müze gezileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müze gezileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Şubat 2020 Pazar

Günün tablosu + genel geyik

Otterlo diye bi köy var bu Hollanda'da. 2400 kişinin yaşadığı bir köy. Hiç bir özelliği yok, Kroller-Muller Müzesi dışında. Adı sanı pek duyulmamış bu müze hiç de yabana atılmayacak bir koleksiyona sahip.
Öncelikle, öyle bir iki tane değil, epey bi van gogh var. Müzeye ismini veren Helene Muller de ilk van Gogh toplayıcılardan zaten. Alman bir fabrikatörün kızıymış. Avrupa'da hatırı sayılır sayıda sanat eseri toplayan ilk kadınlardan. Meşhur Potato-eaters ve cafe teras at night la birlikte van Gogh'un akıl hastanesinde çizdiği ciddi sayıda karakalem çalışması sergileniyor.  Bununla bitmiyor; müzede, sentetik kübizm akimının ilk örneklerinden olan  picasso ve George Braque'ın gitarları (picasso'nun violini de) var. Daha meraklıları için Seurat, Metzinger, Signac, Juan Gris, Mondrian vs.vs. 
Bir de heykel bahçesi var ki, baharda pek keyifli olur. Geniş bir alana yayılmış epey heykel var. Gerçi ben tek bir tanesini görmek istiyordum, onu da göremedim çünkü bakım çadırının içinde kalmıştı. Jean Dubuffet'nin jardin d'email'i. Baharda restorasyon bitince bi daha gidicem. 

Neyse gelelim günün tablosuna. 

Odilion Redon'un tepegözü. Bu tabloyu çok etkileyici bulduğumu söylemeliyim. 

Polyphemus ve Galatea efsanesini bilmeyenler için özet geçeyim; polyphemus poseidon'un tek gözlü (kiklop denilen ki bunlardan üç tane var) canavar oğlu. Bi su perisi olan Galatea'ya aşıktır.  Kikloplar aslında keçi koyun çobanlığı yaparlar ve dağ eteklerindeki mağaralarda yaşarlar. Homer'e bakılırsa yamyamdırlar. Odysseus'un denizci arkadaşlarını çerez yapıp hüpletmiştir, muhabbet esnasında. (Yamyama koyun emanet etmek de nasıl bi kafaysa artık ) neyse mevzuyu dağıtmayalım. Polyhemus da bu tek gözlü canavarlardan biri; ama Onun aşkı mitolojideki ilk kur yapma hikayesidir. ay çok tatlı; Galatea'ya her gün peynir, süt vs ne bulursa getirerek gönlünü çalmaya çalışır. Ne var ki Galatea da Akis'le takılmaktadır.(Akis yani eko.) polyhemus bu meşki kıskanır ve akis'in üstüne kayalar atarak onu paramparça eder. Böyle. Biraz acıklı sonu kabul.  


Tabloya gelince; Kayayla ezme kısmına varıncaya kadar tepegözun ne yasadığını anlatıyor. Tuhaf duygular uyandırıyor insanda inanın. Galatea çiçeklerin içinde sereserpe yatarken zavallı polyphemus dağın arkasından ona görünmeden; o tek gözüyle hem kızı seyrediyor, hem de onu aslında bizden, yani tabloyu izleyenlerden koruyor. Galatea'ya göz kulak oluyor. tablonun onunde dururken o ürkek ama tehditkar bakışı hissediyorsunuz. O tek göz resmen size göz dağı veriyor. Tablonun renkleri ve sahne öyle şiirsel ki sizi de bir rüyanın içine alıyor. Tüyler ürperten bir tablo yani.   

 
 
bu tablo kadar beni duygulandıran bir diğer olay, Sergen'in Beşiktaşa teknik direktör olarak dönmesi. 20.000 kişilik imza töreni filan. Çok güzel oldu bence. 
ayrıca dünkü Trabzon fener maçı pek keyifliydi. Sörloth'u bizim takıma istiyorum. Altı buçuk milyonmuş opsiyonu. Falcao'nun bir yıllık parasıyla Sörloth'u alabilirdik yani. Yeri gelmişken nerde o Falçao bugün? sakat mı? hiç şaşırmam.

Bu arada en sevdiğim Ryan Donk'un gölü de geldi felaket tellalığı yapmayayım efendi gibi maçı seyredeyim bari.


14 Kasım 2019 Perşembe

ANCAK ABSURDE YELTENEN İMKANSIZIN HAKKINDAN GELİR.

