gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini. Kocaman dalga dalga bulutlar yere o kadar yakın duruyorlar ki, insanın kement atıp birini tutası geliyor.- ister başının altına yastık yap ister midene indir. Bir tabak bol sulu fasülyeyi kocaman bir parça bulut etiyle götür, sonra da biraz kestirmek üzere uzan. Ne hayat ama! (hayalperestler- Patti Smith)
photographic works of the drifter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
photographic works of the drifter etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ben mişim -neymiş- su sesiymiş Oymuş -cam kırıkları gibi gövdemi yakan- Yanağında sardunya kokusuyla yazdan Kimmiş o gelen ya giden kimmiş Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.
Güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan Kim koparmış dalından bu yabani incirleri Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.
Yıldızlar, büyülü ülke adımı unutturan Bir kaya, bir ot, bir akarsu Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu Ki bütün ölüleri sığa çıkaran Ve kenti bir ölüm derinliğine salan Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.
Şiirler yazdım, kitaplar okudum Elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum Derinlerde kaldım böyle bir zaman Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.
Edip Cansever Yerçekimli Karanfil (Toplu Şiirleri), Adam Yayınları
‘insanın özgür kalabilmesi için en az iki kişi gerekir.’ O kapı açık olacak. şu veya bu sebeple üstüne kilitlenmiş değil…
İstediğinde çıkıp gidebileceğin kapı…
Belki de hiç çıkmayacaksın ama açık olacak.
Yalnızlığı niye sevdiğimi düşünüyorum. özüme, özgürlüğüme düşkün olduğum için, aslında zararsız görünen bir vahşi olduğum için, kafese kapatılmak yırtıcılığımı kışkırttığı, yıkıcılığımı bin kat arttırdığı için. özgür olmadığım zaman eksiğim ve adeta başka birisiyim.
Yalnızlığı kovalarım sırf özgür kalabilmek uğruna, kendim olabilmek, vahşi kalabilmek ve biraz olsun self-destructive’liğimi azaltabilmek adına.
Oysa tam anlamıyla yalnız kaldığımda yokum.
Olabilmem için eko lazım. kendimi duyabilmem için sesimin bir duvardan, şeklimin bir aynadan bana yansıması lazım. Ancak o zaman var olabilirim. Ve var olamazsam özgür de degilim çünkü.
Özdemir Asaf’a dönelim :
Yalnızlık, yaşamda bir an,
Hep yeniden başlayan.
Dışından anlaşılmaz.
Ya da kocaman bir yalan,
Kovdukça kovalayan.
Paylaşılmaz.
Bir düşün'de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.
Yalnızlık özgürlükten ayrı düştüğünde acı verici, yaralayıcı oluyor, insanın özgür kalabilmesi için de iki kişi olmak lazım. O zaman bak bakalım paylaşılıyor mu paylaşılmıyor mu?
Sayısız sığınak vardır, ancak kurtuluş yolu tektir; ama kurtuluş olasılıkları yine de sığınaklar kadar çoktur. Bir hedef var, ama yol yok: bizim yol dediğimiz şey, bir duraksamadır. Kafka
iki motivasyonum vardı. İlki; olanı biteni idrak etmek için bir sığınağa çekilme güdüsü; ikincisi ise kulübeye kurttan önce varıp, saldırıya karşı tedbir alma güdüsü.
Korku’da anlaşılmayacak birşey yoktur diyor Alfred Hitchkok. Sonuçta hepimiz çocukken birşeylerden korkmadık mı? bugün bizi korkutan şeyin dünkinden bir farkı yok pek. Kırmızı başlığın altından çıkan kurt kafası. Bu seferki yalnızca başka bir kurt.
Yola çıkmadan önce teçhizatlanmak gerekiyordu. Maske almam konusunda baskı vardı. Eczaneye uğradım. Kapı kapalıydı ve önünde sıra vardı. Kapının üstünde 'hepimizin sağlığı için lütfen sıraya uyalım.’ notu asılmıştı. Sırada bekleyen insanlara dikkat ettim, herkes çok gergindi, normalde böyle kuyruklarda küçük küçük laflamalar, ortaya söylenmeler filan olur bilirsiniz; çıt çıkmıyordu. Beklerken sıkıldım ve çok yalnız hissettim; sık sık Hollandada hissettiğim yalnızlıktandı.
Sonunda sıra bana geldi ve dükkana girdim. Eczacılar maskeli değildi henüz. Maske satıp satmadıklarını sordum. Uçağa bineceğimi maske istediğimi söyledim. Eczacı 'filtreli' öneriyoruz dedi, 'olur' dedim.
- First defense ister misiniz? alsanız iyi olur.
- Aslında ben de onu soracaktım. Annem ve babamın yanına gideceğim, biraz da tedirginim, bloker filan gibi bişey...
lafımı bitirmemi beklemeden, 'size bağışıklık sistemi kuvvetlendirici 15 günlük kür beta glukan, propolis tablet, el dezenfektanı, cep kolonyası, filtreli maske ve first defense vermemiz gerekir' dedi.
‘öyle diyorsanız...’diyebildim.
Baktı teslim bayrağını çoktan çekmişim devam etti.
Beta glukan’dan üç kutu veriyorum anneniz babanız da kullansın, bir kutusu bedavaya gelecek.
'iyi ozaman’ dedim.
Eczaneden çıktığımda, hemen çıkar çıkmaz değilse de bir kaç adım attıktan sonra kendime geldim ve sinirim bozuldu, gülmeye başladım. Güpegündüz soyulmuştum. Direkt polise mi gitsem diye düşündüm. 'Memur bey Galata Kulesinin üstünde uçan kuşlara baktığım için kuş başına 5 lira aldılar benden' diye şikayet edesim vardı. Fatura’da, maskeye tam 56 TL ödediğim yazıyordu.
hey allam...
Watsons diye bir kozmetik dükkanına girdim. Selpak ıslak mendil filan almak için. Ben girerken bir kadın söylenerek hışımla çıktı dükkandan. Kasiyer de arkasından bağırıyordu.
'Haksızsınız tabi, maaşımdan kesecekler...’
yine olayın tam ortasına düşmüştüm. Kasiyer kızcağız sinirden titriyordu. Diğer çalışanlar yatıştırmaya çalıştılar. Bu esnada 'olay nedir?' diye sorabildim. Gülsuyu kolonyasının alkol oranı tartışmasından çıkmış kavga. Müşteri kolonya bulamayınca kasiyer gülsuyu önermiş. Müşteri alkol derecesini sormuş, kasiyer 'aynı' demiş. Kadın da almış. 10 dakka sonra ağzı açık şekilde getirip kızın önüne atmış açık şişeyi. Meğer 70 dereceymiş satın aldığı gülsuyu kolonyası. 10 derecelik alkol farkından kavga çıkıyordu; insanlar o derece gergin ve sinirliydi.
HAVAALANI
Taksinin bagajından bavulumu çıkarttım. İç hatlar gidiş kapısı sensörü beni görüp kapıyı açtığında bir bilim kurgu filminin havaalanı sahnesine düşmüştüm sanki. Kesinlikle 1 hafta öncesinden eser yoktu. Hersey çok farklıydı. Bi'kere garipsenecek kadar kalabalıktı ve etrafta dolaşan maskeli insanlar vardı. Herkes nereye gidiyordu böyle? O gergin enerjiyi vücudunuzun her hücresinde hissediyordunuz. Tedirginlik bulaşıcıydı, korku bulaşıcıydı, gerginlik bulaşıcıydı, çünkü korona .bulaşıcıydı.
