'Mısra 509: Gene böyle yaldızlı ve...
Tarih bir tahriften ibarettir. tarih geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil.’'
ve bir de ne demişti şair
''tabir edilesi değil
tamir edilesi rüyalarım var.''
Haftasonu rüya gibi geçmiş; arkadaşlarla hasret giderilmiş, sivas maçı berabere bitmiş, epey bi sigara ve alkol tüketilmişti. Yeni hafta baslamış, gece yürüyüşünden mütevellit gözaltındaki kadınlar -32 tanesi birden- sabahın ilk ışıklarıyla serbest bırakılmış, herkes işine gücüne dağılmıştı. Ben de telekom, banka şubesi, noter, vergi dairesi filan gibi sevimsiz işleri biran önce bitirip azıcık keyfini çıkartmak istiyordum şehrin. Ama nereye gitsem turist muamelesi çekiyordu istanbul bana. Özellikle Gayrettepe telekom maceram fiyaskoydu. Bildiğim yollar bildiğim yerlere çıkmıyor, binaların giriş kapıları açılmıyor, metroya binicem, akbilim bile yükleme yapmıyordu. 'Vay anasına, varsan baksan iki yıl uğramadık! Dünyanın hiç bir yerinde bu kadar yabancı hissetmedim' diye düşündüm. O beylik cümle var ya; 'İçine etmişler şehrin!’; hah işte, sağa sola bakıp içimden sürekli bu cümleyi tekrarlıyordum. Ama sonra birşey oluyordu mesela; metro’da bi genç, akbilimin çalışmadığını görüp ’ben basarım siz geçin‘, diyor; bankta oturan amca, 'girişi arkaya aldılar kızım, soldan dönüver' diye işaret ediyor, bi köpek miskin ve ’başımı okşasana acık’ bakışlarıyla bacağıma sürtünüyor, bi kedi miyavlıyor, aygazvari salak bi korna sesi duyuluyor ve bütün bunlar beni gevşetmeye yetiyordu.
Ilk günler akşamları epeydir yüz yüze görüşmediğim insanlarla buluşup, musaitlik durumuna göre yemek yiyor; kahve veya bi kadeh bişey içiyor; sosyal bağlantıları taze tutma girişimleri gibi tutunma refleksleri veriyordum. Her reunion beklediğim tadı vermiyordu yalnız. Muhabbetin bir yerinde bir mekandan söz açılıyordu mesela; ‘aaa orası kapandı tatlım; o binanın altına bilmem ne açıldı.’ 'Kemaller mi, hiç görüşemiyorum, galiba onlar da Izmir’e taşınacaklardı filan gibi cümleler geldikçe ve ben kafayı buldukça daha moody bir hüzün çöküyordu içime. Ayrıca insanlarla iletişim halinde olmakla, fiziki dünyada sosyalleşmek arasında büyük fark vardı. Iki yıldan uzun bir süredir görmediğim dostlardan biriyle otururken ayıldım ki, ben artık bu şehirde yaşamıyordum ve her ne kadar hayatındaki değişikliklerden haberdar olsam da, aslında bu değişikliklerin onu ne kadar değiştirdiğinin farkında değildim.
Nereye dönecektim ben? Ne sanıyordum? yarın da bugün gibi mi olur sanıyordum o gün?
Kafamda Keane çalıyordu. tatlı tatlı sokuyordu lafı.
‘you say you wonder your own land, but when I think about it, I don’t see how you can’
Önce Olric yapıyor sandım. Oysa o pek dayanıklı değildi içmeye; birinci kadehte sızar kalırdı cenin vaziyette bi köşede.
susmuyordu Keane.
‘you’re aching,
you’re breaking
and I can see the pain in your eyes,
says everybody’s changing and I don’t know why.’
Mırıldanıyor musun sen? dedi Ebru.
Bazen dedim.
Bi kadeh daha söyleyelim mi? diye sordu. Hayır dedim, artık kalkayım, bu aksam Gokce’deyim geç olmadan evin yolunu bulayım, malum beyaz yaka onlar, yarın işe gidecekler, efendi gibi kapıyı çalarak gireyim eve.
Peki dedi. Çok özlemiştim seni. Neyse yakında döneceksin, araya kapatırız.
kafenin önünde öpüşerek ayrıldık. O caddeye doğru yürüdü ben asmalı’dan aşağıya... Bulvara inip cihangire gitmek için bi taksiye binecektim. Akşam kızıllığı içime işledi. Sanki burnumdan girdi boğazımdan geçti, midemi yaktı resmen. Yürüsem mi dedim biraz. Perapalasın oraya çıktım. Pera müzesinin önünden Galatasaraya yürürüm diye düşünüyordum. Tuyapın orası tuhaf bi otopark-tostçu filan gibi bişey olmuş. ’Kime peşkeş çekmişler acaba burayı, manzarası da on numaradır buranın’ diye düşündüm. Ama o kadar itici ki, insanın içinden oturup bi çay bile içmek gelmiyor yani. Yanında da o çirkinler abidesi trt binası. Güzelim Londra otelinin tam karşısında aynalı bir saçmalık. Aynalı bina nedir kardeşim orada? Ve bu devlet televizyonunun binası yani. Herşeyi dönüştürdünüz de, bi buna mı yok bütçe? Hayret. Ben Londra otelinin yerinde olsam, ön ayak olur, bi kampanya başlatırım şu trt binasını yenileme için para topluyoruz Allah rızası için desen...etraftaki esnaftan ; müşteriden filan... diye icimde söylenirken;
Kafamı kaldırdım.
