baharda pek keyifli olur. Geniş bir alana yayılmış epey heykel var. Gerçi ben tek bir tanesini görmek istiyordum, onu da göremedim çünkü bakım çadırının içinde kalmıştı. Jean Dubuffet'nin jardin d'email'i. Baharda restorasyon bitince bi daha gidicem. 

Neyse gelelim günün tablosuna. 

Odilion Redon'un tepegözü. Bu tabloyu çok etkileyici bulduğumu söylemeliyim. 

Polyphemus ve Galatea efsanesini bilmeyenler için özet geçeyim; polyphemus poseidon'un tek gözlü (kiklop denilen ki bunlardan üç tane var) canavar oğlu. Bi su perisi olan Galatea'ya aşıktır.  Kikloplar aslında keçi koyun çobanlığı yaparlar ve dağ eteklerindeki mağaralarda yaşarlar. Homer'e bakılırsa yamyamdırlar. Odysseus'un denizci arkadaşlarını çerez yapıp hüpletmiştir, muhabbet esnasında. (Yamyama koyun emanet etmek de nasıl bi kafaysa artık ) neyse mevzuyu dağıtmayalım. Polyhemus da bu tek gözlü canavarlardan biri; ama Onun aşkı mitolojideki ilk kur yapma hikayesidir. ay çok tatlı; Galatea'ya her gün peynir, süt vs ne bulursa getirerek gönlünü çalmaya çalışır. Ne var ki Galatea da Akis'le takılmaktadır.(Akis yani eko.) polyhemus bu meşki kıskanır ve akis'in üstüne kayalar atarak onu paramparça eder. Böyle. Biraz acıklı sonu kabul.  


Tabloya gelince; Kayayla ezme kısmına varıncaya kadar tepegözun ne yasadığını anlatıyor. Tuhaf duygular uyandırıyor insanda inanın. Galatea çiçeklerin içinde sereserpe yatarken zavallı polyphemus dağın arkasından ona görünmeden; o tek gözüyle hem kızı seyrediyor, hem de onu aslında bizden, yani tabloyu izleyenlerden koruyor. Galatea'ya göz kulak oluyor. tablonun onunde dururken o ürkek ama tehditkar bakışı hissediyorsunuz. O tek göz resmen size göz dağı veriyor. Tablonun renkleri ve sahne öyle şiirsel ki sizi de bir rüyanın içine alıyor. Tüyler ürperten bir tablo yani.   

 
 
bu tablo kadar beni duygulandıran bir diğer olay, Sergen'in Beşiktaşa teknik direktör olarak dönmesi. 20.000 kişilik imza töreni filan. Çok güzel oldu bence. 
ayrıca dünkü Trabzon fener maçı pek keyifliydi. Sörloth'u bizim takıma istiyorum. Altı buçuk milyonmuş opsiyonu. Falcao'nun bir yıllık parasıyla Sörloth'u alabilirdik yani. Yeri gelmişken nerde o Falçao bugün? sakat mı? hiç şaşırmam.

Bu arada en sevdiğim Ryan Donk'un gölü de geldi felaket tellalığı yapmayayım efendi gibi maçı seyredeyim bari.


13 Ocak 2020 Pazartesi

Günün tablosu: Doktor konsultasyonu





bu tabloyu ve ressam Godefridus Schalcken'i yeni keşfettim.
bu tablo Lahey Mauritshuis'da. 

Tablodaki gözü yaşlı genç kadın hamile. Elinde idrar numunesi tüpünü tutan doktor sol eliyle ben ne yapayım sonuç pozitif diyor.  Muhtemelen çocuğun babası ortada yok. Solda oturan kız babasının yüz ifadesinden,  yumruğunu sıkışından ne kadar kızgın olduğunu anlayabiliyoruz. 
pekiii
tablonun sağ kösesinde bize doğru; gözümüzün içine direkt bakan çocuğun el işaretini fark ettiniz mi?
ablam ayvayı yedi mi diyor?
şaka değil yemin ederim.
müzede bunu gördüğümde şok geçirdim resmen!
tablonun yapılış tarihi 1660.