İnsan?
bulaştırıcı.
Herkes birbirine bulaştırıyordu korkusunu.
Bizim gibi kalabalık ve fazla içli dışlı sosyal yaşama alışmış toplumlarda bu bir avantaja dönüşebilir; tedbir artar diye düşünmüştüm önce. Ama o gün kimsenin benim de dahil bir başkasının aldığı tedbire güvendiği yoktu. Diken üstündeydik. Uçağa alınmayı beklerken yanıma bir kadın oturdu. 3 m maskesi, ellerinde eldivenleri vardı: boğazını kapatan bir fular... Ben henüz takmamıştım maskemi, uçağa binince takarım diye düşünüyordum. Onu öyle görünce takmaya karar verdim. OOOvvv bu kadar rahatsız birşey olduğunu düşünmemiştim takana kadar. Önce boğulacak gibi oldum. Burnumdan mı ağzımdan mı nefes alsam bilemedim. Anında çıkartma refleksi gösterdim ama özellikle uyarmışlardı. Maskenizi taktıktan sonra olabildiğince maskeye dokunmamaya çalışın. Asla ikide bir takıp çıkartmayın. Elinizle taşıdığınız virüsü bakteriyi maske sayesinde bünyenize kolaylıkla davet edersiniz demişlerdi. Işte o an 'The fucking end of the world' diye düşündüm. Bundan sonra bu şekil mi yaşayacaktık? Yarım ve ılık nefesler soluyarak... yağmurlarda ıslanmak istedim. Yola çıkmakla aptalca birşey yaptığımı da düşünmeye başlamıştım. Bu psikolojiden kurtulmam gerekiyordu. Maskeli kadının yanından kalkıp tekrar dükkanların olduğu bölüme doğru yürüdüm. D&R’ı gördüm. Ne kadar OT, Kafa, tuhaf vs. varsa topladım. Kendimi meşgul etmeye karar verdim. Uçağa biner binmez kulaklıklarımı taktım Bodrum'a inene kadar kafamı kaldırmadan okudum.
Ne okudum, ne anladım hatırlamıyorum ama tek birşey düşünüyordum artık hiç birşey eskisi gibi olmayacaktı ve akli dengemi korumak icin eskisinden daha çok çaba sarfetmem gerekecekti.
’Tutun kızım düşeceksin' diye uyardı ve uyandırdı bi teyze sesi.
havaalanı otobüsünün içindeydik. Tutunmuyordum ve shuttle hareket edince dengem bozulmuştu haliyle.
‘Yaa teyzeciğim işte onu yapamıyorum ben, bi yapabilsem'
Spinoza’nın dediğine göre; insanın stabil durumunu korumasının ilk şartı var olmayı istemesiydi. Var olmaya mı yok olmaya mı meyilliydim buna bi karar vermek gerekirdi.
‘Live or die but don’t poison everything!’
Tutunmaya çalışmayıp var olmaya karar verdim. Pekiala tutunmadan da varolunabiliyordu. Bulut gibi. Varlık yokluk söz konusuyken tutunmanın önemi yoktu. En azından o gün öyle hissediyordum. Diğer hissettiğim şeyler ise, sinir bozucu bir başağrısı ve yorgunluktu.
bavulumu alır almaz kendimi tuvalete attım ve olabildiğince dezenfekte etmeye çalıştım üstümü başımı. Bütün kaslarım gerilmişti, sanki her yerimde virüs varmış gibi hissediyordum. Uzerimdeki sweatshirti çıkartıp bir poşete koydum. bavuldan yenisini giydim. Eczacnın verdiği dezenfektan spreyle bavulumu, çantamı, telefonumu elimin değebileceği herşeyi temizlemeye çalıştım. Yaptığım herşey saçma sapan geliyordu ama kendimi alamıyordum. Saçımı da yıkasam mı diye bile düşündüğümü itiraf ediyorum. Tek kaygım bizimkilere virüsü götürmediğimden emin olmaktı ve ne yazık ki hiç değildim. Sürekli kendimi yokluyordum. Ateşim var mı boğazımdaki kaşıntı neden? Bu baş ağrısı da nerden çıktı? Midem de mi bulanıyor yoksa? vs. vs.
Lavaboda elimi yıkarken bir kaç kere vazgeçmek geçti içimden. Sonra deliliğime hakim olmaya karar verdim. Bir kaç nefes aldım dışarıya çıktım. Bizimkileri aradım. Beni almak için geldiklerini biliyordum.
Annem sarılmak icin atılacak gibi oldu hemen durdurdum. Babam bavulumu bagaja koymak istedi ona da izin vermedim.
-herkes bi geri çekilsin. diye şarladım, dakka bir gol bir.
‘Tamam tamam’ diyerek sindiler.
LİMON AĞACI
Paranoyayı üzerimden atmak kolay olmadı. Özellikle ilk bir kaç saat yanıma yaklaşılacak gibi değildi. Keçileri iyice kaçırmış olduğumu düşünüyorlardı. Bir makine çamaşır yıkadım. Çamaşırları asarken annem aşağıdan seslendi;
-çayını karton bardakta mı istersin?
-anlamadım?
-hayır içtikten sonra imha edeceksen, yazık olmasın ince bellime.
alay ediyorlardı tabiki benimle. Çünkü onlar için endişeleniyordum.
Çayımı alıp bahçeye çıktım. Hava öyle ılık öyle güzeldi ki... Mucizevi bi coğrafya diye düşünüyor insan baharla coşan toprağın üzerindeki bitkileri, çiçekleri, yeşili ve bilimum diğer renkleri görünce.
Sonunda rahat bir nefes almıştım. Herşey yolundaydı.
Burada bekleyebilirdim dünyanın sonunu.
Limon ağacına takıldı gözüm.
when life gives you lemons... çayına atacaksın bi dilim.
tamam tamam cıvımak yok.
hayat sana limon verdiyse yüzünü ekşitmek yok.
zaten o kadar ekşi değiller, bu ağaçtakiler tatlı limon. Meyve niyetine yersin, o denli.
Hayat sana limonun bile tatlısını veriyor ve sen...
orada o bahçede yeni yeşeren baharın içinde otururken belki rahatlamış; fakat aynı zamanda oldukça umutsuz olduğumu hissettim.
Şöyle bi not almışım diziyi izlerken.
’sometimes doing the right thing feels like commiting a crime.'
evde kal!
Bizim gibilerin evde kalabilmesi için kimlerin kalmaması gerekiyor bu memlekette?