Londra oteline şöyle bir baktım.
Balkonlu odalarına.
Öyle esti ve kendimi resepsiyonun önünde buldum. Balkonlu odalardan müsait olan var mı diye sordum.
3. kat balkonlu oda müsait dedi resepsiyonist arkadaş.
Kimliğimi ve kredi kartımı uzattım.
Ödemeyi çıkarken alırız, kimlik yeterli dedi.
- Papağan duruyor mu?
- Tabiki. Duvarın arkasında.
- eskiden barın yanında durmuyor muydu?
- ara ara yerini değiştirmemizi istiyor.
-Keyfi yerinde mi?
-yerinde yerinde.
-Konuşuyor mu?
-Canı isterse.
-yabani yine yani.
-yaşlı da.
-Bi türk kahvesi alabilir miyim odaya?
-Tabi siz çıkın ben göndertiyorum.
Odaya çıktım. Dökülüyordu, ama temizdi. Tam beklediğim gibiydi. Bakımsız mobilyaları ve old fashioned dekorasyonu yıllardır aynı. Bu otelde sadece yataklar yenilenir. Istanbul’da değişmeyen çok az mekandan biridir Londra Oteli. Yıllardır aynı aile tarafından işletilir, odalar makul fiyatlıdır, temizdir ama sadece ihtiyaç halinde masraf yapılır. Ve otel çalışanları süper insanlardır. Güvenlidir. Bundan yıllar önce perada bi kulüpte anahtarımı kaybedip sabaha karşı sokakta kalınca keşfetmiştik burayı. Şans işte.
Biliyordum zaman durmuştu Londra Otelinde. Sanki bir isyandı. Biliyordum değişmediğini. Ve ben doğru yerdeydim. Hay impulsiveliğimi seveyim. Gökçe’ye gelmeyeceğimi haber verdim beklemesinler diye. Sonra da balkonda kahvemi içtim bir güzel, halis uzerinden güneşi batırdım ve balata karşı fotoğraf çektim. Çok huzurluydum.
DEVAMI VAR HALIYLE....
Tarih bir tahriften ibarettir. tarih geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil.’'
ve bir de ne demişti şair
''tabir edilesi değil
tamir edilesi rüyalarım var.''
Haftasonu rüya gibi geçmiş; arkadaşlarla hasret giderilmiş, sivas maçı berabere bitmiş, epey bi sigara ve alkol tüketilmişti. Yeni hafta baslamış, gece yürüyüşünden mütevellit gözaltındaki kadınlar -32 tanesi birden- sabahın ilk ışıklarıyla serbest bırakılmış, herkes işine gücüne dağılmıştı. Ben de telekom, banka şubesi, noter, vergi dairesi filan gibi sevimsiz işleri biran önce bitirip azıcık keyfini çıkartmak istiyordum şehrin. Ama nereye gitsem turist muamelesi çekiyordu istanbul bana. Özellikle Gayrettepe telekom maceram fiyaskoydu. Bildiğim yollar bildiğim yerlere çıkmıyor, binaların giriş kapıları açılmıyor, metroya binicem, akbilim bile yükleme yapmıyordu. 'Vay anasına, varsan baksan iki yıl uğramadık! Dünyanın hiç bir yerinde bu kadar yabancı hissetmedim' diye düşündüm. O beylik cümle var ya; 'İçine etmişler şehrin!’; hah işte, sağa sola bakıp içimden sürekli bu cümleyi tekrarlıyordum. Ama sonra birşey oluyordu mesela; metro’da bi genç, akbilimin çalışmadığını görüp ’ben basarım siz geçin‘, diyor; bankta oturan amca, 'girişi arkaya aldılar kızım, soldan dönüver' diye işaret ediyor, bi köpek miskin ve ’başımı okşasana acık’ bakışlarıyla bacağıma sürtünüyor, bi kedi miyavlıyor, aygazvari salak bi korna sesi duyuluyor ve bütün bunlar beni gevşetmeye yetiyordu.
Ilk günler akşamları epeydir yüz yüze görüşmediğim insanlarla buluşup, musaitlik durumuna göre yemek yiyor; kahve veya bi kadeh bişey içiyor; sosyal bağlantıları taze tutma girişimleri gibi tutunma refleksleri veriyordum. Her reunion beklediğim tadı vermiyordu yalnız. Muhabbetin bir yerinde bir mekandan söz açılıyordu mesela; ‘aaa orası kapandı tatlım; o binanın altına bilmem ne açıldı.’ 'Kemaller mi, hiç görüşemiyorum, galiba onlar da Izmir’e taşınacaklardı filan gibi cümleler geldikçe ve ben kafayı buldukça daha moody bir hüzün çöküyordu içime. Ayrıca insanlarla iletişim halinde olmakla, fiziki dünyada sosyalleşmek arasında büyük fark vardı. Iki yıldan uzun bir süredir görmediğim dostlardan biriyle otururken ayıldım ki, ben artık bu şehirde yaşamıyordum ve her ne kadar hayatındaki değişikliklerden haberdar olsam da, aslında bu değişikliklerin onu ne kadar değiştirdiğinin farkında değildim.