Muzip Schalcken'in bu doktorla pek çok anısı olmuş anlaşılan, bir kaç sahne daha çizmiş ama en kralı bu bence!






  

14 Kasım 2019 Perşembe

ANCAK ABSURDE YELTENEN İMKANSIZIN HAKKINDAN GELİR.

John Biden’in oğlu ukrayna’da ne haltlar karıştırmış falan... bize neyse? Bugünlerde gündem bu ya: illa merak edicek drifter!
Donald Duck amcanın impeachment mevzusu...
Biraz gerçek fox biraz gerçek Cnn izliyorum,  tuhaf tuhaf şeyler fark ettim bu iki kanal arasında. Bir kere Fox alenen Trump’çi, Cnn açık muhalif o kesin.
Reklamlar çok enteresan geldi bana.
Mesela CNN’de dikkat çekici sayıda zenginlere yönelik sağlık hizmeti, tedavi, özel klinik filan reklamı var. Zor hastalıklar için özel tedavi reklamının televizyon kanalında yayınlanması aslında biraz sinir bozucu ve tahrik edici. Yani düşünsenize; adam mesela hasta; veya ailesinden biri hasta. ama dar gelirli ve tedavisini sigortadan karşılamak zorunda ve o özel klinikte yatamıyor, o tedaviyi alamıyor ancak standart tedavi uygulanıyor o da iyileştireceksin mi belli degil filan. Televizyonda gördükçe adamın gece gece siniri bozulmaz mı?  öbür kanalda da tam tersine mide sancısı hapı reklamı var. Gece hamburgere yüklenip midesi gaz yapmış dar gelirli Trump taraftarı adam için herhalde... Amerika kopmuş gidiyor yani... Impeachment hadisesinde henüz bir malumat edinemedim işi sulandırdıkça sulandırıyor demokratlar. Impeachment kelimesinin icindeki şeftaliden olsa gerek. Aksam kuşağı yorum programında Nagehan’ın amerika versiyonu olan kadının saçının balyajı nefisti yalnız hakkını vermem lazım.


neyse onu bunu bırakın da cumartesi çok güzel müzeye gittim onu anlatıcam.
M.C. Escher (böyle yazınca da rapçi ismi gibi oldu, komik oldu.)

hani elin kendini çizdiği karakalem resim vardır ya... İste onu çizen grafik dizayncıların ilahi kabul edilen Escher.



Müze Den Haag’da 'Inci küpeli kız'ın sergilendiği Mauritshuis müzesine 150 m uzaklıkta. Herkes Vermeer görmek icin Mauritshuis’a hücum ediyor ama bence, bu müzeyi kaçırıyorlar. Müthiş bir deneyim inanın. Escher’in ağaç uzerine oyduğu detaylar, litografiler inanılır gibi değil  insan işi değil. en azından normal insan işi değil bildiğin deli işi.

mesela woodcut çalışmalarından ikisi:






ama asıl infiniti takıntısı meşhur!





sonsuz merdivenler, merdivenden inip sonsuzluğa karışan insancıklar.
80’lerin bilgisayar oyunu grafiklerine ilham olduğu açıkça görülüyor.

ve bir de denizle gökyüzünün birbirine karıştığı; dolayısıyla balıklarla kuşların içiçe geçtiği, gerçeküstücüsülerle muhabbet eden, 'lucht en water’i var.