Ah drifter ah! 'gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini.... '
'Ne yapmalı? Bu soruya hemen bir karşılık bulmak istenirse, elbette salt aklın verisiyle, ya da oradan buradan derlenmiş bir iki düşüncenin bileşimi ile bazı geçici çareler ortaya atılabilir. Insan ilk bakışta bu geçici çarelerin kendi buluşu olduğunu sanabilir. Oysa örneğin salt aklın verisi diye nitelendirilen kavramın biraz incelenmesi, bunun çoğunlukla toplumun etkisiyle elde edilen kalıplar olduğunu gösterecektir. Salt aklın verileri, insanı gevşetmeye fırsat vermeyen amansız bir çalışmanın zorunluğuna itebilir. Oblomovluk ve eğlence düşkünlüğü dünyada eşi görülmemiş bir baskıyla yok edilmek istenebilir.Bütün kişisel bunalımlar ucuz yaşantılara dönüşle ilgili bütün buhranlar birer birer sindirilmek istenebilir. Herkes zaaflarını gizleyerek yalnız güçlerini ortaya koyar.işte görünüşte toplumsal eylemi gerçekleştirmek, ileriye götürmek için salt akılla bulunduğu sanılan ve her çeşit eylem icin kaçınılmaz ilkeler olarak ortaya atılan bu temel davranışlarda bile, kişinin ve çürümüş toplumun değiştirmek istemedikleri öz varlıklarını bilinçsizce koruma isteminin gizli baskılarını arayacaksın! Bilimsel bir kuşkuyla önce bütün zaaflarını çekinmeden ortaya atacaksın! Olmadık bir yerde ortaya çıkmalarınıönleyecek ve toplumsal eylemdeki ortaklarını umutsuzluğa düşürmekten böylece kurtulacaksın.'
Öğlene doğru Gökçe’nin telefonuyla uyandım. Panik tonu vardı sesinde.
- Nerdesin sen?
- Galata’dayım.
-Napıyosun orda?
-Kitap okuyorum.
-onda mi kaldın?
-Hayır!
-Doğru söyle nerdesin? Akşam da bi tuhaftı sesin nerde kalacağını geçiştirdin.
-yaa... akşam geç oldu sonra...biraz da içtik, e siz de işe gitceksiniz diye...
-eee
-Büyük Londra oteli var ya perada, orda kalıyım dedim.
-Anlamadım?
-Neyi?
-Sen otelde mi kaldın yani gece? Tek başına!
-evet sen de yap arada, iyi gelir. Nolmuş yani alla alla?
- noolsun...Her neyse,
haberleri gördün mü bari?
-noolmuş?
-Turkiye’de ilk korona vakası.
-nerde?
-onu bilmiyoruz.
-kimmiş?
-bilinmiyor. Ama bakanın yuzu çamur gibiydi valla. Çok vaka var da saklıyorlar diyolar.
-olabilir geçen gün maçta Mehmet de söylüyordu; pilot arkadaşı varmış. Bizzat pozitif testli yolcu taşıdığını söylemiş. Güyya Ankara’da bir otel, bir aydır karantinadaymış filan. Gerçi bu işin desenformasyonu çok olur onu da hesaba katmak lazım.
-Bana bak, kalk gel oralarda kalma. Bak virüs filan kaparsın almam seni eve.
-çok geç.
-neden?
-yahu benim şu anda korona olmadığımı nerden biliyorsun? Belki de çoktan kaptım. Semptomlar hemen çıkmıyor ki.
-Ya valla bak, daha dolanma ortalıkta ya gir, ya çık.
-Eyvallah; bi Engin Abiye uğrayacağım oradan geçerim size.
-iyi.
-Döner alıyim mi gelirken?
-Hayırrrr!!!.
-iyi be ne kızıyosun?
Sonunda canım Turkiyem için de itiraf zamanı gelmiş; masa toplanmış, Korona vakalarının açıklanmasına karar verilmişti. Kamuya bilgi vermek şarttı, ancak bu bilgi nasıl verilecek ne kadarı verilecekti? mültecisiyle, evsiziyle, işçisiyle, işsiziyle nüfusu 80 milyonu geçmiş bir ülkeye salgın tehlikesi haberi nasıl verilecekti? Vuhan unutulmuş; artık odak Italya’daydı. Italya ve İran çığrından çıkmıştı. Ölü sayısı Italya'da günde beşyüze, iran'da ikiyüze dayanmıştı.
Dünya sağlık örgütü 'transparency' diyordu.
Hadi ordan. sensin transparan!
Haber bültenleri tekrar seyredilmeye başlanmıştı.
ilk günler şöyleydi kamu bilgilendirme işi hatırlayalım;
Üzülerek bildiriyoruz Türkiye’de ilk korona vakasının yerini, konumunu, yaşını, önceki sağlık durumunu bildiremiyoruz. Yanlış anlamayın güvenlik açısından hep. Ancak ellerinizi yıkayın. yalnız öyle eskiden yıkadığınız gibi şıpınişi değil, 'doktor el yıkaması' diye birşey var, açın bakın internetten; Mehmet Öz Amerikan komikçisi programında gösteriyor, iyice öğrenin öyle yıkayın. Tamam tamam, su kesilmeyecek! valla bak, borcu olanın da suyu kesilmeyecek! Güzelce yıkanın. Virus 80 derce alkolde ölüyor kesin bilgi, yani evet! kolonya büyük nimet, bol bol sürün aman içmeyin. Bak içenleriniz olmuş, öyle birşey yok! aman ha! Bir iki ay dayanalım, yazın geçecek zaten; acık oturalım kıçımızın üstüne. Anne babamıza yaklaşmayalım, telefonla internetle iletişelim, Ha bi de, bizim bu betimiz benzimiz atmış halimize bakıp da panik yapmayalım. Başı ağrıyan acile koşmasın. Bir iki güne korona hattı açıcaz zaten bi bekleyin. Psikolojik olarak da çökmeyelim. O da virüs kadar fena çünkü.
Bence çok başarılıydı.
Halkımız bunu bu şekilde okuyup, kendi çıkarımlarını yapmadan, her kafadan fazla ahkam kesmeden denileni yaparsa herşey kontrol altında, super bi şekilde atlatırdık bu melaneti. Ama işte;
'There is something funny about the human condition, and civilized intelligence can be a joke of its own ideas.’
Panik bir anda alev aldı. İlk vaka, bizim komşu/ arkadaşın babası/ zonguldaktaymiş/Konya’da Konya’da/ hayır olm istanbulda! filan gibi yurdun pek çok yerinden değişik ilk vaka haberleri geldikçe; vaka sayısı toplamı problemi kesin olarak çözülemese de; işlem sonucunun 1 olmadıgı anlaşılıyordu.
Artık izole ama hepimiz bağlıydık. Özellikle haber bültenlerine ve ardandan doktor-yorumcu; uzman yorumcu’lu korona özel sessionlarına.
bir kaç gün boyle telefon elde; kulak televizyon’da yaşadık.
Benim favorim Mehmet Ceyhan’dı. taaki şey diyene kadar...(neyse boşverin orasını)
Evet Mehmet Ceyhan’ın söylediklerini ciddiye alıyordum. Çünkü sakin sakin başlıyor ama sonra sinirleniyordu, yayını terk ediyordu. O bi tane kıvırcık var, her akşam onu haşlıyordu.
Özellikle işte Türk genine daha az bulaşıyor filan gibi geyikli doktorlara çıkışması hoşuma gidiyordu. Bir keresinde ağlatacaktı beni hatta. O şuursuzlardan biri şöyle bir yorum yaptı canlı yayında, 80 milyonun önünde utanmadan:
‘Yani biz panikliyoruz korkuyoruz da şu da bir gerçek, virüsun öldürme oranı %5 in altında aslında’ gibi bişey diyecek oldu.
Mehmet Ceyhan’ın yorumu şöyleydi.
