drifter in the times of Corona etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
drifter in the times of Corona etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ağustos 2020 Cuma

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #10

Sayısız sığınak vardır, ancak kurtuluş yolu tektir; ama kurtuluş olasılıkları yine de sığınaklar kadar çoktur. Bir hedef var, ama yol yok: bizim yol dediğimiz şey, bir duraksamadır. 
                                                                                                                         Kafka


iki motivasyonum vardı. İlki; olanı biteni idrak etmek için bir sığınağa çekilme güdüsü; ikincisi ise kulübeye kurttan önce varıp, saldırıya karşı tedbir alma güdüsü.
Korku’da anlaşılmayacak birşey yoktur diyor Alfred Hitchkok. Sonuçta hepimiz çocukken birşeylerden korkmadık mı? bugün bizi korkutan şeyin dünkinden bir farkı yok pek. Kırmızı başlığın altından çıkan kurt kafası. Bu seferki yalnızca başka bir kurt.

Yola çıkmadan önce teçhizatlanmak gerekiyordu. Maske almam konusunda baskı vardı. Eczaneye uğradım. Kapı kapalıydı ve önünde sıra vardı. Kapının üstünde 'hepimizin sağlığı için lütfen sıraya uyalım.’  notu asılmıştı. Sırada bekleyen insanlara dikkat ettim,  herkes çok gergindi, normalde böyle kuyruklarda küçük küçük laflamalar, ortaya söylenmeler filan olur bilirsiniz; çıt çıkmıyordu. Beklerken sıkıldım ve çok yalnız hissettim; sık sık Hollandada hissettiğim yalnızlıktandı.
Sonunda sıra bana geldi ve dükkana girdim. Eczacılar maskeli değildi henüz. Maske satıp satmadıklarını sordum.  Uçağa bineceğimi maske istediğimi söyledim. Eczacı 'filtreli' öneriyoruz dedi, 'olur' dedim.
- First defense ister misiniz? alsanız iyi olur.
- Aslında ben de onu soracaktım. Annem ve babamın yanına gideceğim, biraz da tedirginim, bloker filan gibi bişey...
lafımı bitirmemi beklemeden, 'size bağışıklık sistemi kuvvetlendirici 15 günlük kür beta glukan, propolis tablet, el dezenfektanı, cep kolonyası,  filtreli maske ve first defense vermemiz gerekir' dedi.
‘öyle diyorsanız...’diyebildim.
Baktı teslim bayrağını çoktan çekmişim devam etti.
Beta glukan’dan üç kutu veriyorum anneniz babanız da kullansın, bir kutusu bedavaya gelecek.
'iyi ozaman’ dedim.
Eczaneden çıktığımda, hemen çıkar çıkmaz değilse de bir kaç adım attıktan sonra kendime geldim ve sinirim bozuldu, gülmeye başladım. Güpegündüz soyulmuştum. Direkt polise mi gitsem diye düşündüm. 'Memur bey  Galata Kulesinin üstünde uçan kuşlara baktığım için kuş başına 5 lira aldılar benden' diye şikayet edesim vardı. Fatura’da, maskeye tam 56 TL ödediğim yazıyordu.
hey allam...

Watsons diye bir kozmetik dükkanına girdim. Selpak ıslak mendil filan almak için. Ben girerken bir kadın söylenerek hışımla çıktı dükkandan. Kasiyer de arkasından bağırıyordu.
'Haksızsınız tabi, maaşımdan  kesecekler...’
yine olayın tam ortasına düşmüştüm. Kasiyer kızcağız sinirden titriyordu. Diğer çalışanlar yatıştırmaya çalıştılar. Bu esnada 'olay nedir?' diye sorabildim. Gülsuyu kolonyasının  alkol oranı tartışmasından çıkmış kavga. Müşteri kolonya bulamayınca kasiyer gülsuyu önermiş. Müşteri alkol derecesini sormuş, kasiyer 'aynı' demiş. Kadın da almış. 10 dakka sonra ağzı açık şekilde getirip kızın önüne atmış açık şişeyi. Meğer 70 dereceymiş satın aldığı gülsuyu kolonyası. 10 derecelik alkol farkından kavga çıkıyordu; insanlar o derece gergin ve sinirliydi.




