16 Şubat 2023 Perşembe

Gülüşün ve Unutuşun Kitabı

İnsan her daim unutma eğiliminde. Unutmak insanın en önemli savunma mekanizması. Sadece acıyı değil mutluluğu da unuturuz. Unutmazsak yaşama katlanmayız çünkü. Mutluluğun her anını hatırladığınızı düşünsenize…


Unutmamaya direnebiliriz. Ama sonunda yenileceğiz. Hatta yenilmeye başladık bile.


Ta ki hatırlayana dek. Ama unutturacaklar, tekrar ve tekrar. Çünkü “The struggle of man against power is the struggle of memory against forgetting” Sonra belleğimiz öyle bir bükülecek ki...Belki de böylesi daha evla diyeceğiz ve devam edeceğiz… 


Milan Kundera’nın çok alıntılanan bir paragrafı var: 

Derida da üzerine epey yazmıştır. 


“The first step in liquidating a people is to erase its memory. Destroy its books, its culture, its history. Then have someone write new books, manufacture a new culture, invent a new history. Before long the nation will begin to forget what it is and what it was.”

  

The Book of Laughter and Forgetting Can yayınlarından Gülşün ve Unutuşun Kitabı olarak çevrilmiştir. Bu kitabın 6 Bölümü Melekler’de geçer bu paragraf,  ama bu paragrafın öncesinde de müthiş bir anlatı vardır. 

Ben buraya alıntılamak istiyorum. Bulusun. 


“1948 şubatında, komünist parti yöneticisi Klement Gottwald, Prag'ın barok üsluplu bir sarayının balkonundan eski kentin büyük alanına toplanmış yüzbinlerce yurttaşına nutuk çekmeye başladı. Bu, Bohemya'nın tarihinde önemli bir dönüm noktası oluyordu. Kar yağıyordu, hava soğuktu ve Gottwald'in başı açıktı, Clementis, büyük bir ilgiyle, başındaki kürk şapkayı çıkarıp Gottwald’ın kafasına koydu.


Ne Gottwald, ne de Clementis, Franz Kafka'nın sekiz yıl boyunca, onların bu tarihi balkona çıkmak için kullandıkları merdivenlerden her gün inip çıktığını, bilmiyorlardı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde, bu sarayda bir Alman lisesi bulunuyordu. Bu binanın giriş katında Franz'ın babası Hermann Kafka'nın bir dükkânı olduğunu ve levhasında adının yanında, Çekçede 'alakarga' anlamına gelen Kafka'yı simgeleyen bir resmin yer aldığını da bilmiyorlardı.


Gottwald, Clementis ve ötekiler, Kafka hakkında bir şey biliniyorlarsa bile, Kafka onların bilgisizliğini biliyordu. Romanında Prag, belleği olmayan bir kenttir. Bu kent, kendi adını bile unutmuştur. Orada kimse bir şey anımsamaz, hatta Joseph K. bile geçmiş yaşamı konusunda hiçbir şey bilmiyor sanılır. Orada hiçbir şarkı, bizi geçmişle bugünü birbirine bağlayacak doğum anını anımsatacak hiçbir şarkı işitilmez.


Kafka'nın romanının yaşandığı zaman, sürekliliğiyle bağını yitirmiş bir insanlığın dönemidir. Öyle bir insanlık ki, hiçbir şey bilmemekte,”


“hiçbir şey anımsamamakta, adları olmayan kentlerde oturmaktadır. O kentlerin sokaklarının adları yoktur, ya da bir gün öncekinden başka bir ad taşımaktadır, çünkü ad, geçmişin bir sürekliliğidir ve geçmişi olmayan insanlar da adsız insanlardır.


Prag, Max Brod'un dediği gibi, bir kötülük kentidir. Cizvitler, 1621'deki Çek reformunun yenilgisinden sonra halkı, gerçek katolik inancı yerleştirmek üzere yeniden eğitmeye kalktılar ve Prag'ı görkemli barok katedrallere boğdular. Binlerce taşlaşmış aziz, her yandan size bakar, sizi tehdit eder, gözetler ve büyüler; bu, halkın ruhundan inancını ve öz dilini koparıp almak için üç yüz elli yıl önce Bohemya'yı işgal etmiş olanların çılgın ordusudur.