'sizin anneniz babanız hayatta mı? çünkü anneniz babanız öldüğünde ölüm oranı %100’dür.’
işte o an fena oldum.
Kalkıp mutfağa gittim, annemi aradım. Babam açtı.
- naber?
- iyidir yavru kuş senden naber, nasıl gidiyo Istanbul?
- yavru kuş mu? pişmiş tavuk diycen artık, bahtsız bedevi de olur?
gülüyor. Gel kızın arıyor diye sesleniyor anneme.
Anneme tutuşturuyor telefonu, programa geri döne derdinde bir an önce belliki. Tüm Türkiye gibi o da kilitlenmiş televizyona.
annemin ilk sorusu:
- naptin, ne zaman donuyorsun hollanda’ya?
- valla ne bileyim, biletim pazara da, şimdi baktım Tilburg’da durum kötü görünüyor. sadece bugün 87 yeni vaka diye açıklamış sağlık bakanlığı, 10 kişi ölmüş. Hergün double yapıyor rakamlar.
-yaa vah vah.
-hiç dönesim yok şimdi. Bi Maria’yi arayıp, yoklama çekicem ona göre bi aksiyon almam lazım.
-buraya gel, azıcık tatil olur.
- anne sen kaç yaşında olduğunu düşünüyorsun? bangır bangır bağırıyorlar 65 üstü risk grubu, ananıza babanıza yaklaşmayın diye... sen hangi alemde yaşıyorsun acaba? Bi de ben, okadar yurtdışından geldim; daha kendim covit miyim değil miyim belli değil.
- Yahu o öyle 14 gün dediklerine bakma 4-5 günde belirtiler çıkıyormuş. 14 gün max. güvenli olsun diye.
- e belki ben hafif atlattım; zaten geldiğimin üçüncü günü epey başım ağrıyordu boğazım da kaşınıyordu
- çok içmişindir de ondandır.
- hey allam güldürme beni.
- fazla evham iyi değil, sen beni dinle atla gel, madem dönmüyorsun Hollanda’ya, biraz tatil yaparsın burda iyi gelir. Ben seni karantinaya alırım burda. O kanalları da fazla seyretmeyin, her kafadan bi ses çıkıyor.
- Siz niye seyrediyorsunuz?
-kim seyrediyor?
- e babam koştura koştura gitti sana tutuşturdu telefonu.
-Yok be, O film seyrediyor. Gelmişiz 70 yaşına, nasıl öleceğimizi tartışan adamları mı seyredicez? Insanı evhamdan, bunalımdan öldürür bunlar. sende!
annemin bakış açısı boyleydi.
Kafam karışmıştı haliyle. Bu kadın hayatım boyunca kafamı karıştırmaktan başka birşey yapmadı zaten. O kadar kendi fikrine güvenli, kendi dik kafalılığında tutarlı ve kararlıydı ki... söylediği herşey make sense’di.
Maria’yı aradım. O gün itibariyle Hollanda’da günler açısından açık ve seçik olma yolunda önemli adımlar atılmıştı. Rivm diye bir web linkine tıklayıp, o gün kaç kişiye test yapılmış, bu testlerden kaç kişinin testi pozitif çıkmış, bu pozitif çıkanlar demografik olarak Hollanda’da nasıl bir yayılım göstermiş; bu pozitif çıkanlardan kaç tanesi sağlık çalışanıymış, kaç kişi hastaneye yatırılmış bu hastaneye yatırılanların kaçı yoğun bakım ünitesine alınmış, kaç kişi vefat etmiş ve bu vefat edenlerin en genci kaç, en yaşlısı kaç yaşındaymış? Bir de yoğun bakıma alınan ve vefat edenlerin yüzde kaçının ciddi sağlık sorunları varmış öğrenebiliyordunuz.
Dahası,
Bu web linkindeki aktüel bilgi her gün saat 14:00 (yani Türkiye saatiyle 16:00, o tarihte) itibariyle yenileniyordu, Hollandaca ve ingilizce olarak.
Buna rağmen hala bir bakıma belirsizliğini koruyan detaylar yok değildi. Maria ısrarla gelme diyordu.
- Kapatmayacaklar işyerlerini bunlar. Herd immunity, en kötü intelligent lock down filan gibi birşeyler mırıldanıyorlar. Valla bunların niyeti kötü.
- İznim pazara kadar.
- mazeret bildirirsin. Ben de öyle yapıcam bir kaç hafta gitmeyi düşünmüyorum, evden takılıcam.
- Düşünüyorum da, işler daha kötüye gider de kapatırlarsa, kalırım burda; gerçi iyi mi olur kötü mü olur diye de kafam karışıyor. Başvurum var biliyorsun.
- Sürekli oturum izni için mi?
-Aynen, Haziranda başvurucam kısmetse.
-vay be becerdin bu işi desene. Seviniyorum senin için.
-Valla hiç emin değilim şu an becerdiğimden.
-Evet zamanlama çok kötü hakkaten. görüyor musun Santiago ne işler açtı basımıza?
-Ne dedin?
-Santiago diyorum.
-Nolmuş ona?
-E Hollanda’ya virüsü getiren O ya?
-Nası ya?
-Valla biz şirketçe ilk vakanın Santiago olduğuna inanıyoruz.
-Şu an şaka yapıyorsun değil mi?
- Hayır.
- Yav açıklanmadı mı?adam 59 yaşındaymış.
- O değilse de babası diye düşünüyoruz.
- Hayır niye böyle bir şey düşünüyoruz?
- Çünkü Santiago ortada yok.
-Nasıl ya?
- Valla Santiago kayıp.
-E ben gördüm onu.
-Nerde, nezaman?
-Buraya gelmeden önce. Bizim sokağın orada. Sapasağlam yürüyordu.
-Emin misin?
-Eminim tabi, Santiago’yu başka biriyle karıştırman mümkün mü?
-Doğru. Bak bu çok ilginç, çünkü karnavaldan beri onu son gören sensin öyleyse. Telefonu filan kapalı hep.
- E gitmedi mi kimse evine?
- Ben gitmedim, ama muhakkak ulaşmaya çalışan olmuştur. Şu an kimse kimseye gitmiyor zaten.
-vay canına. çok merak ettim şimdi. Gelişmelerden haberdar et ve kendine dikkat et bak.
- Sen de, ve gelme!
Telefonu kapattıktan sonra Hollanda’ya dönmeden bir kaç gün de olsa Annemlerin yanına Bodrum’a gitmeye karar verdim. Olric’in de dediği gibi en kötü yakarım dönüşü diye düşündüm.
Gökçe bu kararı son derece riskli ve aptalca bulsa da iknada başarılı olamadı. Biletimi almıştım yatmadan önce.
Pazar günü Istanbul’a uyandım. Hava güzeldi. Çok güzeldi. Acıkmıştım. Bizimkiler sağolsunlar oldukça organik bir kahvaltı hazırlamışlardı simit çay detaylı. Ama ben pide, lahmacun, börek filan yemek istiyordum sabah sabah. Yiyeceğimden de değil belki; masada olsaydı... Simit, çay, beyaz peynir, organik zeytin; çeşitli otlar; özlediğim şeyler bunlar değildi. Tilburg’da kralını buluyordum bunların. Evet, simit de dahil.