HAVAALANI
Taksinin bagajından bavulumu çıkarttım. İç hatlar gidiş kapısı sensörü beni görüp kapıyı açtığında bir bilim kurgu filminin havaalanı sahnesine düşmüştüm sanki. Kesinlikle 1 hafta öncesinden eser yoktu. Hersey çok farklıydı. Bi'kere garipsenecek kadar kalabalıktı ve etrafta dolaşan maskeli insanlar vardı. Herkes nereye gidiyordu böyle? O gergin enerjiyi vücudunuzun her hücresinde hissediyordunuz. Tedirginlik bulaşıcıydı, korku bulaşıcıydı, gerginlik bulaşıcıydı, çünkü korona .bulaşıcıydı. 
İnsan?
bulaştırıcı.
Herkes birbirine bulaştırıyordu korkusunu. 
Bizim gibi kalabalık ve fazla içli dışlı sosyal yaşama alışmış toplumlarda bu bir avantaja dönüşebilir; tedbir artar diye düşünmüştüm önce. Ama o gün kimsenin benim de dahil bir başkasının aldığı tedbire güvendiği yoktu. Diken üstündeydik. Uçağa alınmayı beklerken yanıma bir kadın oturdu. 3 m maskesi, ellerinde eldivenleri vardı: boğazını kapatan bir fular... Ben henüz takmamıştım maskemi, uçağa binince takarım diye düşünüyordum. Onu öyle görünce takmaya karar verdim. OOOvvv bu kadar rahatsız birşey olduğunu düşünmemiştim takana kadar. Önce boğulacak gibi oldum. Burnumdan mı ağzımdan mı nefes alsam bilemedim. Anında çıkartma refleksi gösterdim ama özellikle uyarmışlardı. Maskenizi taktıktan sonra olabildiğince maskeye dokunmamaya çalışın. Asla ikide bir takıp çıkartmayın. Elinizle taşıdığınız virüsü bakteriyi maske sayesinde bünyenize kolaylıkla davet edersiniz demişlerdi. Işte o an 'The fucking end of the world' diye düşündüm. Bundan sonra bu şekil mi yaşayacaktık? Yarım ve ılık nefesler soluyarak... yağmurlarda ıslanmak istedim. Yola çıkmakla aptalca birşey yaptığımı da düşünmeye başlamıştım. Bu psikolojiden kurtulmam gerekiyordu. Maskeli kadının yanından kalkıp tekrar dükkanların olduğu bölüme doğru yürüdüm. D&R’ı gördüm. Ne kadar OT, Kafa, tuhaf vs. varsa topladım. Kendimi meşgul etmeye karar verdim. Uçağa biner binmez kulaklıklarımı taktım Bodrum'a inene kadar kafamı kaldırmadan okudum.
 Ne okudum, ne anladım hatırlamıyorum ama tek birşey düşünüyordum artık hiç birşey eskisi gibi olmayacaktı ve akli dengemi korumak icin eskisinden daha çok çaba sarfetmem gerekecekti. 
’Tutun kızım düşeceksin' diye uyardı ve  uyandırdı bi teyze sesi.
havaalanı otobüsünün içindeydik. Tutunmuyordum ve shuttle hareket edince dengem bozulmuştu haliyle. 
‘Yaa teyzeciğim işte onu yapamıyorum ben, bi yapabilsem'

Spinoza’nın dediğine göre; insanın stabil durumunu korumasının ilk şartı var olmayı istemesiydi. Var olmaya mı yok olmaya mı meyilliydim buna bi karar vermek gerekirdi.
‘Live or die but don’t poison everything!’

Tutunmaya çalışmayıp var olmaya karar verdim. Pekiala tutunmadan da varolunabiliyordu. Bulut gibi. Varlık yokluk söz konusuyken tutunmanın önemi yoktu. En azından o gün öyle hissediyordum. Diğer hissettiğim şeyler ise, sinir bozucu bir başağrısı ve yorgunluktu.

bavulumu alır almaz kendimi tuvalete attım ve olabildiğince dezenfekte etmeye çalıştım üstümü  başımı. Bütün kaslarım gerilmişti, sanki her yerimde virüs varmış gibi hissediyordum. Uzerimdeki sweatshirti çıkartıp bir poşete koydum. bavuldan yenisini giydim. Eczacnın verdiği dezenfektan spreyle bavulumu, çantamı, telefonumu elimin değebileceği herşeyi temizlemeye çalıştım. Yaptığım herşey saçma sapan geliyordu ama kendimi alamıyordum. Saçımı da yıkasam mı diye bile düşündüğümü itiraf ediyorum. Tek kaygım bizimkilere virüsü götürmediğimden  emin olmaktı ve ne yazık ki hiç değildim. Sürekli kendimi yokluyordum. Ateşim var mı boğazımdaki kaşıntı neden? Bu baş ağrısı da nerden çıktı? Midem de mi bulanıyor yoksa? vs. vs.
Lavaboda elimi yıkarken bir kaç kere vazgeçmek geçti içimden. Sonra deliliğime hakim olmaya karar verdim. Bir kaç nefes aldım dışarıya çıktım. Bizimkileri aradım. Beni almak için geldiklerini biliyordum. 