Tamina'nın doğduğu sokağın adı Schwerinova idi. Almanların Prag'ı işgal altında tuttuktan savaş sırasındaydı bu. Oysa babası Tchernokosteleka 'Siyah Kilise' caddesinde doğmuştu. O zaman Avusturya-Macaristan İmparatorluğu egemendi kente. Annesi, babasının yanına, Mareşal-Foch caddesine gidip yerleşmişti. 1914-1918 savaşından sonra Tamina, çocukluğunu Stalin caddesinde geçirmişti ve kocası yeni yuvasına götürmek için Vinohrady caddesinde gelip bulmuştu onu. Oysa, bunların hepsi aynı sokaktı ama adı durmadan değişiyordu, aptallaştırmak için beynini yıkıyorlardı insanın.


Nasıl adlandırıldıklarını bilmeyen sokaklarda, devrilen anıtların hayaletleri dolaşıyordu. Çek reformuyla devrilen, Avusturyalıların karşı reformlarıyla devrilen, Çekoslovakya Cumhuriyeti tarafından devrilen, komünistler tarafından devrilen anıtlar. Hatta Stalin heykelleri bile devrilmişti. Bütün bu devrilen anıtların[…]”

“üstündeki çimenler, unu tuşun melankolik çiçekleri gibi büyüyor.

 

2.


Eğer Franz Kafka belleksiz bir dünyanın habercisiyse, Gustav Husak o dünyanın yaratıcısıdır. Kurtarıcı Başkan diye anılan T.G. Masaryk'ten sonra (bütün adına dikilen anıtlar, istisnasız yıkılmıştır), Benes, Gottwald, Zapotocky, Novotny ve Svoboda'dan sonra, Husak ülkemin yedinci başkanı'dır, yani unutuş'tur o.


Ruslar 1969'da onu iktidara getirdiler. 1921'den bu yana Çek halkının tarihi böylesine bir kültür ve düşünce kırımı görmedi.


Her yanda Husak’ın sadece siyasal rakiplerini ezdiği sanılır. Oysa, siyasal muhalefete karşı yapılan savaş, Ruslar için, uşakları aracılığıyla çok daha temelde bir şeyleri yok etmek üzere hayal bile etmedikleri bir fırsattan başka bir şey değildi.


Bu açıdan bakınca, Husak'ın üniversite ve bilim enstitülerinden yüz kırk beş Çek tarihçisini kovmuş olması bana çok anlamlı görünmektedir. (Her tarihçiye karşı, bir peri masalındaki gibi, Bohemya'nın bir yanında, esrarlı bir biçimde bir Lenin anıtının yükseldiği söylenir.) 1971'de bu tarihçilerden biri olan Milan Hübl, son derecede kalın camlı gözlükleriyle, Bartolomejska sokağındaki küçük dairemdeydi. Pencereden Hradchine kulelerine bakıyorduk ve üzgündük.


"Bir halkı ortadan kaldırmak için, belleğini yok etmekle işe başla”


“başlanır," diyordu Hübl. Kitaplarını, kültürlerini, tarihlerini yok ederler. Bir başkası onlara başka kitaplar yazar, bir başka kültür verir, bir başka, tarih uydurur. Ve böylece halk, yavaş yavaş ne olduğunu, daha önce ne olmuş olduğunu unutmaya başlar. Çevresindeki dünya da onu daha çabuk unutur."


"Ya dil?"


"Ne diye unuttursunlar onu? Nasıl olsa, er geç kendiliğinden ölecek bir folklordan başka şey olmayacaktır ki."


Acaba bu, çok büyük bir üzüntünün sonucu olan bir abartma mıdır?


Ya da, halkın bu düzenlenmiş unutma çölünü canlı olarak aşamayacağı doğru mudur?