 Daliyle kapışacak işleri de var, misal:



Biraz da kendisinden bahsedeyim müzenin girişindeki hediyelik eşyacıda bir kitabi karıştırdım azıcık. 
birkere tipik Hollandalılardan bir takım farklılıklar gösteriyor kişiliği,  onu söylemeliyim. 
enteresanlık çocukluğundan başlıyor. Ufakken hastalanıyor.  1900’lerin başı. Özel eğitim alacağı bir okula gönderiliyor. Ama notlar berbat,  matematik geometri nanay. bi resim super. sınıfta da kalıyor. bundan bisey olmayacak herhalde deyip marangozun yanına çırak veriyorlar. Yaa kader iste ağaç oymaya orada öğreniyor. Ama ne oymak.
1920’de Amsterdam yakınlarında Haarlem’de Mimari ve dekoratif Sanatlar okulu’na kaydoluyor. Orada çizim ve ahşap isleri filan öğreniyor. 
zaten 1920’ler sanatın bir takim kavşaklara geldigi: virajlar aldığı yıllar.   

Aklı dışarda, daha dogrusu güneylerde. Akdeniz’de... excursion modasına kaptırıyor kendisini. Hanimi da alıp Italya’ya uzuyorlar.  Zaten litografların yüzde 90’ında italyan ve ispanyol hatta daha spesifik olarak endulus etkisi var en ince ayrintisina kadar amalfi’yi oymuş falan. 


gelelim sanat camiası tarafından biraz üvey evlat muamelesi görmesi;  görmezden gelinmesi mevzuuna:
onun perspektif oyunlarını sevmiyorlar, simetriyle asimetriyi bir arada kullanışını, ayna icinde ayna obsesyonunu, dışbükey görüşlerini...
biraz ağar kaçtığını düşünüyorlar butun bu matematikselliğin sanata. 
hatta şöyle bir cümleyle ifade ediliyor bu burun kıvırış:

his works have been thought too intellectual and insufficiently lyrical. 

 fazla entellektüel ve şiirselliği (lyrical’dan bahsettiği şiirsellik olsa gerek)yetersiz!!!




neyse Italya’da Mussolini donemi ve faşist düzen belli bir noktadan sonra sanatında grafiğinde olan etliye sütlüye karışmayan allahın Hollandalısı bir insani bile hayatından bezdirdiğinde (9 yaşındaki olguna Ballilla denilen faşist bir organizasyonun üniformasıni giydirmeye kalkınca okul yönetimi) 'hadi hanim toparlan’ diyerekten Hollanda’ya geri donuyor. 

hiç para sikintisi çekmemişler fayans işi yapmış ünlü köşklere filan. 






Müzede kendisinin ve ailesinin fotoğrafları da vardı. Ince adammış ağzından sigarası da hemen hemen hiç düşmüyor.


 bir de ‘demiş ki’ yapayım size son olarak.

Only those who attempt the absurd will achieve the impossible. I think it's in my basement... let me go upstairs and check.


ANCAK ABSURDE YELTENEN IMKANSIZI BASARIR. SANIRIM BODRUMUMDA OLACAK,  BEKLEYIN BI ÜST KATA BAKIP GELEYIM.















25 Nisan 2019 Perşembe

günün tablosu ve bir alıntı ; Las Meninas üzerine


Theophile Gautier, Velazquez'in Las Meninas 'ını ilk kez gördüğünde , 'tablo nerede?" diye haykırmaktan kendini alıkoyamamıştır.
İlk bakışta , tablo basit bir konuyu işlemektedir. Kralın beş yaşındaki kızı infante Margarita, nedimeleri (las meninas) ve soytarılarıyla çevrelenmiş olarak tablonun ortasındadır. En dip tarafta , saray nazırının silueti görülmektedir ama biraz daha yakından ve daha dikkatle bakılınca , tabloda başka kişilerin de olduğu fark edilmektedir. Dip duvarın üzerinde bir ayna vardır ve aynadan İspanya Kralı IV. Felipe ve Avusturyalı kraliçe Maria-Anna'nın görüntüleri yansımaktadır. Ve ressamın bizzat kendisi, üzerinde çalıştığı tuvalde bize ters dönmüş olarak görülmektedir. O halde, resmi yapılan kimdir, kimlerdir? Tablonun adının belirttiği gibi , nedimeler mi, küçük prenses mi, yoksa Kral ve kraliçe mi? Tablonun mekanı nerededir? Ressamın çalıştığı atölyede mi yoksa Kral ve kraliçenin bulunduğu yerde mi? Acaba iki tablo mu vardır? Biri gördüğümüz diğeri de görmediğimiz ama yapıldığını anladığımız. Asıl tablo hangisidir? Öte yandan kral ile kraliçenin durdukları yer, aynı zamanda bizim de , seyircinin de durduğu yerdir. Las Meninas , bakanın bakılan olduğu ve tablonun kişilerinin arasına katıldığı tek resimdir. ayna kral ile kraliçenin görüntüleriyle birlikte bizimkini de yansıtmak durumundadır. 



