Soren Kierkegaard; hatıra mı bellek mi? etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Soren Kierkegaard; hatıra mı bellek mi? etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2020 Cuma

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #2



'Hayatımda gördüğüm en antipatik İspanyol bu çocuk olabilir, kıyamam n'olcak bunun hali?' diyor Maria Santiago’yu sigara içme alanında yalnız bırakıp, yeniden içeriye girmek için yürürken. “Nolcakmış?”  diyorum. “Peh!” diyor,  “inandın mı kayak tatili palavrasına?”


Santiago

Henüz yirmili yaşlarda, biraz kanca burunlu, ince yapılı- çelimsiz desek de olur; hem hafif kambur durduğu, hem de bir ayağını yere fazla sürterek yürüdüğü için aslında kendine has bir beden stili var. beğenirsin beğenmezsin... 
Genelde beğenmediklerini söyleyebilirim bizim ofistekilerin. Ha unutmadan; bir de üstüne üstlük dört-göz. Yalnız insanların onu antipatik bulmasının asıl sebebi, yukarıda utanmadan, olabildiğince sığ bir perspektiften sıraladığım fiziksel özellikleri değil tabiki sorsanız.
- Kime?
- Insanlara.
Çünkü insanlar benim kadar sığ değiller hiçbir zaman.
Santiago çoğunun sinirlerini zıplatıyor, çünkü fazla kibirli, çalışma arkadaşlarına suratsız ama sinyırlara kraldan fazla kralcı, ispiyoncu olduğunu da söyleyen var; kılkuyruk olduğunu keza...bazen de kantarın topuzunu kaçırıyor, ufak atamıyor, helak oluyor civcivler doyacaz diye.
Ama kimse asıl hikayesini bilmiyor Santiago’nun.
ben biliyorum.

Santiago henüz çocukken annesiyle babasının arasında soğuk savaş baslamış. Ispanya’nın ortalarında, Madrid yakınlarında bir kasabada yaşıyorlarmış. Anne Belediye meclisinde o zamanlar, baba da avukat. Baba büyük şehre taşınmak istiyor, annenin gözü Belediye Baskanlığında. Santiago’nun gözü bozuk ama kimin umrunda? herkes kendi derdinde. Ancak bir kaç dersten birden çakıp sınıf tekrar etmesi gerekince akılları başlarına geliyor. çok geç tabi; Santiago bir yandan sınıfta kalmış bir yandan dört-gözlüğe terfi etmiş oluyor. Sosyal anlamda ilk tökezlemesi denilebilir. iki lafın belini kırdığı arkadaşları bir üst sınıfta; yenilerini bulayım dese, bizimkinin şansına alttan gelen bebeler acımasız ve zorba.  İyice yalnızlaşıyor ister istemez. 
Ama yazlıkta Kral. 
Costa Brava’da anneannesinin büyük villası var denizin hemen dibinde. Her yaz orada takılıyor paşam. Baba avukat, cepte para.  Hep kendinden büyüklerle, plajda sabahlara kadar botellón. Bunda para, büyüklerde kimlik. Yaz bitince de kös kös okula dönmece mecburen.    
zor bir ergenlik velhasıl.
Lise’yi bitirmeye yakın annesi belediye başkan yardımcılığına yükseliyor. Eş zamanlı olarak babasının gizli ilişkisi patlıyor. Birlikte kaza mı yapmışlar ne... öyle bişey. Bildiğin rezalet! Basın filan... Akabinde boşanma. Annede histeri krizleri. Baba Madrid’e taşınıyor, bizimki de Babanın peşine takılmak istiyor Madrid’de yeni başlangıç yaparım diye düşünerekten;  anneyle papaz oluyorlar. Bir süre Madrid’de tatlı hayat, bol esrar, üniversite hazırlık filan hakgetire. Bir de üstüne kafası iyiyken kallavi bir kaza yapıyor... omurga’da hasar ve bacak kırığıyla 'hadi bununla geçmiş olsun, verilmiş sadakan varmış' diyorlar. 
Bir sonraki seçimde annesi belediye başkanı seçilip muradına eriyor ama babasına beddua etmekten geri durmamış olacak ki; babasının manitası, babasını, burodaki bir avukatla beraber olmak için terk ediyor. 
Şok!
Veya değil. 
Bunlar da tası tarağı toplayıp Londra'ya gidiyorlar. Londra nerden çıktı derseniz; büro bağlantıları filan. Santiago boş gezenin boş kalfası zati, babasına Londra ofisinden iş teklifi gelince hemen atlıyorlar. İlk bir iki yıl fena geçmiyor, pizzacıda iş bulup hayata atıldım kafası bile yaşıyor, kendi parasını kazanıp kız arkadaş bile yapıyor. o derece...
De brexit davaları filan Londra’nın tadı kaçmaya başlıyor. Santiago’nun bu başıboş halleri, manita olmayınca babanın da gözüne fazla batar oluyor haliyle. Önce bi isyanlar misyanlar, anneye yeşillenmeler: ne yazık ki anneden umduğu yeşilleri göremeyince, burnunu sürtüp babaya yalvarıyor;
baba bana okul parası! 