İçimizden kimse nelerin olup biteceğini bilemez, ama bir şey kesin: İleriyi görme dakikaları içinde Çek halkı, hemen önündeki kendi ölümünün imgesini fark edebilir. Ne bir gerçek, ne de kaçınılmaz bir gelecek olarak, ama kesinkes somut bir olasılık olarak. Ölümü kendisiyle birliktedir.”





14 Şubat 2023 Salı

Drifter’ın düşünce balonu

 Serkay Tütüncü kardeşim, sana helal olsun! İşte biz sizden kutu paketlemenizi değil popülaritenizi toplumda duyarlık yaratacak meta level eleştiri yapabilmek için kullanmanızı bekliyoruz. 

İki dizide de oynamayıveririz amk!’ slogan olmalı.

10 Şubat 2023 Cuma

Bu alıntı burada dursun.

ACININ ANLAMI


Umutsuz Bir durumla karşılaştığımız, değiştirilemeyecek bir kaderle yüz yüze geldiğimiz zaman bile yaşamda bir anlam bulabileceğimizi asla unutmayalım. Çünkü o zaman önemli olan şey, kişisel bir trajediyi bir zafere, kendi zor durumunu bir insan başarısına dönüştürmek ve sadece insana özgü eşsiz insan potansiyeli olabildiğince göğüslemektir. Artık bir durumu değiştiremeyecek bir noktaya geldiğimiz -örneğin tedavisi olanaksız bir kanser gibi iyileşme şansı olmayan bir hastalığı düşünün- zaman kendimizi değiştirme yoluna gideriz. 


Açık bir örnek vermeme izin verin. Bir keresinde pratisyen hekim olarak çalışan yaşlı birisi yaşadığı ağır depresyon nedeniyle bana geldi. İki yıl önce ölen ve herşeyden çok sevdiği karısını kaybetmeye alışamamıştı. Ona nasıl yardım edebilirdim , ona ne söyleyebilirdim? Birşey söylemekten kaçındım ancak onu şu soruyla karşı karşıya getirdim. ‘Sen ondan önce ölseydin ve karın seni yaşatmak zorunda olsaydı ne olurdu doktor?’ 

‘ ah’ diye karşılık verdi. ‘Bu onun için korkunç olurdu. Ne kadar acı çekerdi’ Bunun üzerine ‘görüyorsunuz ya doktor, onu bu açıdan kurtaran sizsiniz: elbette bunun bedeli de şimdi sizin onu yaşatmak ve yasını tutmak zorunda olmanız.’ dedim. Tek kelime etmeksizin elimi sıktı ve büromdan ayrıldı. Her nasılsa acı, bir özverinin anlamı gibi bir anlam bulduğu anda acı olmaktan çıkıyor. 


Elbette kesin anlamı içinde bu terapi değildir. Çünkü herşeyden önce doktorun umutsuzluğu bir hastalık değildi. Ve ikincisi kaderini değiştiremez karısını diriltemezdim. Ama değişmez kaderine yönelik tutumunu değiştirmeyi başardığım andan sonra, çektiği acıda en azından bir anlam bulabilmiştir.  Logoterapinin temel ilkelerinden birisi, insanın temel uğraşının haz almak  ya da acıdan kaçınmak değil, yaşamda bir anlam bulmak olduğunu göstermektir. İnsanın, elbette acısının bir anlamı olması koşuluyla, acı çekmeye hazır olmasının nedeni budur. 


Ama şuna kesin olarak açıklık kazandıralım: Anlam bulmak için acı çekmek kesinlikle gerekli değildir. Ben sadece acıya rağmen anlamın olası olduğunu - elbette acının kaçınılmaz olması koşuluyla- vurgulamak istiyorum. Acının kaçınılabilir olduğu durumlarda, yapılacak en anlamlı şey, ister ruhsal veya fiziksel, ister politik olsun, acıya yol açan nedeni ortadan kaldırmak olacaktır. Gereksiz yere acı çekmek kahramanca değil mazoşistçe bir tutumdur.  