John Biden’in oğlu ukrayna’da ne haltlar karıştırmış falan... bize neyse? Bugünlerde gündem bu ya: illa merak edicek drifter!
Donald Duck amcanın impeachment mevzusu...
Biraz gerçek fox biraz gerçek Cnn izliyorum,  tuhaf tuhaf şeyler fark ettim bu iki kanal arasında. Bir kere Fox alenen Trump’çi, Cnn açık muhalif o kesin.
Reklamlar çok enteresan geldi bana.
Mesela CNN’de dikkat çekici sayıda zenginlere yönelik sağlık hizmeti, tedavi, özel klinik filan reklamı var. Zor hastalıklar için özel tedavi reklamının televizyon kanalında yayınlanması aslında biraz sinir bozucu ve tahrik edici. Yani düşünsenize; adam mesela hasta; veya ailesinden biri hasta. ama dar gelirli ve tedavisini sigortadan karşılamak zorunda ve o özel klinikte yatamıyor, o tedaviyi alamıyor ancak standart tedavi uygulanıyor o da iyileştireceksin mi belli degil filan. Televizyonda gördükçe adamın gece gece siniri bozulmaz mı?  öbür kanalda da tam tersine mide sancısı hapı reklamı var. Gece hamburgere yüklenip midesi gaz yapmış dar gelirli Trump taraftarı adam için herhalde... Amerika kopmuş gidiyor yani... Impeachment hadisesinde henüz bir malumat edinemedim işi sulandırdıkça sulandırıyor demokratlar. Impeachment kelimesinin icindeki şeftaliden olsa gerek. Aksam kuşağı yorum programında Nagehan’ın amerika versiyonu olan kadının saçının balyajı nefisti yalnız hakkını vermem lazım.


neyse onu bunu bırakın da cumartesi çok güzel müzeye gittim onu anlatıcam.
M.C. Escher (böyle yazınca da rapçi ismi gibi oldu, komik oldu.)

hani elin kendini çizdiği karakalem resim vardır ya... İste onu çizen grafik dizayncıların ilahi kabul edilen Escher.



Müze Den Haag’da 'Inci küpeli kız'ın sergilendiği Mauritshuis müzesine 150 m uzaklıkta. Herkes Vermeer görmek icin Mauritshuis’a hücum ediyor ama bence, bu müzeyi kaçırıyorlar. Müthiş bir deneyim inanın. Escher’in ağaç uzerine oyduğu detaylar, litografiler inanılır gibi değil  insan işi değil. en azından normal insan işi değil bildiğin deli işi.

mesela woodcut çalışmalarından ikisi:






ama asıl infiniti takıntısı meşhur!





sonsuz merdivenler, merdivenden inip sonsuzluğa karışan insancıklar.
80’lerin bilgisayar oyunu grafiklerine ilham olduğu açıkça görülüyor.

ve bir de denizle gökyüzünün birbirine karıştığı; dolayısıyla balıklarla kuşların içiçe geçtiği, gerçeküstücüsülerle muhabbet eden, 'lucht en water’i var.


 Daliyle kapışacak işleri de var, misal:



Biraz da kendisinden bahsedeyim müzenin girişindeki hediyelik eşyacıda bir kitabi karıştırdım azıcık. 
birkere tipik Hollandalılardan bir takım farklılıklar gösteriyor kişiliği,  onu söylemeliyim. 
enteresanlık çocukluğundan başlıyor. Ufakken hastalanıyor.  1900’lerin başı. Özel eğitim alacağı bir okula gönderiliyor. Ama notlar berbat,  matematik geometri nanay. bi resim super. sınıfta da kalıyor. bundan bisey olmayacak herhalde deyip marangozun yanına çırak veriyorlar. Yaa kader iste ağaç oymaya orada öğreniyor. Ama ne oymak.
1920’de Amsterdam yakınlarında Haarlem’de Mimari ve dekoratif Sanatlar okulu’na kaydoluyor. Orada çizim ve ahşap isleri filan öğreniyor. 
zaten 1920’ler sanatın bir takim kavşaklara geldigi: virajlar aldığı yıllar.   