Böylesine bir tablo , bilgiyi bir kerede ebediyete kadar verilmiş sayanları, eğer anlarlarsa , altüst edecek bir ele alış tarzına sahiptir. Bilginin bayrak yarışı gibi birikimli ilerlediğine inanan kişiler bu tabloda sadece nedimeleri göreceklerdir. 

Mehmet Ali Kılıçbay,  1993   (Kelimeler ve Şeyler ; İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi  - Michel Foucault   sunuş yazısı'ndan)


16 Eylül 2018 Pazar

Bahçeler, kediler ve başka bisürü şey!


Nereye varacağı belli olmayan bir patikanın ortasında bir kadın. Mevsim bahar, doğa renk cümbüşü... aksine siyahlar içindeki bu kadının bir elinde kağıt, bir elinde kalem. Kalem tutan eli havada ve bilinmeyen bir yere bakıyor; sanki yabani çiçeklerin bittiği kara ormana doğru... ilhamı orada bulacağını düşünür gibi...hatta sanki bulmuş gibi... Ve tabi çeşme ayrıntısı. Kadını yolundan çeviren asıl unsur.  'water of life/hayat suyu' Insanoglunun hayatta kalma , yaşama arzusunu sembolize eden Farsi kökenli -Rumi nin en çok kullandığı- meşhur metafor. Çeşmenin aynısının tıpkısı Cau Ferrat müzesinde...

Bu tablo bir Rusiñol arkadaşlar; ismi  'Alegoría de la Poesía' yani 'şiirin alegorisi'

Santiago Rusiñol  Barcelona'lı ressam-şair-ehlikeyif. Katalan modernizm akımının öncülerinden. Genç Pablo'yu en çok etkileyenlerden biri olduğu söyleniyor gerçi Picasso'nun etkilenmediği ressam yok o ayrı. 
Bahçeler, bahçeler... elit kesimden kadınlar (kendi çevresinin insanları... sonuçta hali vakti yerinde bir aileye doğmuş ) güneşli günler... hep pozitif bir sembolizm. Hayat ona güzelmiş gibi görünüyor.
Bir tablosu var yalnız; adı 'morfine' ! Morfin bağımlısı bir kadını yatakta çizmiş gerçekten etkileyici.  

Barcelona'ya 35 km uzaklıkta Sitges kasabasındaki hem evi hem atölyesi olan Cau Ferrat'ı 1893'de 'Güzellik tapınağı' ilan ediyor. 3. Geleneksel Modernizm festivali esnasında şu sözlerle;

 “the harmony the soul seeks so eagerly; it is the beauty the spirit dreams of; it is the perfumed essence that rises up like incense from the very depths of matter and takes the form of a cloud that envelops the heart of man [...] When beauty awakens, it opens the doors of the day; when it falls asleep, it lights up the stars in the sky; when it passes, the clouds know; they follow it majestically to the beyond, to the chariot of dawn or the beautiful farewell of the sunset. When it stops, it spouts poetry and sings random songs. When it dreams, all the poets dream, when it weeps, all souls tremble; and when it prays, man falls silent, the wind falls silent, the voices of the forest fall silent; and the windows to glory half open and the angels kneel"

Şair adam tabi olcak o kadar.
Cau Ferrat 1933'de public museum olarak halka açılıyor.