Nereye dönecektim ben? Ne sanıyordum? yarın da bugün gibi mi olur sanıyordum o gün?
Kafamda Keane çalıyordu. tatlı tatlı sokuyordu lafı.
‘you say you wonder your own land, but when I think about it, I don’t see how you can’
Önce Olric yapıyor sandım. Oysa o pek dayanıklı değildi içmeye; birinci kadehte sızar kalırdı cenin vaziyette bi köşede.
susmuyordu Keane.
‘you’re aching,
you’re breaking
and I can see the pain in your eyes,
says everybody’s changing and I don’t know why.’
Mırıldanıyor musun sen? dedi Ebru.
Bazen dedim.
Bi kadeh daha söyleyelim mi? diye sordu. Hayır dedim, artık kalkayım, bu aksam Gokce’deyim geç olmadan evin yolunu bulayım, malum beyaz yaka onlar, yarın işe gidecekler, efendi gibi kapıyı çalarak gireyim eve.
Peki dedi. Çok özlemiştim seni. Neyse yakında döneceksin, araya kapatırız.
kafenin önünde öpüşerek ayrıldık. O caddeye doğru yürüdü ben asmalı’dan aşağıya... Bulvara inip cihangire gitmek için bi taksiye binecektim. Akşam kızıllığı içime işledi. Sanki burnumdan girdi boğazımdan geçti, midemi yaktı resmen. Yürüsem mi dedim biraz. Perapalasın oraya çıktım. Pera müzesinin önünden Galatasaraya yürürüm diye düşünüyordum. Tuyapın orası tuhaf bi otopark-tostçu filan gibi bişey olmuş. ’Kime peşkeş çekmişler acaba burayı, manzarası da on numaradır buranın’ diye düşündüm. Ama o kadar itici ki, insanın içinden oturup bi çay bile içmek gelmiyor yani. Yanında da o çirkinler abidesi trt binası. Güzelim Londra otelinin tam karşısında aynalı bir saçmalık. Aynalı bina nedir kardeşim orada? Ve bu devlet televizyonunun binası yani. Herşeyi dönüştürdünüz de, bi buna mı yok bütçe? Hayret. Ben Londra otelinin yerinde olsam, ön ayak olur, bi kampanya başlatırım şu trt binasını yenileme için para topluyoruz Allah rızası için desen...etraftaki esnaftan ; müşteriden filan... diye icimde söylenirken;
Kafamı kaldırdım.
Londra oteline şöyle bir baktım.
Balkonlu odalarına.
Öyle esti ve kendimi resepsiyonun önünde buldum. Balkonlu odalardan müsait olan var mı diye sordum.
3. kat balkonlu oda müsait dedi resepsiyonist arkadaş.
Kimliğimi ve kredi kartımı uzattım.
Ödemeyi çıkarken alırız, kimlik yeterli dedi.
- Papağan duruyor mu?
- Tabiki. Duvarın arkasında.
- eskiden barın yanında durmuyor muydu?
- ara ara yerini değiştirmemizi istiyor.
-Keyfi yerinde mi?
-yerinde yerinde.
-Konuşuyor mu?
-Canı isterse.
-yabani yine yani.
-yaşlı da.
-Bi türk kahvesi alabilir miyim odaya?
-Tabi siz çıkın ben göndertiyorum.
Odaya çıktım. Dökülüyordu, ama temizdi. Tam beklediğim gibiydi. Bakımsız mobilyaları ve old fashioned dekorasyonu yıllardır aynı. Bu otelde sadece yataklar yenilenir. Istanbul’da değişmeyen çok az mekandan biridir Londra Oteli. Yıllardır aynı aile tarafından işletilir, odalar makul fiyatlıdır, temizdir ama sadece ihtiyaç halinde masraf yapılır. Ve otel çalışanları süper insanlardır. Güvenlidir. Bundan yıllar önce perada bi kulüpte anahtarımı kaybedip sabaha karşı sokakta kalınca keşfetmiştik burayı. Şans işte.
Biliyordum zaman durmuştu Londra Otelinde. Sanki bir isyandı. Biliyordum değişmediğini. Ve ben doğru yerdeydim. Hay impulsiveliğimi seveyim. Gökçe’ye gelmeyeceğimi haber verdim beklemesinler diye. Sonra da balkonda kahvemi içtim bir güzel, halis uzerinden güneşi batırdım ve balata karşı fotoğraf çektim. Çok huzurluydum.
"I get these moments when I have to lie down because everything feels sort of too much and I look up and see the blue, or the grey, or the black and I feel myself melting into it. And, for like a split second, I feel free. And happy. Innocent. Like a dog, or an alien, or a baby."
DEVAMI VAR HALIYLE....