Aklı dışarda, daha dogrusu güneylerde. Akdeniz’de... excursion modasına kaptırıyor kendisini. Hanimi da alıp Italya’ya uzuyorlar.  Zaten litografların yüzde 90’ında italyan ve ispanyol hatta daha spesifik olarak endulus etkisi var en ince ayrintisina kadar amalfi’yi oymuş falan. 


gelelim sanat camiası tarafından biraz üvey evlat muamelesi görmesi;  görmezden gelinmesi mevzuuna:
onun perspektif oyunlarını sevmiyorlar, simetriyle asimetriyi bir arada kullanışını, ayna icinde ayna obsesyonunu, dışbükey görüşlerini...
biraz ağar kaçtığını düşünüyorlar butun bu matematikselliğin sanata. 
hatta şöyle bir cümleyle ifade ediliyor bu burun kıvırış:

his works have been thought too intellectual and insufficiently lyrical. 

 fazla entellektüel ve şiirselliği (lyrical’dan bahsettiği şiirsellik olsa gerek)yetersiz!!!




neyse Italya’da Mussolini donemi ve faşist düzen belli bir noktadan sonra sanatında grafiğinde olan etliye sütlüye karışmayan allahın Hollandalısı bir insani bile hayatından bezdirdiğinde (9 yaşındaki olguna Ballilla denilen faşist bir organizasyonun üniformasıni giydirmeye kalkınca okul yönetimi) 'hadi hanim toparlan’ diyerekten Hollanda’ya geri donuyor. 

hiç para sikintisi çekmemişler fayans işi yapmış ünlü köşklere filan. 






Müzede kendisinin ve ailesinin fotoğrafları da vardı. Ince adammış ağzından sigarası da hemen hemen hiç düşmüyor.


 bir de ‘demiş ki’ yapayım size son olarak.

Only those who attempt the absurd will achieve the impossible. I think it's in my basement... let me go upstairs and check.


ANCAK ABSURDE YELTENEN IMKANSIZI BASARIR. SANIRIM BODRUMUMDA OLACAK,  BEKLEYIN BI ÜST KATA BAKIP GELEYIM.















16 Eylül 2018 Pazar

Bahçeler, kediler ve başka bisürü şey!


Nereye varacağı belli olmayan bir patikanın ortasında bir kadın. Mevsim bahar, doğa renk cümbüşü... aksine siyahlar içindeki bu kadının bir elinde kağıt, bir elinde kalem. Kalem tutan eli havada ve bilinmeyen bir yere bakıyor; sanki yabani çiçeklerin bittiği kara ormana doğru... ilhamı orada bulacağını düşünür gibi...hatta sanki bulmuş gibi... Ve tabi çeşme ayrıntısı. Kadını yolundan çeviren asıl unsur.  'water of life/hayat suyu' Insanoglunun hayatta kalma , yaşama arzusunu sembolize eden Farsi kökenli -Rumi nin en çok kullandığı- meşhur metafor. Çeşmenin aynısının tıpkısı Cau Ferrat müzesinde...

Bu tablo bir Rusiñol arkadaşlar; ismi  'Alegoría de la Poesía' yani 'şiirin alegorisi'

Santiago Rusiñol  Barcelona'lı ressam-şair-ehlikeyif. Katalan modernizm akımının öncülerinden. Genç Pablo'yu en çok etkileyenlerden biri olduğu söyleniyor gerçi Picasso'nun etkilenmediği ressam yok o ayrı. 
Bahçeler, bahçeler... elit kesimden kadınlar (kendi çevresinin insanları... sonuçta hali vakti yerinde bir aileye doğmuş ) güneşli günler... hep pozitif bir sembolizm. Hayat ona güzelmiş gibi görünüyor.
Bir tablosu var yalnız; adı 'morfine' ! Morfin bağımlısı bir kadını yatakta çizmiş gerçekten etkileyici.  

Barcelona'ya 35 km uzaklıkta Sitges kasabasındaki hem evi hem atölyesi olan Cau Ferrat'ı 1893'de 'Güzellik tapınağı' ilan ediyor. 3. Geleneksel Modernizm festivali esnasında şu sözlerle;

 “the harmony the soul seeks so eagerly; it is the beauty the spirit dreams of; it is the perfumed essence that rises up like incense from the very depths of matter and takes the form of a cloud that envelops the heart of man [...] When beauty awakens, it opens the doors of the day; when it falls asleep, it lights up the stars in the sky; when it passes, the clouds know; they follow it majestically to the beyond, to the chariot of dawn or the beautiful farewell of the sunset. When it stops, it spouts poetry and sings random songs. When it dreams, all the poets dream, when it weeps, all souls tremble; and when it prays, man falls silent, the wind falls silent, the voices of the forest fall silent; and the windows to glory half open and the angels kneel"

Şair adam tabi olcak o kadar.
Cau Ferrat 1933'de public museum olarak halka açılıyor.