Annem sarılmak icin atılacak gibi oldu hemen durdurdum. Babam bavulumu bagaja koymak istedi ona da izin vermedim. 
-herkes bi geri çekilsin.  diye şarladım, dakka bir gol bir.
‘Tamam tamam’ diyerek sindiler. 


LİMON AĞACI

Paranoyayı üzerimden atmak kolay olmadı. Özellikle ilk bir kaç saat yanıma yaklaşılacak gibi değildi. Keçileri iyice kaçırmış olduğumu düşünüyorlardı. Bir makine çamaşır yıkadım. Çamaşırları asarken annem aşağıdan seslendi; 

-çayını karton bardakta mı istersin?
-anlamadım?
-hayır içtikten sonra imha edeceksen, yazık olmasın ince bellime.  
 
alay ediyorlardı tabiki benimle. Çünkü onlar için endişeleniyordum.

Çayımı alıp bahçeye çıktım. Hava öyle ılık öyle güzeldi ki... Mucizevi bi coğrafya diye düşünüyor insan baharla coşan toprağın üzerindeki bitkileri, çiçekleri, yeşili ve bilimum diğer renkleri görünce.
Sonunda rahat bir nefes almıştım. Herşey yolundaydı.
Burada bekleyebilirdim dünyanın sonunu.

Limon ağacına takıldı gözüm.
when life gives you lemons... çayına atacaksın bi dilim.
tamam tamam cıvımak yok.
hayat sana limon verdiyse yüzünü ekşitmek yok.
zaten o kadar ekşi değiller, bu ağaçtakiler tatlı limon. Meyve niyetine yersin, o denli.
Hayat sana limonun bile tatlısını veriyor ve sen...

orada o bahçede yeni yeşeren baharın içinde otururken belki rahatlamış; fakat aynı zamanda oldukça umutsuz olduğumu hissettim.
Şöyle bi not almışım diziyi izlerken.
’sometimes doing the right thing feels like commiting a crime.'

evde kal!

Bizim gibilerin evde kalabilmesi için kimlerin kalmaması gerekiyor bu memlekette?

Ah drifter ah!
'gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini.... '



1 Haziran 2020 Pazartesi

AÇIK VE SEÇİK BIR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #9



'Ne yapmalı? Bu soruya hemen bir karşılık bulmak istenirse, elbette salt aklın verisiyle, ya da oradan buradan derlenmiş bir iki düşüncenin bileşimi ile bazı geçici çareler ortaya atılabilir. Insan ilk bakışta bu geçici çarelerin kendi buluşu olduğunu sanabilir. Oysa örneğin salt aklın verisi diye nitelendirilen kavramın biraz incelenmesi, bunun çoğunlukla toplumun etkisiyle elde edilen kalıplar olduğunu gösterecektir. Salt aklın verileri, insanı gevşetmeye fırsat vermeyen amansız bir çalışmanın zorunluğuna itebilir. Oblomovluk ve eğlence düşkünlüğü dünyada eşi görülmemiş bir baskıyla yok edilmek istenebilir.Bütün  kişisel bunalımlar ucuz yaşantılara dönüşle ilgili bütün buhranlar birer birer sindirilmek istenebilir. Herkes zaaflarını gizleyerek yalnız güçlerini ortaya koyar.işte görünüşte toplumsal eylemi gerçekleştirmek, ileriye götürmek için salt akılla bulunduğu sanılan ve her çeşit eylem icin kaçınılmaz ilkeler olarak ortaya atılan bu temel davranışlarda bile, kişinin ve çürümüş toplumun değiştirmek istemedikleri öz varlıklarını bilinçsizce koruma isteminin gizli baskılarını arayacaksın! Bilimsel bir kuşkuyla önce bütün zaaflarını çekinmeden ortaya atacaksın! Olmadık bir yerde ortaya çıkmalarını önleyecek ve toplumsal eylemdeki ortaklarını umutsuzluğa düşürmekten böylece kurtulacaksın.' 


Öğlene doğru Gökçe’nin telefonuyla uyandım. Panik tonu vardı sesinde.