Bişey demedim. Çıkıntılık yapmak, mide bulandırmak, heves kaçırmak istemedim.
Ne demiş Dostoyevski?
Bana kalırsa insanın en iyi tanımlanması şöyle olmalı: İki ayaklı nankör bir yaratık. Hepsi bu kadarla kalsa gene iyi. Çünkü böylece en büyük kusuru unutulmuş olurdu. İnsanın en büyük kusuru, Nuh tufanından başlayıp Schlezwig-Holstein dönemine değin süren, alnının kara yazgısı olan erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve buna bağlı olarak ölçüsüzlük. Ölçüsüzlüğün erdemsizlikten ileri geldiği çoktandır bilinen bir gerçektir.
Erdemsiz damgası yememeli insan bi lahmacun uğruna.
Çayımı tazelemeye kalktığımda Merve’ye mesaj geldi. Telefondan başını kaldırınca sordu:
- Akşam gece yürüyüşü var gelicen mi?
- O ne be?
- kadınlar günü şeysi.
- Kadınlar günü mü? sahi, 8 mart değil mi bugün? zaman, mekan, durum... hepsi karışık bende şimdi daha bi kendime gelemedim. Gece yürüyüşü de yeni moda mı?
- Feminist gece yürüyüşü. Bu sene bi başka coşkulu. Kadın cinayetlerine protesto filan.
- Yürütmezler yav olay çıkar.
- Çıkar, çıkıyo tabi, olay çıkmadan olmaz zaten.
- Akşam maç var ben maça davetliyim, sen yürü.
- yook, pazartesi iş var yürüyemem ben de.
- e sen yürüme, ben yürüme; kim yürüyecek?
- yürürler onlar dert etme sen. hahaha!
- Hem kadınım, hem emekçiyim ben. simdi de tatildeyim. Bi çay da bana doldur ayaktayken.
Sonra bi kuş geldi balkon demirine tünedi.
'sohbet muhabbet bi yere kadar, bi çıksana balkona' der gibi baktı.
Balkona çıktım. Denize baktım. sol köşeden, kıvrılan akyolun üstünden boğaz görünüyordu, bir iki gemi vardı hatta. Tam karşımda ise set set binalar; kimisinin yüzleri soyulmuş, iyice eskimiş; kimisi yenilenmiş. Tuhaf bi texture. Başkurtla pürtelaşı ayırt etmeye çalıştım. On küsur sene önce Başkurtta oturduğum evi aradım bitişiknizam balkonların içinde. Biri önde biri arkada iki odası vardı. Üçlü kanepem sığmadığı için balkona koymuştuk. freelance çeviri yaparak haftasonuna partileyecek parayı kazanmaya çalıştığım gamsız hayatımın o doneminin pazar günleri geldi aklıma ve o kanepe balkondaki... bütün gün sigara sarıp kuşları seyrettiğim üstünde. Gökçe’ye sordum.
- Başkurttaki evimi hatırlıyor musun?
- evet tabi.
- şu yıkık binanın iki çaprazındaki mi sence?
- bakayım... hımmm.... yook bence buradan görünmüyor. o gösterdiğin çok yukarda; sıraselvilerin ucu ora.
- hadi ya?
- evet gözün yanılıyor. Bak şu binayı görüyor musun? o Purtelaş'ta işte.
- aa evet sokağın kıvrıldığı yer. buradan görünmüyor haklısın. Ahmet’in bakkal da görünmüyor.
-yok görünmez.
Çok sağlıklı ve huzurlu hissettim bir an. Ve keyifli ve enerjik. Kendimi sokaklara vurmak, yürümek, bir iki mekana uğramak istiyordum. Ama bir tutukluk vardı bizim kızlarda, bi uyumsuzluk vardı aramızda sanki. Sıla hasretinin verdiği eforiye yordum. Onlardaki pazar mahmurluğuyla çarpışıyordu. Kimsenin benimle sokak arşınlayası yoktu haliyle.
Kahvaltıdan sonra bi bahaneyle kapının önüne çıkıp kedi sevdim; peynir filan verdim. Biraz yürüdüm, sonra biraz daha... Baktım kazancı, sonra Ülker sokağın başına gelmişim. Oldu olacak bi meydana çıkayım dedim, çıkamadım.
Meydan yoktu.
Panikledim.
Etap’a döndüm.
Etap’tan hesap sorasım geldi. ‘Sen buna nasıl izin verdin’ der gibi baktım binanın yüzüne. Sonra Garanti şubesine baktım aynı ifadeyle. Tekrar meydana döndüm. öfkemi kusacak yer arıyordum; kızacak biri, bişey. Kendime kızacak halim yoktu ya. Ne eksik, tek tek ayırdına varmaya çalıştım. Boğazım yanıyordu. Gözlerimde daha önce hissetmediğim bir ağrı hissettim. Harbiye tarafına gözüm takıldı. Mete caddesi bi garip görünüyordu. Hayır hayır Mete caddesi ayan beyan görünüyordu. Durduğum yerden Mete caddesini görmek saçma birşeydi. Arkamı döndüm.Gezi pastanesi köşede duruyordu da yanında bir inşaat vardı. anlam veremediğim bir boşluk... Tekrar otele ve bankaya döndüm. Yıkılın karşımdan diyecek oldum.
Meydan yoktu. yok olmuştu. Yanımdan geçen insanlara Taksim meydanı nerede diye sorasım geldi? Burası! diyeceklerdi.
Olric ‘lütfen efendimiz, yapmayın.’ dedi. 'Nefes alın.’
Nefessiz kalmıştım.
- Peki ya hava kararınca ne olacak?
eller yukarı
gece soğuktan diken diken ürpermiş bir meydan saati gördüm:bir,diyordu. tramvay rayları bilenmiş,gizli yağmurların hınzırlığından,kaldırımlar incecik ıslanmıştı. nikotin ve alkol sonra kolkola girdiler,hayalet taksilerin sabaha doğru aktığı köşebaşından,büyük parmakkapı sokağına devrildiler. bayrakları yırtılmış bir geceydi bu:her pasajında hain namluları saklanmış,her telefon zilinde ölüm haberleri parlayan;yıldızları dönük,yenik bir gece. arka beyoğlunda,allah bilir,her on dakikada bir kadın yırtılıyordu. birazdan orman bıyıklı çöpçüler,sokak aralarından,siklamen rujlu dudaklar,balgam tabiatında gözler,kesik memeler süpüreceklerdi. halbuki ömer haybo,iç cebinde,neuilly(seine) damgalı mektuplar;birbiir ardınca bitmez tükenmez cıgaralara biniyor,gecenin sabaha bulaştığı yerde asıl kaybettiğini,yani kendisini arıyordu:çirkin,tutkulara tutkun ve en önemlsi ulaşılmaz hergele! aslında ömer haybo kim? doğudan bakarsan yaşaması en yüksek S. saatinde bozulmış yarı gavur bir batılı;batıdan bakarsan hiçbir vakit gerçek kimiliğini "ibraz edememiş"uyurgezer bir doğulu! bütün bunların dışında cinnet çarşısının dişlileri arasında,(kim ne derse desin),ölümle alışverişi olan,yarı insan yarı alkol bir hayal!böyle böyle çarşımızın gerçeğine ulaşıyoruz:bir saatinden tut bir başka saaatine git,işte bu beyoğlunda ölünmekle çürünmek arası bir kirlilik yaşanıyor; tek tek,boyanmış dudak,kırık diş,traşlı ense ve bozuk böbrek olarak! ama dur,önce beyoğlu kim? benim,yani beyoğluyum. piçim,bir rivayete göre bir bizans tekfurunun piçiyim,bir başkasına göre soho'nun ve st-germaindes-pres'nin. tünelin oralarda galip dede caddesinden başlıyorum; bar bar,otel otel,meyhane meyhane,bir alkol yalnızlık ve nikotin ağacı gibi açılıp,taksim meydanında bitmiyorum. nasıl bitebilirim?