Sitges kasabası hakkaten şahane bir kasaba; Festivalleriyle ünlü. En önemlisi Film festivaliymiş; ekimde oluyormuş bu yıl kaçırmış oldum.


Nefis bir plajı var; falan, gezilesi bir yer. 

ama asıl Rusiñol ile ilgili başka bir yerden bahsedeceğim ben. Barcelona'ya ayak basıp oraya gitmezseniz hatırım kalır. 

Binsekizyüzlerin sonlarında Barcelona'ya yolu düşüp 'nerededir buranın ehlikeyifleri, yok mudur sohbeti güzel? diye' soran kişiye tarif edilen adres Casa Marti'nin giriş katı 'Els Quatre Gats' cafe, cabaret, bar işte ne derseniz. Barcelona modernista akımının şekillendiği bohem, sanatçı ne kadar ehlikeyif varsa toplanıp yiyip içtiği uğrak noktası. Katalanca '4 kedi' manasında ama bu bir Katalan deyimi. Marjinal, değişik, bohem insanlar için "a few people" manasında kullanılıyor.  Hani biz de deriz ya 'şunun şurasında üç beş kişi' diye... 

Buradaki 4 kedi'den biri Santiago Rusiñol. Oradan bağlanıyoruz. Fikrin hayata geçmesi ve sonrasında da hayatta kalabilmesi için sermayeyi koyanlardan başlıcası.
Fikrin babası ise Pe' Romeu; kafenin sahibi ve Kedilerden ressam, şair, yazar filan olmayan tek kişi. Ama işte fikir öyle güzel ki bir sanat akımının bir şehre doğmasına vesile olmuş.  Zamanında Paris'teki Le Chat Noir'de çalışmış.  Oradaki ortamın kralını yaparım ben Barcelona'da demiş ve Rusinol'la Ramon Casas'ı kafalayıp Meşhur Mimar Cadafalch'ın binasının giriş katına açmış cafeyi.



Duvarında Ramon Casas and Pere Romeu on a Tandem isimli şu resim var.


Sağ köşesinde şöyle açıklıyor: 'bisikleti sırtın dik süremezsin' yani iyi bişey büyük bişey yapmak için biraz farklı bir çaba, biraz ağrıması, geleneğin yıkılması gerekir baabında.

Yıl 1897, cafe açılır açılmaz ilgi odağı oluyor tabi sonuçta Barcelona küçük şehir duyan geliyor. Acayip bir sanat ortamcılığı, o şekil vur patlasın çal patlasın!  yemeklere gelince vasat diyelim ayıp olmasın ama içki kalite. Kimler geliyor kimler geçiyor kimler oturup kalkamıyor aklınız durur. Picasso 17 yaşında takılmaya başlamış mekana öyle diyeyim. sokağın başındaki afişi ona tasarlatmışlar, hala duruyor.  Böyle sürüp gidiyor bir dönem tatlı hayat ama 4 kedinin dördünde de para kazanma kaygısı olmadığından ve aaaa o bizim bilmemkimin kardeşi, aaaaa bu benim atöylede genç asistan parası az, aman Santiago'nun Paris'ten arkadaşı gelmiş yok Ramon bundan hesap almayın dedi derken cafe batıyor tabi...


Bunlar sergiydi, dergiydi biraz birşeyler denkleştirmeye çalışıyorlar ama nafile... o hayata can mı dayanır? Romeu batınca cafe de kapanıyor. Adamcağız tüberkülozdan ölmüş. Rusiñol ardından şöyle dokunaklı birşeler yazmış (yine):

«that picturesque place, full of dreams, which frightened the artisan; those pictures on the walls that the girls of the house could not go to see because they liked them too much; that smoke of pipes that made the parishioners of the house drunk of ideas; friend, who you deserve you it, sleep in peace. You had only made the good, and you do not have sorrow of leaving! Yes, we will miss you, and in you we will miss a period in the one that the fantasy made us live».

Yaa işte böyle. 
sonra İspnya İç savaşı herşey herkes bir yana savruluyor filan...
70'lerin sonlarında üç gastronom girişimci bir araya gelip 4 cats cafe'nin kapılarını yeniden açıyorlar o gün bugündür  aynı adreste bir tarih yatıyor. 


bu da 4 kedi kitabından bir sayfa Romeu'yla ilgili bişeyler anlatıyor herhalde Katalanca.