- Nerdesin sen?
- Galata’dayım.
-Napıyosun orda?
-Kitap okuyorum.
-onda mi kaldın?
-Hayır!
-Doğru söyle nerdesin? Akşam da bi tuhaftı sesin nerde kalacağını geçiştirdin.
-yaa... akşam geç oldu sonra...biraz da içtik,  e siz de işe gitceksiniz diye...
-eee
-Büyük Londra oteli var ya perada, orda kalıyım dedim.
-Anlamadım?
-Neyi?
-Sen otelde mi kaldın yani gece?  Tek başına!
-evet sen de yap arada, iyi gelir. Nolmuş yani alla alla?
- noolsun...Her neyse,
haberleri gördün mü bari?

-noolmuş?
-Turkiye’de ilk korona vakası.
-nerde?
-onu bilmiyoruz.
-kimmiş?
-bilinmiyor. Ama bakanın yuzu çamur gibiydi valla. Çok vaka var da saklıyorlar diyolar.
-olabilir geçen gün maçta Mehmet de söylüyordu; pilot arkadaşı varmış. Bizzat pozitif testli yolcu taşıdığını söylemiş. Güyya Ankara’da bir otel, bir aydır karantinadaymış filan. Gerçi bu işin desenformasyonu çok olur onu da hesaba katmak lazım.
-Bana bak, kalk gel oralarda kalma. Bak virüs filan kaparsın almam seni eve.
-çok geç.
-neden?
-yahu benim şu anda korona olmadığımı nerden biliyorsun? Belki de çoktan kaptım. Semptomlar hemen çıkmıyor ki.
-Ya valla bak, daha dolanma ortalıkta ya gir, ya çık.
-Eyvallah; bi Engin Abiye uğrayacağım oradan geçerim size.
-iyi.
-Döner alıyim mi gelirken?
-Hayırrrr!!!.
-iyi be ne kızıyosun?

Sonunda canım Turkiyem için de itiraf zamanı gelmiş; masa toplanmış, Korona vakalarının açıklanmasına karar verilmişti. Kamuya bilgi vermek şarttı, ancak bu bilgi nasıl verilecek ne kadarı verilecekti? mültecisiyle, evsiziyle, işçisiyle, işsiziyle nüfusu 80 milyonu geçmiş bir ülkeye salgın tehlikesi haberi nasıl verilecekti? Vuhan unutulmuş; artık odak Italya’daydı. Italya ve İran çığrından  çıkmıştı. Ölü sayısı Italya'da günde beşyüze, iran'da ikiyüze dayanmıştı.
Dünya sağlık örgütü 'transparency' diyordu.
Hadi ordan. sensin transparan!

Haber bültenleri tekrar seyredilmeye başlanmıştı.
ilk günler şöyleydi kamu bilgilendirme işi hatırlayalım;

Üzülerek bildiriyoruz Türkiye’de ilk korona vakasının yerini,  konumunu, yaşını, önceki sağlık durumunu bildiremiyoruz. Yanlış anlamayın güvenlik açısından hep. Ancak ellerinizi yıkayın. yalnız öyle eskiden yıkadığınız gibi şıpınişi değil,  'doktor el yıkaması' diye birşey var, açın bakın internetten; Mehmet Öz Amerikan komikçisi programında gösteriyor, iyice öğrenin öyle yıkayın. Tamam tamam, su kesilmeyecek! valla bak, borcu olanın da suyu kesilmeyecek! Güzelce yıkanın. Virus 80 derce alkolde ölüyor kesin bilgi, yani evet!  kolonya büyük nimet,  bol bol sürün aman içmeyin. Bak içenleriniz olmuş, öyle birşey yok! aman ha! Bir iki ay dayanalım, yazın geçecek zaten; acık oturalım kıçımızın üstüne. Anne babamıza yaklaşmayalım, telefonla internetle iletişelim,  Ha bi de, bizim bu betimiz benzimiz atmış halimize bakıp da panik yapmayalım. Başı ağrıyan acile koşmasın. Bir iki güne korona hattı açıcaz zaten bi bekleyin.  Psikolojik olarak da çökmeyelim. O da virüs kadar fena çünkü.

Bence çok başarılıydı.
Halkımız bunu bu şekilde okuyup, kendi çıkarımlarını yapmadan, her kafadan fazla ahkam kesmeden denileni yaparsa herşey kontrol altında, super bi şekilde atlatırdık bu melaneti. Ama işte;
'There is something funny about the human condition, and civilized intelligence can be a joke of its own ideas.’