Mart haftasonu gelmişti. Temizliğe giriştim. Bir hafta sonra yola çıkacağım için evi temiz bırakmak gerekirdi. Tertemiz, bal dök yala olmalıydı. Babamdan kalma alışkanlık işte. Yok yok bu cümlede bir kelime hatası yok. Titiz olan babamdı bizde; annem aldırmazdı. Misafir geleceği zaman misal; ikimizi de hizaya çeken, yatak çarşaf nizamını, pasta börek ikram programını planlayan babamdı hep. Tatile gidileceği zaman da, tatil öncesi temizlik icadını çıkartan babamdır. Bi babam, bi Iskender zaten. Neymiş efendim? Tatil dönüşü yoldan gelmiş insan rehavetiyle, tertemiz evine girip, kahveni yapıp; bir hafta, 10 gün, 15 gün veya bir ay, her ne kadar zaman geçmişse o kadar zamandır uzak kaldığın televizyonunun başına geçip kanal değiştirecekmişsin gönlünce köpüğünü höpürdeterekten... Sen yokken neler olmuş bir bir havadisleri alıp normal hayata adapte olmaya çalışacakmışsın tertemiz.
yani eskiden öyleydi, televizyon seyredilirdi. Haber bültenleri filan...
Herneyse ben temizliğe giriştim. 'Cleaning' adını verdiğim bir playlistim var; temizlik yaparken hep o playlisti açarım. Yarısı bakkal. Yani elektrik süpürgesi açıkken 'ayyy hangi parçayı kaçırdım acep son 10 dakika’da demeyeceğim bir playlist. Basement Jax’den 'take me back to your house' ile başlayıp, 'I belong to me so don't call me baby' ile biten bir playlist.
Öyle bir temizlik yapasım varmış ki, akşama kadar mıyıl mıyıl, süpürdüm süpürdüm sildim, arada kahve yaptım, kahve bitti ben silmeye devam ettim. Lambaların üstlerinden dolap içlerine kadar bütün tozları aldım. Kıyafetler bitti, kitapları yerleştirdim. bulaşık bitti tabak çanakları yerleştirdim, arada bir bardak kırdım. 'oohhh nazar çıktı' dedim; kırıkları süpürdüm. En sonunda her yerin bal dök yala vaziyette olduğuna kanaat getirince de yukardan ortanca bavulu indirdim. Bi iki parça birşey koyarak siftah yaptım. Sonra daha erken olduğunu düşünerek öylece bıraktım odanın ortasında ağzı açık vaziyette.
Yolculuğa ve Istanbul’a odaklanmıştım. Tilburg’da neler oluyor; ofistekiler ne yaptı, Santiago ortaya çıktı mı; hiç aklıma bile takılmıyordu. Switch location, switch language, switch mode şeklinde kendimi yolculuk moduna sokmuştum. O hafta ofise gitmem de gerekmemişti. evden fazladan bir iki iş bitirmiş zaman kazanmıştım. Bunun da moda girmemde etkisi oldu tabi. Yola çıkmadan iki gün önce trenle Amsterdam’a gidip siparişleri aldım. Hollanda’da herşey sıradan görünüyordu. Trenler yoğun, sessiz kompartman herzamanki gibi sessiz ve dingin; tren camları kirli, düzlüklerde yayılan anguslar tembel, bilet kontrol memurları işgüzar, yel değirmenleri fırıl fırıl vs vs.
Amsterdam'dan dönerken akşam oluyordu; Trenden inince bisiklet parkına yöneldim; giderken kilitlediğim bisikletimi yüzlerce bisikletin arasından bulup çözdüm. Hava hafif kararmaya başlamıştı. Market kapanmadan gidip birşeyler alayım dedim. Marketin önüne geldiğimde sokağın karşısında Santigo’yu gördüm. Yine bir ayağını yere sürterek, elinde eskimiş bir market poşeti ile başı önde, pek etrafına bakmadan yürüyordu. Beni görmedi haliyle, bağırsam da duyacak gibi görünmüyordu. ayrıca ne diye bağıracaktım canım arkasından?
işte besbelli korona morona değildi, sapa sağlam alışverişini yapmış evine gidiyordu. Markete girerken 'millet ne yaygaracı' dedim kendi kendime; Olric olsaydı yanımda, ona derdim de yoktu. Evde kalmayı tercih etmişti, kusura bakmayayım da alışveriş yaparken çok çekilmez oluyormuşum.
Haklıdır belki de; alışveriş yapmayı seven biri olduğum söylenemez. Alışveriş merkezleri ve marketlerden hiç hoşlanmadığım için, hayret verici derece planlı ve hızlı bir şekilde alacağımı alıp çıkarım. Markete girdiğim anda tek bir hedefim vardır. Kasaya ulaşma hız rekorumu kırmak. Bana alışverişte geçirilen zaman her zaman hayatımdan çalınmış zaman gibi gelmiştir. Tüm o cezbedici ambalajlar ve bütün reyonlardan sarayla geçip her bir ürünü görmeni sağlayan sıkıcı market düzeni seni ihtiyacın olmayan şeyleri almaya zorlayan hani. Asıl ihtiyacın olan şeyi almayı unuttuğunu fark edersin eve geldiğinde. Hem de hemen hemen her seferinde.
Tuz.
Tuz asla göz önünde değildir markette.
En anlamsız reyonun en alt rafında durur. Neden?
Çünkü tuzu almak zorundasın.
İllaki arayıp bulacaksın ve o lanet tuzu sepetine koyacaksın. Market sana tuz satmak zorunda hissetmez kendini.
Eve geldiğimde tuzu almayı unutmuştum. Tuzu almayı unuttuğum son üçüncü alışverişimdi ve gerçekten bu durum canımı sıkmıştı. Yaşama karşı konsantrasyonum duşüyordu. 'Kafamda bi tuhaflık’ denilen durum nüksediyordu. Kafamı sürekli kendi aleminde düşünürken bulmaya başlamıştım. İncir çekirdeğini doldurmayan şeyler.
Mesela incir çekirdeğini neyle doldurursun gibi...
O akşamdı galiba: Hollanda sağlık bakanı açıklama yaptı. Corona vakamız 56 yaşında bir erkek ve ailesi ile birlikte Elizabeth hastanemizde karantinadalar. Durumları iyi; henüz endişelenecek birşey yok minvalinde bir açıklamaydı. Ben de endişelenmiyordum zaten.
Neden endişelenmiyordum?
'Huyunuz öyle efendimiz’ dedi Olric.
- herkes endişelenmeye başladığında gevşiyorsunuz siz.
- saçmalık!
- muhakkak efendimiz.