- Ne okuycan Santiago? 
- Roterdam’da grafik dizayn. 
- Sen ne anlarsın grafik dizayndan Santiago? Pizzacı’da mı umut verdiler sana evladım?
- Baba yaa!

buna benzer bi diyalog olmuştur diye tahmin ediyorum baba oğul arasında zira Santiago babasının Hollanda’ya gelme fikrine başlarda pek sıcak bakmadığını  söylüyordu bana o gün. 

O gün

o günden önceki günün akşamı yemek sonrası,  genel,  evde takılıyordum, telefon çaldı. Santiago’nun beni arıyor olması çok tuhaf gelmişti. Yanlışlıkla çevirdi herhalde diye de çalar çalmaz açmadımdı hatta.

Epey bi çaldırınca açtımdı. 

- Hayırdır Santiago?
- iyi aksamlar, rahatsız ediyorum seni ama senden bir şey rica edeceğim. Kusura bakma biraz zor bi durumda kaldım da; yarın marketin köşesine çıksam işe giderken beni de alır mısın?
önce ‘hangi market?’ diyesim geliyor da...doğru ya Santiago bizim buralarda oturuyordu daha önce bi muhabbette geçmişti. 
-alırım araban mı bozuldu?
-arabam kayboldu.
-nası yani? Çalındı mı?
- yo- k- k!!! hani nasıl anlatacağınızı bilmediğinizde ağzınızdan çıkan son kelimenin son harfine bir kaç kere basarsınız, marşa basar gibi...ama gerisi gelmez. öyle olduydu tam da.  
'ee uzun hikaye yarın anlatırım telefonda meşgul etmeyeyim seni?’ deyip işin içinden çıkıverdiydi. 

ertesi gün sözleştiğimiz gibi marketin önünde bekliyordu. 
'Anlat!' dedim biner binmez.
biraz utanarak; ‘biraz utanıyorum, pek kimseye anlatmasan’ dedi. 
‘Aberr!’ dedim, bakarız manasında. Ispanyol’larla ingilizce konuşurken yeri geldiğinde yani birden dilim çözüldüğünde ispanyolca bi söz, deyim filan yapıştırmak pek keyiflendiriyor beni. 
gülümsedi, biraz güvendi de; başladı anlatmaya. 

O Olay özetle şöyle gelişmiş. 
Ofisten Lemy ve kız arkadaşı bunu bahçede brunch gibi bişeye davet etmişler; Bunlar aslında playstation gencliği.
Muhabbet nasıl evrildiyse akşam Belçika’ya gitmek icabetmis; Brüksel buraya arabayla 1,5- 2 saat . Gerisini pek hatırlamıyordu. Içmişler vs işte,  kendilerini kaybedinceye kadar. Sonra da trene binip gelmişler. Ayılınca arabası aklına gelmiş. Yani Bruksel’e arabayla gittikleri. Ne yazık ki nereye park ettiklerini hatırlayamamışlar. Yuh!
Üçü de!
- Çok etkilendim dedim! 
- Lütfen! dedi - aramızda kalsın babında...

Yol boyunca epey ifadesini aldım. İlgimi çekmişti, ben sordum o anlattı. ilgiyle dinledim. Hey gidi antipatik Santiago diyordum içimden. Bak sen şu tıfıla!

Ne diyordu Kierkegaard? 
“Kişinin Kendisi için bir sır oluşturması ne de müthiş birşeydir.” 
Bene vixit qui bene latuit : 'Hayatını saklayan kişi güzel yaşamıştır.'

Santiago’yla ilgili tüm bu detaylara vakıf biri olarak
Maria’nın kapısını açarken; sen bakma ona buna; bu Santiago’nun işlerine akıl sır ermez deyiverdim. 

Anımsamak (erindre) kesinlikle hatırlamakla (huske) aynı şey değildir.

DEVAM EDECEK...