Sitges kasabası hakkaten şahane bir kasaba; Festivalleriyle ünlü. En önemlisi Film festivaliymiş; ekimde oluyormuş bu yıl kaçırmış oldum.


Nefis bir plajı var; falan, gezilesi bir yer. 

ama asıl Rusiñol ile ilgili başka bir yerden bahsedeceğim ben. Barcelona'ya ayak basıp oraya gitmezseniz hatırım kalır. 

Binsekizyüzlerin sonlarında Barcelona'ya yolu düşüp 'nerededir buranın ehlikeyifleri, yok mudur sohbeti güzel? diye' soran kişiye tarif edilen adres Casa Marti'nin giriş katı 'Els Quatre Gats' cafe, cabaret, bar işte ne derseniz. Barcelona modernista akımının şekillendiği bohem, sanatçı ne kadar ehlikeyif varsa toplanıp yiyip içtiği uğrak noktası. Katalanca '4 kedi' manasında ama bu bir Katalan deyimi. Marjinal, değişik, bohem insanlar için "a few people" manasında kullanılıyor.  Hani biz de deriz ya 'şunun şurasında üç beş kişi' diye... 

Buradaki 4 kedi'den biri Santiago Rusiñol. Oradan bağlanıyoruz. Fikrin hayata geçmesi ve sonrasında da hayatta kalabilmesi için sermayeyi koyanlardan başlıcası.
Fikrin babası ise Pe' Romeu; kafenin sahibi ve Kedilerden ressam, şair, yazar filan olmayan tek kişi. Ama işte fikir öyle güzel ki bir sanat akımının bir şehre doğmasına vesile olmuş.  Zamanında Paris'teki Le Chat Noir'de çalışmış.  Oradaki ortamın kralını yaparım ben Barcelona'da demiş ve Rusinol'la Ramon Casas'ı kafalayıp Meşhur Mimar Cadafalch'ın binasının giriş katına açmış cafeyi.



Duvarında Ramon Casas and Pere Romeu on a Tandem isimli şu resim var.


Sağ köşesinde şöyle açıklıyor: 'bisikleti sırtın dik süremezsin' yani iyi bişey büyük bişey yapmak için biraz farklı bir çaba, biraz ağrıması, geleneğin yıkılması gerekir baabında.

Yıl 1897, cafe açılır açılmaz ilgi odağı oluyor tabi sonuçta Barcelona küçük şehir duyan geliyor. Acayip bir sanat ortamcılığı, o şekil vur patlasın çal patlasın!  yemeklere gelince vasat diyelim ayıp olmasın ama içki kalite. Kimler geliyor kimler geçiyor kimler oturup kalkamıyor aklınız durur. Picasso 17 yaşında takılmaya başlamış mekana öyle diyeyim. sokağın başındaki afişi ona tasarlatmışlar, hala duruyor.  Böyle sürüp gidiyor bir dönem tatlı hayat ama 4 kedinin dördünde de para kazanma kaygısı olmadığından ve aaaa o bizim bilmemkimin kardeşi, aaaaa bu benim atöylede genç asistan parası az, aman Santiago'nun Paris'ten arkadaşı gelmiş yok Ramon bundan hesap almayın dedi derken cafe batıyor tabi...


Bunlar sergiydi, dergiydi biraz birşeyler denkleştirmeye çalışıyorlar ama nafile... o hayata can mı dayanır? Romeu batınca cafe de kapanıyor. Adamcağız tüberkülozdan ölmüş. Rusiñol ardından şöyle dokunaklı birşeler yazmış (yine):

«that picturesque place, full of dreams, which frightened the artisan; those pictures on the walls that the girls of the house could not go to see because they liked them too much; that smoke of pipes that made the parishioners of the house drunk of ideas; friend, who you deserve you it, sleep in peace. You had only made the good, and you do not have sorrow of leaving! Yes, we will miss you, and in you we will miss a period in the one that the fantasy made us live».