O hafta sadece pazartesi ve salı ofise uğradım. Italya’da durum sarpa sarıyordu. Hafta sonu gelmeden sokağa çıkma yasağı ilan edilecekti. Hollanda’da hala tek vaka bizim zavallı Tilburg kasabamızdaki 56 yaşındaki adam ve ailesiydi. Fakat bu adamcağızın karnavala katıldığı bilgisi haber bültenleri sayesinde yayıldıkça, insanlarda hafif bir gerginlik baş göstermişti. Yola çıkacağımı bilenler Turkiye’deki durumu merak ediyorlardı. 'Henüz hiç yok!’ dediğimde yüzlerinde ister istemez bir şaşkınlık peydah oluyordu. 80 milyon ülkede bir vaka bile yok öyle mi? üstelik komşunuz Iran’da da vaka sayları Italya’ya yaklaşmaya başlamışken' diyorlardı. 'Valla da öyle’ diyordum. 'Şu anda en güvenli yer Türkiye.’
İşin aslını sorarsanız; öyle şişmiştim ki Tilburg’dan, Istanbul burnumda tütüyordu ve açıkçası gündem umrumda değildi. Uçak, havaalanı... Yolculuk riski... En ufak bir kaygı duymuyordum. Oysa zamanlamamın muhteşem olduğunu çok yakında anlayacaktm.
Galiba hayatımda ilk defa Istanbul’dan bu kadar uzak kalmıştım. Ama bu tek taraflı bir soğukluk değildi. Istanbul da kendini uzaklaştırmak için elinden geleni ardına koymamıştı. Özellikle son zamanlarda sürekli istenmediğimi hissettiriyordu. Dışarıya ittikçe itiyordu. En son Rumeli Fenerine kadar itmişti. Ben de gurur yapmıştım işte. Domuz inadı vardır bende. Son bir iki senedir Istanbul'u hep teğet geçiyordum. Uçakta bile koridor bileti alıp alçalırken kafamı çeviriyor; gözgöze gelmemeye çalışıyordum. Hasretimden çatlayana kadar...
Sonunda çatladım tabi.
Peki ya Istanbul? Biraz olsun özlemiş midir beni Olric?
-This is a rhethorical question!
-Ingilizce konuşma benimle Olric.
-pardon efendimiz; bence insan doğup büyüdüğü şehre bu kadar tavır yapmamalı.
- Olric, İnsan nedir daha önce anlatılmıştı sana, hatırla! hani, ağaçları kesen ve sonra onları....
- 'kağıt yapan' efendimiz. Sonrası da var söyleyeyim mi?
-Yok orada kalalım. getir bi kağıt liste yapalım.
Istanbula gidince yapılacaklar listesi.
1. Kiracıyla Telekoma gidilecek devir işlemi için.
2. Eniştem ameliyat olacaktı Acıbadem hastanesinde ziyaret edilecek.
3. Sarıyer'deki banka şubesine uğrayıp dilekçe verilecek. Gitmişken bi levrek yeriz artık .
4. Apartman yöneticisine toplantı kararları için vekaletname bırakılacak.
5. Çamlıca tepesine çıkılacak.
6. vapura binilecek.
7. Kitapçıya gidilecek.
8. İstanbul modern'e gidilecek.
9. Geri kalan günlerde cihangirde bir teras bulup, dönüş zamanı gelene kadar denize karşı güneşlenilecek.
-Maçı unuttunuz efendimiz.
-ben unutsam da unutturmaz bizimkiler merak etme.
7 Mart
Cumartesi Uçağım rahat bi saatte olduğu için oldukça paniksiz bir sabahtı.
Evden çıkmadan son yediğim park cezasını bile ödemeye zaman bulabilmiştim.
Schipol’e gitmek için trene bindim. Kompartmanda koltukların hemen hemen hepsi doluydu. Rotterdam’dan sonra tren sadece havalanı yolcusuyla dolmuştu. Bavullar filan.
Her milletten insan vardı. Çinli ve Italyan ve ispanyol ve Belcikalı ve Alman... Hepimiz bi yere gidiyorduk işte. Kompartmandaki son boş kalan iki kişilik koltuğu kaptım ama hemen arkamdan bi
kadın gelip oturunca yanıma, bavulumu ilerdeki tekerlekli sandalye, bisiklet ve bavullar için ayrılmış kısma koymak zorunda kaldım. bir iki istasyon sonra yeni binen bir yolcu kendi bavulunu yerleştirmek icin benim bavulumu tutup biraz öteye koydu. Aldırmadım. Yine de gözucuyla bakıyordum. Hollanda’da bisiklet hırsızlığından sonra en yaygın suç, trende bavul hırsızlığı çünkü. Bavulsuz istanbula inmek çok büyük hayal kırıklığı olurdu. özellikle dört gözle; tatlı sürprizlerle muhteşem dönüşümü bekleyenler için.
Schipol’e her zamanki gibi vaktinden önce varmıştım. pasaporttan geçmeden biraz kafeteryada oyalandım. Yüzlerce insanın yiyecek içeceklerini taşıdığı hemen hemen hiç temizlenmeyen o tepsilerden biriyle kendime uygun bir masa aradım kafeteryada. Buldum da; iki ufaklık koştırmacalı bir oyun oynuyorlardı. Çocuklardan biri dizlerinin üstüne kapaklandı ve ağlamaya başladı. Annesi geldi yerden kaldırdı onu. Bir süre masalarına dönüp birşeyler yiyerek oyalandılar ama fazla sürmedi bu sakinlikleri. annelerinin baska birseyle ilgilendiği an, yeniden koşturmacalı oyuna geri döndüler. Etraftaki diğer insanları da izliyordum ama iki ufaklık sürekli dikkatimi dağıtıyordu. Kitap okurken odaklanmaya izin vermeyen sinek gibiydiler. Hem hareketli hem sesli, ama sevimliydiler. Onlara dalmışım; vaktin geldini farkedince kapıya doğru ilerledim.
Istanbul uçağı yolcusunun neredeyse tamamı Türktü. Belki bir iki aktarmalı yabancı yolcu vardı o kadar. Kabin bagajı yine her zamanki gibi problem oldu. Kimisi kendi başüstünde, bavuluna yer bulamayınca vızıldandı filan. Ben rahattım. sadece kabanımı katlayıp yerleştirdim ve milletin debelenmesini seyrettim. Herkes birbirinin bavulunu, eşyasını, torbasını elledi durdu. Sonra uçak havalandı. Turk Hava Yolları yemekleri ve içkileri dağıttı. Herkes bi kendine geldi filan.
Size bir şey itiraf edeyim mi? Thy menülerini seviyorum ve başarılı buluyorum. Bence iddialılar. THY mutfağıyla yarışan az havayolu bulursunuz. Bazıları ’kaldırılsın, bilet fiyatından düşürülsün’ diyor da; ne bileyim, ben seviyorum işte. özellikle turistlerle uçarken yanımdakinin yediği tavuk soteden etkilenip 'mmm nice wow' filan gibi sesler çıkarması hoşuma gidiyor.
-salataya dokunmuyorsunuz ama hiç efendimiz?
-salatalığın kabuğunu soymuyorlar Olric, gıcık oluyorum.
-bir dilim kabuğu soyulmamış salatalık için bütün salatayı çöpe gönderiyorsunuz.