25 Ocak 2016 Pazartesi

Vermeer tablolarının ardındaki sır perdesini tesadüfen öğrenen Drifter soluğu Lahey’de alır!

Lahey Ocak 2016,
Hava dışarıda eksi 10 derece hissediliyor.



Allah hissettirmesin diyerek  donmadan meşuuur  Dudok cafe’ye giriyorum. 
Abartacak bişey yok aslında, Ankara’dan sıcak;
“Trabzonda kar sebebiyle maç ertelenmiş, sen neden bahsediyorsun?” derler adama… Ama söyleyeyim bu Beşiktaş’ın lehine olmadı, hep Fenere yarıyor bu işler valla içim el vermiyor.
Neyse,

Dudok Cafe’de sıcak apple pie yemeyeni dövüyorlarmış bilginize.

Niye buradayım hemen söylüyorum: Meraktan.

Geçenlerde tesadüfen süper garip bir şey öğrendim; Johannes Vermeer’le ilgili.
Hani şu meşhur “İnci Küpeli Kız” tablosunu yapan ressam; (Scarlet johanson desene yahu diyenleriniz olabilir.)  
Bu tablo şimdilerde Kuzeyin Mona Lisa’sı kabul ediliyor. Tahminen 1650’lerde yapılmış. (Tahmin ,çünkü tam tarihi belli değil.) 17.yy Hollanda’nın altın çağı. Sanat almış yürümüş zaten. Ama Vermeer konusu biraz muamma.

Şimdi yukarıda ismini zikrettiğim zaaatı muhteşemin oynadığı filmi seyreden arkadaşlar “oo biz biliyoruz o muamma değil artık, kızla ressam arasında aşne fişne varmış” diyecekler. Her ne kadar sanatın magazinsel kısmı da en az sanat kadar beni can evimden vuruyorsa da bu sefer durum öyle böyle değil. Hakkaten çok şaşırtıcı anlatacaklarım.
Birincisi, söylüyorum: tabloyu gördüm!  Küpe kesinlikle inci değil; metalik bişey; ama mevzu bundan çok daha önemli.

Johannes Vermeer gerçekten ressam mıydı değil miydi?
Soru bu!

Şu tablolar İnci Küpeli’den sonra en çok tarzını yansıtan tabloları Vermeer’in… Gözünüze takılan bir şey var mı?











Johannes Vermeer 17. Yüzyılın ortalarında Lahey’e 15 dakika uzaklıktaki Delft’te yaşamış hayatı boyunca. Amsterdam’ın miniği gibi bir şehri Hollanda’nın; onun gibi kanallı filan. Porselen işçiliğiyle ünlü. Hatta şu Hollanda porselenlerindeki lacivert’e “delft mavisi” deniyor.  

View of  Delft


Mauritshuis müzesinde bu tablonun sergilendiği odaya girerseniz hemen anlayacaksınız; odada sanırım 5- 6 tablo daha var, ama gözünüz başka hiç birşeyi görmüyor. Çünkü bu tablo canlı gibi. Fotoğraf gibi diyeceğim dilimi ısırıyorum.

Neyse;

Johannes Vermeer’in özelliği tablolarındaki ışık ve renklerin mucizevi şekilde gerçekle birebir olması; Hatta yok artık insan evladı bunu nasıl çizer dedirtecek kadar. 
Bu nasıl bir görme kardeşim?

Leonardo Da Vinci zamanında şöyle buyurmuş;

“The surface of every object partakes of the color of the adjacent object” yani şunu demek istiyor; bir nesnenin rengine yanındaki nesnenin rengi etki eder… ışık, tonlar ve gölgelerden bahsediyor. İşte Vermeer tablolarında şaşırtıcı olan bu tonların birebir gerçeği yansıtması hatta bazıları gözün göremeyeceği tonları ortaya çıkartıyor.

Normalde bir ressamın tekniğini incelemek için tutulan kayıtlara bakılıyor; büyük ressamların çoğunun çıraklık döneminden ustalık dönemine kadar teknikleri, stilleri kağıda dökülmüş. Kimden el aldıkları, kimleri eğittikleri etkiledikleri belli.  Ama Vermeer tam bir muamma.  Resme ne zaman merak saldı, kimden eğitim aldı, fırça tekniğini kimden öğrendi bilinmiyor. Onunla ilgili bilinenler; babasının resim alıp sattığı, dolayısıyla da pek çok ressamla yiyip içtiği... Ama bu öyle aynı sofrada oturarak kapılacak bir stile benzemiyor.