Viktor E. Frankl - Insanın Anlam Arayışı






5 Şubat 2023 Pazar

Hikayenin sonu, başlığı ve ağlak pazar şarkısı

Hiç bir zaman gece uykusundan uyandırıp ‘beni uyku tutmadı kalk bi yürüyelim’ diyemeyeceği arkadaşlarından biri...

insanlar yürümeyi bilmiyorlar ki hep birbirlerinin üstüne üstüne yürüyorlar.’ 

Aruoba’ya bu cümleyi yazdığı ve haklı olduğu için rahmet okudu. 

O güzelim kitaptan aklına gelen ilk aforizmanın bu olmasına da içerledi biraz.  Sahi nereye kayboldu o ‘De Ki İşte’den sonra en sevdiğim Aruoba kitabı? diye kitaplığa göz ucuyla baktı ama çok uzun zamandır ortada olmadığını hatırlayarak ve artık yaşamadığı evlerinden birinin deposunda olabileceğini düşünerek fazla da aramadı.

Her zaman böyle müşkülpesent miydi? İnsanları severdi de çünkü. 

mesele bu muydu yani? yürünecek insan kalmamasının sebebi

insanların üstüne üstüne yürümeleri mi yoksa: üstüne yürürken görünmez duvarlarına çarpıp beyin kanamasından ölmeleri miydi?


Beşiktaş’ta pazar sokağındaki kirayı paylaştığı ilk evi geldi gözünün önüne. Karşı apartmandaki öğrenci evini perdeleyen avludaki çınar ağacının yaprakları rüzgarda salındı zihninde. Hayatının sonuna kadar çeviri yaparak geçinebileceğini sandığı o yeni mezun günlerinden artık kim olduğunu bilmediği bir kendisiyle karşılaştı yeniden.  Ev arkadaşı okuldayken balkona bir sandalye çeker bir kitaba dalar, akşama kadar aylak aylak vakit geçirirdi. Gece uyku kaçtı mı saat kaç olursa olsun halihazırda sokakta olan biri mutlaka bulunurdu. Ama zaman geçtikçe o noctrun hayvanlarının büyük bir kısmı geceleri uyumaya karar vermişti hayatlarının geri kalanında. Bir kısmı da netflixe filan takılıyordur herhalde diye tamamladı düşüncesini. ‘Huzursuzlar bile rahata alıştı.’ 


Geçmişi düşünürken içinde ne o mekanlara ne de o insanlara dair büyük bir özlem ya da yoksunluk duymadığını fark etti. Yürüme’den bir alıntı daha geldi aklına. "Bir yeri gerçekten ve toptan terketmeyen, yeni bir yola çıkamaz.


Tanrı Lût’a boşuna dememişti ya, geriye bakmayacaksın diye."


Zaten blogdaki o paragrafı okuyup yürümeli bir sahil sahnesi canlandırdığında daha önce yürüdüğü sahillerin hiç biri gelmemişti gözünün önüne: ne Tarabya sahili, ne köprü üstü ne de izmir kordon. Çocukluğunda Nilay’la çekirdek çitleyerek birbirlerine heyecanla hoşlandıkları çocukları anlattıkları yazlık sahili bile gelmemişti aklına. 

Buna biraz canı sıkılacak gbi olduysa da faza durmadı üstünde. 

Geçmişe dair herşeyi severdi, bütün hikayeleri, bütün müzikleri, bütün giysileri, bütün, bütün, bütün../ ama aklı hep henüz sapılmamış bir yolda, orada bulacağını umduğu bilinmeyenin balındaydı.  

Yoksa bir yere varmak için değil sadece yolda olmak için mi yola çıkılıyordu? Da Vinci'nin bir diğer şifresi de bu muydu mesela.  'Bir yere varmak icin değil yolda olmaktan da yorulunurdu.' bütün harfleri çıkmış olsa da, bu 9 kelimelik cümlenin de içinde bir muamma bir mahrem gizliydi.


Bunu da artık Cabanyal plajının sahil yolunda yürürken düşünürdü.  