-bana ebeveynlik taslama Olric. işine bak sen.
Yemekler yendikten ve boşlar toplandıktan sonra farklı birşey oldu. Cabin crew şefi tüm yolculara form dağıttı. Corona bilgi iletişim formu. Hepimizden yurt dışındaki ikamet adreslerimiz ve iletişim bilgilerimiz toplandı bu formla. Formun arkasında bir takım direktifler vardı; vardığınız yerde ateşinizi ölçün, öksürük ateş vs gibi hastalık belirtileri gösterirseniz kendinizi karantinaya alın, durumunuzu takip edin filan gibi. Kimsenin iplediğini sanmıyorum. Yanımdaki adam mesela doğru düzgün doldurmadı bile formu, öyle söyleyeyim. Ne de olsa biz Türktük, korona bize bulaşmazdı.
Yarım saate kaptan piste yumuşak iniş yapacak ve biz korona-free Hollanda yolcuları seksen iki milyonun arasına dağılacaktık.
şimdi düşünüyorum da;
dünya ne kalabalıktı o gün. Metrekareye ne çok insan düşüyordu. Trenler, uçaklar, sıralar, banklar, kontuarlar, otobüsler, taksiler...
Böylece 4. Geleneksel Drifter Ödül Töreninin de sonuna geldik; 2019'u da devirdik arkadaşlar. Yeni yılda görüşmek üzere, herkese harika bir yılbaşı gecesi ve en süperinden bir yeni yıl sabahı diliyorum.
Bu da drifter'in new years eve party essential playlisti
Buyrun afiyetle 🍾🍸🍷🍹🎆🎇🎉🎉🎊💖❤️💜💛💙🎷🎤🎹🎼💃✌🏻️🎶😍
hayrola drifter pazar pazar hal hatır sorasın mı geldi? yok mu şöyle civcivli birşeyler demeyin. Fırında tavuğum var ve yemek yapabilen bloggerlar bilirler ki tavuk uzuuuuun kalmalıdır fırında, yaklaşık bir saat filan. Evet ayrıca insan illa misafire fırında tavuk pişirmemelidir, bazı pazarlar sırf kendisi için, sırf canı yemek istedi diye; uzuuuun pişen fırında tavuklar hazırlamalıdır.
neyse iki lafin belini kıralım bu arada;
Sibel'in tavsiyesi fleabag'i seyrettim. Lana Dunham'ın kızlarından sonra daha antipatik bir genç kadın bulup, daha patetik bir feminist dizi çekebilir miyiz ki diye zorlamış İngilizler. İngiliz dizileri niye böyle? nasıl böyle? Hem o kadar sinirbozucu hem de insanı böcek gibi yapıştırıyor ekrana? Yalnız halimize şükredelim valla; ingilizlerin halini hiç beğenmiyorum; fena kopmuşlar gibi görünüyor. kent insanının yalnızlığı filan iyi de, çöküşü bu kadar hardcore gözümüze sokmanın hazzı fena. Buradan bakınca brexit çok da anlamsız görünmedi simdi. bunların biryerden çıkmaları şartmış hakkaten. Bu arada muze girişlerini hala kraliçe mi ısmarlıyor ingiltere'de? herneyse...
joker'i seyretmedim hala. Maria yüzünden. Tutturdu illa birlikte gidelim diye... haftasına bisikletten düştü. seinfeld'in bir bölümü vardı onun gibi oldu, elaine'in illa jerry'yle görmek istediği bir film var; bi saçmalıklar geliyor başına elaine'nin, gidemiyor. George'la jerry gitmiş bulunuyorlar falan... komik bölümdü.
belki ben de bir hainlik yapip giderim yarin, sonra maria iyileşip gitmek isterse görmemiş gibi yapar bir kere daha seyrederim ne var? Arkadaşlık bazen mış gibi yapmayı gerektirir. doğrucu davutluk sart değildir her zaman. dost acı söyler filan derler ya. bullshit! dost acı filan söylemez, söylememelidir. hayat acı söyler, dost göğsünde yumuşatır öyle indirir önüne; ben ona dost derim işte. acı söyleyen dost dost değil sosyopattır bikere. ben çok dürüst, en dürüst insanlardan hep korkmuşumdur. fazla dürüst insanla da çok anlaştığım söylenemez.
yani böyle deyince biraz tuhaf oldu farkındayım ama siz anlamışsınızdır fazla uzatmıyorum.
/
sonuç olarak bir taraftar var bi seyirci var değil mi?
herkes ne olduğunu bilsin ona göre hesap sorsun.
ben mesela kendimi ne yana koysam hiç bilemiyorum ama sürekli şu anlamsız sorular var kafamda. durduramıyorum. bu sıfır bonservis planı büyük icat sanırsam. (öyle de hesabım kıttır ya ondan herhalde.)
tendonidisgsdgljagljsv falcao kaç bitcoin eder diye yazsam google'a cıkar mi?
sıfır bonservis planı hakkaten dahiane!
bonservisi sıfır ama 3 sene boyunca her sene 7 milyon vercez 33 yasındaki tendonidisgjdsgfjagsdfglehfjdh sakatlığından muzdarip Falcao'ya!
şahane dahiyane...
fati hocami duyar gibiyim : sana ne kızım git tavuğuna bak kızarmış mı?
kızarıyor acele yok!
o Fener dün 5 mi attı?
Maaaaşallah diyelim ne diyelim?
/
infografiklere bayılıyorum . geçenlerde openculture'da rastladım. harward yazarlık programı profesorlerinden Ben Roth diye birisi okuma tavsiyesi infografikleri olusturmuş:
felsefi kitap mi okumak istiyorsunuz, iyi de ne tür?
karar veremediniz mi?
şunu deneyelim:
son olarak da
yani takılın işte kafanıza göre. Ben bu aralar Anais Nin okuyorum; romanlarını hikayelerini filan değil. Günlüklerini... çünkü aslında romancılığından çok günlükçülüğü önemli onun. Gerçekten enteresan bir kadın tuhaf bir naifliği, bönlüğü var oysa ben onu hep anasının gözü kadınlardan sanırdım. yok öyle değil hakikaten başka bir gezegenden inmiş gibi.
neyse Paris'te ana gündem Leonardo Da Vinci bu yıl. ölumunun 500. yılı. dunyanın dört bir yanından eserleri toplanıp Paris'e getiriliyor; segiler vs.
bu arada tuhaf bir bilgiyle karşılaştım geçenlerde newsletter'larin birinde.
1502'de ilk Galata köprüsü önerisi babında 2. Beyazid'a gönderdiği mektupta şöyle demiş:
"a masonry bridge as high as a building, and even tall ships will be able to sail under it."
Neyini beğenmedilerse?
şimdi MIT'den bir ekip 3d modelini yapmış şöyle görünüyor:
2. beyazid'in ne yazik ki projeyi gözü tutmamış. Oysa emayticilerin söylediğine göre yapılsaymış bugün de duruyor olacakmış. Düşünsenize leonardo'nun yaptığı köprü Halicin üstünde duruyor olaydı şimdi !!!! peh!!!
2.beyazid'e biri bi don't be a fool çekseymiş keşke zamanında.
Neyse ne boş konuştum pazar pazar. Pilav yapcam daha.
derbiyi de kaybetçez gibi bir his var içimde ne fena!