Aynı dönemde yapılmış diğer tablolara bakınca fark piksellerde; bu piksel çeşitliliği o dönem için biraz fazla değil mi?

Bir diğer gariplik; resimlere dikkatli bakarsanız hep aynı oda ama farklı mizansenler. Sanki Vermeer her bir resim için başka bir sahne kuruyor ama nedense hep aynı odada… Yer karoları ve pencerelere dikkat edin.

İşte tam bu noktada şüpheler size o soruyu sordurmak üzereyken Tim Jenison devreye giriyor.

O da kim?

Drifter proudly presents! 


Tim Jenison dünya üzerindeki sayılı değişiklerden biri… Çok meziyetleri var, saymakla bitmez; zamanında bu meziyetlerin bir tanesini para kazanmak için de kullanmış ve paranın gözüne vurmuş. Para çok olunca abuk sabuk ne varsa yapmış şimdi de yapacak başka bir şey kalmayınca kafayı Vermeer’e takmış. Diyor ki; “mümkünatı yok!  Vermeer bunları öyle kafadan ya da bakarak model kullanarak çizmiyordu; teknolojiyi kullanıyordu. Ben de aynısını çizicem göreceksiniz."

Neee?

1650’lerde ne teknolojisi?

Ama doğru biliyor musunuz?

O dönem Delft’te yaşayan meşhur biri daha var. Adı  Anthony van Leeuwenhoek. Mikroskopu bulan amca Vermeer’in komşusu.  Buyur burdan yak.

Tim jenison’a göre Johannes Vermeer tabloları Camera Obscura, Camera Lucida ve iç bükey/dış bükey ayna kullanarak çiziyodu. 

Leeuwenhoek’in tasarladığı mercekler tam da “music lessons” tablosundaki halının dokusunu çizebilmek için kullanılmış olmalı.
Yani fotoğraf makinesi yokken o eldeki imkanlarla fotoğraf çekmeye çalışıyordu. O bir ressam değil bir fotoğrafçı olmak istiyordu aslında.  

Bunu nasıl yapıyordu size anlatabilirim ama yazması uzun olur.
Tim Jenison amca bu filmde çok daha güzel anlatıyor. Gerçekten dumur bir durum.


Link burada iyi seyirler!

http://putlocker.is/watch-tims-vermeer-online-free-putlocker.html

ya da

http://www.solarmovie.sk/external.php?title=Tim%27s+Vermeer&url=aHR0cDovL3d3dy50aGV2aWRlby5tZS82YzUwcWN0NGtncmU=&domain=dGhldmlkZW8ubWU=&loggedin=0

27 Mart 2015 Cuma

Bugün hayatımda ilk defa gerçek bir Oskar Kokoshka gördüm!

 Rotterdam’da önemli bir müze var bilen bilir adı “Boijman” 
niye mi önemli?
çünkü yok yok içinde.  
Cezanne mı ararsın, monet mi , mondrian, Picasso, dali, maggritte, rothko, van Gogh, Rambrant, Boch, Rubens  vs. vs. yok yok.  İnanlmaz bir müze. İnsanın gözleri faltaşı gibi açlıyor; hiii o da varmış bu da varmış diye…
Gezerken sürekli nasıl koruyorlar  bu müzeyi dedim durdum, insanın soyası gelir yani o derece… baştan çıkarcı…

Müzenin hikayesi çok duygularımı sömürdü söyleyeyim.

Babanın biri, (hii çok ayıp!, ne amiyane oldu hiç öyle denir mi?) adam gibi adammış demek istiyorum yani,  Franz Boijman adında bir avukat kendi koleksiyonunu bağışlamak suretiyle müzenin temellerini atıyor. yıl 1849! Sonra ona bir diğer baba, George von Beuningen katılıyor, o da bağışlıyor bağışlayabildiği kadar.  Bu iki yüce gönüllü adamı örnek alan diğer bazı Hollandalı zenginler de müzeye epey bişey bağışlamışlar sonra… zaten öncülük edilince gerisi geliyor …

Bizim büyük babalar da evlerinde köşklerinde saklıyorlar Fikret Muallaları, Şeker Ahmet Paşaları, Abidin Dinoları filan… çok anlamsız, çok bencilce buluyorum bunu da neyse başka bişeylerden bahsedicem aslında.  Topu topu beş şey.  