 

Aynı anda Valensiya'yı düşünmek kadar keyfini yerine getirecek birşey olduğu geldi aklına 

Ve yine Jerry’e öykündü. George, Kramer ve Elaine’i düşünüyordu. 'Dünyanın sorunu yeterince oldfashioned kaçık olmaması!' dedi kendi kendine. Eskiden her mahallede temiz delirmiş biri olurdu, dairesinde tavuk besleyen filan. Seinfeld’in tüm sezonlarını onlarca kez seyretmesine rağmen özellikle kış aylarında ne zaman 'ismail abi'sizliği başına vursa 6 sezonundan başlayarak (çünkü Seinfeld dizisinin en efsane sezonunun 6 sezonu olduğunu düşünürdü) 7,4,5,3 vs diye tüm bölümleri izleme maratonuna kaptırırdı kendini. Etrafında George, Elaine ve Kramer gibi insanlar olmuş olsa canının hiç sıkılmayacağını düşünürdü.   

Jerry’nin bu kaçıklara sımsıkı tutunmasının sebebini bir kez daha iliklerinde hissetti. Sebep jerry’nin outcastliğinden çok diğer insanların sıkıcılıklarıydı. Yeni nesil anne babaların patalojik durumları, yalnız şehir insanının kapitalist tutkuları, kendini doğaya kapatmış inziva insanının mindfulnesslığı…Herkesin birşeyin peşinde olması…  Jerry bunlardan bunalırdı,  tutunacağı George, Elaine ve Kramer olmasaydı. 

Birden yani hayatını kendini Jerry’nin yerine koyduğu bir sitkom gibi hayal edince içini yine sımsıcak ama sıcacık bir nefesle doldurdu ve o nefesi de bir önceki gibi hemen bırakmadı.


pencereden bakarken görüp durağa gidene kadar takip ettiği yaşlı kadın geldi aklına yine. Otobüse binmeden önce yeşil şişelerin ayrıştırıldığı geridönüşüm konteynerine şarap şişelerini attığını düşündüğü kadın. Sahi nereye gidiyordu bir pazar günü, iyi kalite kaşmir paltosunu giymiş, öğleden sonra,  hava bir dereceyken, eğrilmiş omurgasıyla? Kadını ve eğrilmiş omurgasını düşününce I D’nin kinesiologist olduğunu hatırladı birden ve tüm bu yarım saatlik pencere önü dalışını, yine evrenin kendisine birşey söylemek istiyor olabileceğine yordu. Ama o şeyin ne olduğunu hiç bulamadı.   


Bütün gece Seinfeld bölümlerini seyretti ardı ardına, kendini Jerry’nin yerine koydu ve hiç sıkılmadı. 

Uykusu gelince gece kremlerini sürdü, lenslerini çıkarttı. telefonunu şarja koydu. Huzurluydu ve bir iki dakika içinde de uykuya daldı. 


Titreşim sesine uyandığında gözü radyonun üstündeki saati gösteren dijital sayıları seçti. Uykuyla uyanıklık arasında 02:02’nin saati mi tarihi mi ilan ettiğini anlayamadı bir an, bekledi, oysa radyodaki digital sayalar sadece saati gösterirdi. Eczanenin bilborduna değil de radyonun saatine bakıyor olduğuna ayıldığında komidinin üstündeki telefonun ışığı bir kez daha yandı söndü ve bu yarı uyuyan zihnini eni konu uyandırmış oldu.  gerçekten mesaj gelmişti. Başucundaki lambayı yaktı, telefona uzandı gözlüğünü taktı ve I.D’den gelen mesajı okudu:


Hala uyanıksan sizin oradaki parkın köşesinde buluşalım mı?’ Yazıyordu.

ilk atılan mesajsa altına düşmüştü.

‘ Uyanık mısın?’ 


Gözlerine inanmadı. Hayalperestlerin en genel özelliklerinden biriydi bu. Gözlerine sadece canları öyle istediğinde inanırlardı onun dışında;

'Gözleri kapalı ve herşeyi yanlış anlayarak yaşamak' gibisi yoktu. Strawberry Fields forever!!!


Yok artık dedi kendi kendine.  Bu saatte!

ve hala uykuda olduğunu varsayarak gözlüğünü çıkarttı ışığı kapattı ve uykusuna kaldığı yerden devam etti. 


THE END...

Hikayenin başı icin tık