Yaa işte böyle. 
sonra İspnya İç savaşı herşey herkes bir yana savruluyor filan...
70'lerin sonlarında üç gastronom girişimci bir araya gelip 4 cats cafe'nin kapılarını yeniden açıyorlar o gün bugündür  aynı adreste bir tarih yatıyor. 


bu da 4 kedi kitabından bir sayfa Romeu'yla ilgili bişeyler anlatıyor herhalde Katalanca.




1 Temmuz 2018 Pazar

'Neydik ne olduk!' diye diye driftin’ in Barcelona!

Valla deniz-güneşe doyulmuyor! Barcelona 90’larin Turkiyesi gibi. Medeni! şen şakrak! her bakımdan cennet izlenimi veriyor. ( bu arada insan iç çekiyor neydik ne olduk diye.)  Amma! aynı zamanda aklı bir karış havada (burada da halkı bağımsızlık davasına uyutuyorlar), vurgunculuğa müsait,  bağımsızlık  derken faşizmin ayak seslerini duyamayacak kadar kavak yelleri kafasında bir Barcelona. Gelecekten geliyorum, bu saadet çok uzun sürmez görünüyor.  Ama Katalanlara (kadın, erkek, çocuk) hayranım. Gerçekten tatlı, kaliteli insanlar. (Izmirlilere benziyorlar biraz -90 ve öncesinin izmirlilerine ;b

Kendimi halk plajından ve deniz mahsülleri tapaslarından alabilirsem bu hafta; belki bir iki bina görür; mimaride art nouveau akımını yerinde idrak ederim; şu  'deli midir nedir’ diye arkasından konuşulan dahi Gaudi’yi iyice bi anlamaya çalışırım diyorum.

Bu arada o kadar da boş gezmiyorum. Gittim, çok kral bir retrospektif sergi gezdim.

Lita Cabellut.
Hala hayatta olan en beğendiğim ressamlardan biri. Ressam; şair vs. vs. Tam manasıyla sanatçı işte.
size de kıyağım olsun serginin 7 dakikalık videosu mevcut.
drifter proudly presents!



Enteresan bir kadın; özel bir hikayesi var.
1961’de küçük bir Aragon kasabasında -aslında çingene köyü diyebiliriz- doğmuş. 12 yaşına kadar Barcelona’da sokakta yaşamış, dilenmiş orda burda... sonra hali vakti yerinde bir Katalan aile tarafından evlat ediniliyor ve şansı dönüyor. Madrid’deki Prado Muzesine götürmüşler; orada Goya’yi görmüş vurulmuş.
Yetenegini fark etmişler ve sanat okuluna göndermişler. Böyle de insanlar var dünyada işte.
şimdi Hollanda’da yaşıyor. Büyük ölçekli portrelerde geleneksel fresk tekniği ile modern yağlı boya tekniğini kendine has biçimde - taklit edilemez şekilde- birleştirdiğini söylüyorlar sanat eleştirmenleri. Ben baktığımda gerçekten söyleyecek sözü olan biri yapmış bu resimleri diyebiliyorum.

size bir şiirini çevireyim: ('statement’ başlıklı)


Eğer fırça darbelerim konuşamasaydı;
gördüğümde bir perspektif yakalayabilmek icin
ayaklarım ileri veya geri bir adım bile atamasaydı
Eğer kafamda, çelişki ve şüphe hüküm sürüyor olmasaydı
gülüyor ağlıyor olmasaydım
beyazla kamaşmıyor, maviyle aşka gelmiyor olsaydım
ne yalnızlık, ne yalnızlık
olurdu bana kalan!



hybrid photography diyorlar; enstallasyon materyalini üc boyutlu efekt yaratacak sekilde fotoğraflıyor; bu da kendi yarattığı bir teknik