Birincisi; oskar kokoschka gördüğüm için öyle mutluyum ki…

İkincisi şu tablo


Bu bir George Hendrik Breitner. Tablonun adı “the earring” yani küpe. 1893’de yapılmış. öyle etkileyici ki. Dakikalarca bakabilir insan. Aynaya yansıyan yüz çizmek ne kadar zordur düşünebiliyor musunuz? Resimdeki aynada başka bir resim daha var ve inanlmaz. Çok görülesi bişey gerçekten.

Üçüncüsü bu;


Önce yapıldığı tarihi söylüyorum: 1560.

Enteresan olan şu; o tarihte doğa resmi çizmek diye bişey yok. Ressamlar doğa resmi filan çizmiyorlar; resim çizmek, çizdirmek çok pahalı bir lüks; sadece kontlar, lordlar, krallar filan ressamlara sipariş usulü resim çizdiriyorlar; o da işte kendilerinin karılarının çocuklarının filan resimleri. Kimse aman bir ressam tutayım da şu antreye bir göl resmi çizsin ferah ferah bakarız demiyor yani.
İşte onun için bu ressam mühim.

Cornelis van Dalem.
Bu yetenekte, ustalıkta bir ressam ve pastoral çalışıyor.
Nasıl mı?
 E, çünkü kendisi çook zengin bir soylu ahahaahaha…
zevk için resim yapıyor yani; ne isterse onu çiziyor. Çok iyi değil mi?

dördüncüsü; 
geçen sene Brüksel’deki Magritte müzesine gidip orada bulamayınca biraz olsun hayal kırıklığı yaşadığım “La reproduction interdite” işe bak bu müzede çıktı. Başka birkaç tane daha Magritte var. Ama bilirsiniz Magritteseverlerin gönlünde bu tablonun yeri ayrıdır.



Son olarak size kafkanın evini takdim edeyim;


1938 tarihli bu tablonun ismi The Doctor’s visit (Kafka’s House)/ Doktor Ziyareti, (kafka’nın evi).

Pazargünü ressamı diye bişey duymuş muydunuz? Öyle deyince şimdi aklıma şu TRT’de beş dakkada nehir kıyılı, bahçeli dağ evli manzara resmi çizen kabarık saçlı amca geliyor, allah rahmet eylesin vefaat etti yakınlarda. Neyse yok bu Hendrik Nicolaas Werkman öyle değil. Werkman’ a Pazar ressamı diyorlar çünkü, sadece Pazar günü resim çizermiş. Kafka da yakın dostu olurmuş. Bu tablodaki ev de gerçekten Kafka’nın eviymiş. Doktor ne alaka hiç anlamadım ama Kafka’nın evinin duvarının kırmızısına ve ormana bakan balkonuna bakar mısınız?

5 Ocak 2015 Pazartesi

Joan Miró Ferra; çocukça rüyalar, halüsinasyonlar, kuşlar, yıldızlar, renkler ve iştah


1 şubat’a kadar devam eden bir sergi var sakıp sabancı müzesinde… gitmek lazım; bir miro tablosu önünde birkaç dakika durmak lazım… rüyada pencere açmak gibidir Miro tabloları… yaşarken bunları görmek lazım  (Not; Çarşambaları tüm gün ücretsiz gezilebilirmiş müze.)

1937 l'été- summer

Bu bloğu takip edenler bilirler müze gezmeyi severim; ressamların büyük koleksiyonlarının sergilendiği müzeleri özellikle. O müzelerin giriş katlarında kitapçı olur (kimisi için hediyelik eşya dükkanı da diyebiliriz) sanat kitapları indirimli satılır o dükkanlarda ve ben bu fırsatı pek kaçırmamaya çalışırım.
 Elimde o kitaplardan biri var orada Miro diyor ki;  
“I try to apply colors like words that shape poems, like notes that shape music.”
yani
“renkleri şiirleri oluşturan kelimeler gibi; müziği oluşturan notalar gibi uygulamaya çalışırım”


petit universe

Renklere dikkat!


Miro resmini birkaç akımın içinde görebilirsiniz; Miro sürrealisttir muhakkak, biraz kübizm öğeleri vardır; Picasso’yla bir geçmişi var filan, memleketlisi ne de olsa…
fakat renkleri kullanışı…
Fauvism diye bir akım duymuş muydunuz?
Matisse desem?
Çünkü bu akımın yaratıcısı Matisse’dir ama Miro kulağı geçmiştir…
tüpten çıktığı gibi çiğ ve bağıran renklerin bu şekilde doğrudan kullanıldığı bir akım Fauvism / fovizm
Matisse’in de aralarında bulunduğu 3 ressamın ortak sergisinde fark edilmiş ve adı konulmuş bir akım
Louis Vauxcelles; dönemin mühim sanat eleştirmenlerinden biri tarafından.  yıl 1905.
Bir matisse tablosu önünde, elinde şarap kadehi ile durup şöyle demiş olabileceğini hayal ediyorum.
“Vahşi bir hayvan gibi azizim!”
“Les fauves” wild beasts anlamına geliyor. Akımın adı da buradan geliyor.
İşte Miro bu akımın yaşamasına ve gelişmesine en büyük katkıyı yapmıştır sanat hayatı boyunca…

Tabi renklerden ötesi var onun resminde.
Rüyalı, sürprizli, yıldızlı filan şeyler…


Femmes, oiseaux, étoiles, 1942
Women, birds, stars

Miro barcelona’da doğmuş ama Picasso sayesinde Paris’teki sürrealist ortama akmış bir dönem; Paris'teki ilk yıllarında Paul Eluard, Antonin Artaud ve en çok da Tristan Tzara ile takılmış…
Şiire düşkünlüğü biraz Akdenizliliğinden biraz da bu ortamlardan…
Onun için resimden bahsederken hep şiirle karşılaştırarak çıkarımlara varıyor mesela şöyle demiş
 “The painting rises from the brushstrokes as a poem rises from the words. The meaning comes later.”

Yani "resim fırça darbelerinden, şiir kelimelerden çıkar. Anlamsa sonradan gelir."

Femmes, serpent-volant, étoiles, 1942
Women, flying-snake, stars

benim en şiirsel bulduğum tablosu ise;
'l'ampollo de vi' yani 'bi şişe şarap' tablosu.


son olarak size The Farm'ın hikayesini anlatıyorum ve Miro dosyasını kapatıyorum.

"The Farm" Miro'nun 9 ay boyunca gece gündüz uğraştığı, resmen doğum sancısı çektiği tablosu.
Bu tabloda  bir katalan dağ köyü olan Mont Roig'deki çiftlik evini resmeder. Paris'te Picasso'nun himayesinde ve evinde kalırken; tutunmaya çalıştığı dönemde yapmıştır. Tabi orası da ilginç; Paris'e gelirken Picasso'yu tanımadığı söyleniyor; Annesi tanırmış Picasso'yu...  Ailevi dostlukları nasıl kuvvetliyse Paris'de Picasso Miro'ya epey bakmış; hatta bir resmini satın almış falan.. Neyse işte o dönemlerde başlamış bu tabloyu yapmaya... öyle takıntılı çalışıyormuş ki bu tabloyu tamamlamak için rahatlayabilmek ve güçlenmek için akşamları boks salonuna gidiyormuş. Earnst Hemingway'le orada tanışmışlar.
9 ay sürmüş tabloyu tamamlaması... hamilelik gibi resmen.
Hemingway de tabloyu almayı kafasına takmış bu süre içinde.
5000 Franc verip almış sonunda tabloyu. Hemingway; o güne kadar en çok para verip aldığı tablodan 4250 Frank daha pahalı olduğunu söylüyor The Farm'ın. Neden bu kadar çok istediğine gelince tamı tamına kendi kelimeleriyle;

  "It has in it all that you feel about Spain when you are there and all that you feel when you are away and cannot go there. No one else has been able to paint those two opposing things."

şöyle çevireyim

"onda, ispanya'dayken ispanya'ya dair hissedebileceğiniz; ve ispanya'dan uzaktayken ve oraya gidemiyorken hissedebileceğiniz herşey var. Hiç kimse bu iki tezat şeyi (aynı anda) çizemez."

ve sonra şunu diyor;

"After Miró had painted The Farm, and after James Joyce had written Ulysses, they had a right to expect people to trust the further things they did, even when people did not understand them."
yani

Miro The Farm'ı çizdikten ve James Joyce da Ulysses'i yazdıktan sonra ; her ikisinin de, insanların onların sonradan yapacakları işlere güveneceklerini beklemeye hakları vardı; her ne kadar insanlar o işleri anlamamış olsalar da...
(çevirisi biraz bulanık oldu)

işte The Farm