Panik bir anda alev aldı. İlk vaka, bizim komşu/ arkadaşın babası/ zonguldaktaymiş/Konya’da Konya’da/ hayır olm istanbulda! filan gibi yurdun pek çok yerinden değişik ilk vaka haberleri geldikçe; vaka sayısı toplamı  problemi kesin olarak çözülemese de; işlem sonucunun 1 olmadıgı anlaşılıyordu.
Artık izole ama hepimiz bağlıydık. Özellikle haber bültenlerine ve ardandan doktor-yorumcu; uzman yorumcu’lu korona özel sessionlarına.

bir kaç gün boyle telefon elde; kulak televizyon’da yaşadık.

Benim favorim Mehmet Ceyhan’dı. taaki şey diyene kadar...(neyse boşverin orasını)
Evet Mehmet Ceyhan’ın söylediklerini ciddiye alıyordum. Çünkü sakin sakin başlıyor ama sonra sinirleniyordu, yayını terk ediyordu. O bi tane kıvırcık var, her akşam onu haşlıyordu.
Özellikle işte Türk genine daha az bulaşıyor filan gibi geyikli doktorlara çıkışması hoşuma gidiyordu. Bir keresinde ağlatacaktı beni hatta. O şuursuzlardan biri şöyle bir yorum yaptı canlı yayında, 80 milyonun önünde utanmadan:
‘Yani biz panikliyoruz korkuyoruz da şu da bir gerçek, virüsun öldürme oranı %5 in altında aslında’ gibi bişey diyecek oldu.
Mehmet Ceyhan’ın yorumu şöyleydi.
'sizin anneniz babanız hayatta mı?  çünkü anneniz babanız öldüğünde ölüm oranı %100’dür.’

işte o an fena oldum.
Kalkıp mutfağa gittim, annemi aradım. Babam açtı.

- naber?
- iyidir yavru kuş senden naber, nasıl gidiyo Istanbul?
- yavru kuş mu? pişmiş tavuk diycen artık, bahtsız bedevi de olur?
gülüyor. Gel kızın arıyor diye sesleniyor anneme.
Anneme tutuşturuyor telefonu, programa geri döne derdinde bir an önce belliki. Tüm Türkiye gibi o da kilitlenmiş televizyona.
annemin ilk sorusu:
- naptin, ne zaman donuyorsun hollanda’ya?
- valla ne bileyim, biletim pazara da, şimdi baktım Tilburg’da durum kötü görünüyor. sadece bugün 87 yeni vaka diye açıklamış sağlık bakanlığı, 10 kişi ölmüş. Hergün double yapıyor rakamlar.
-yaa vah vah.
-hiç dönesim yok şimdi. Bi Maria’yi arayıp, yoklama çekicem ona göre bi aksiyon almam lazım.
-buraya gel, azıcık tatil olur.
- anne sen kaç yaşında olduğunu düşünüyorsun? bangır bangır bağırıyorlar 65 üstü risk grubu, ananıza babanıza yaklaşmayın diye... sen hangi alemde yaşıyorsun acaba? Bi de ben, okadar yurtdışından geldim; daha kendim covit miyim değil miyim belli değil.
- Yahu o öyle 14 gün dediklerine bakma 4-5 günde belirtiler çıkıyormuş. 14 gün max. güvenli olsun diye.
- e belki ben hafif atlattım;  zaten geldiğimin üçüncü günü epey başım ağrıyordu boğazım da kaşınıyordu
- çok içmişindir de ondandır.
- hey allam güldürme beni.
- fazla evham iyi değil, sen beni dinle atla gel, madem dönmüyorsun Hollanda’ya,  biraz tatil yaparsın burda iyi gelir. Ben seni karantinaya alırım burda. O kanalları da fazla seyretmeyin, her kafadan bi ses çıkıyor.
- Siz niye seyrediyorsunuz?
-kim seyrediyor?
- e babam koştura koştura gitti sana tutuşturdu telefonu.
-Yok be, O film seyrediyor. Gelmişiz 70 yaşına, nasıl öleceğimizi tartışan adamları mı seyredicez? Insanı evhamdan, bunalımdan öldürür bunlar. sende!

annemin bakış açısı boyleydi.
Kafam karışmıştı haliyle. Bu kadın hayatım boyunca kafamı karıştırmaktan başka birşey yapmadı zaten. O kadar kendi fikrine güvenli, kendi dik kafalılığında tutarlı ve kararlıydı ki... söylediği herşey make sense’di.

Maria’yı aradım. O gün itibariyle Hollanda’da günler açısından açık ve seçik olma yolunda önemli adımlar atılmıştı. Rivm diye bir web linkine tıklayıp, o gün kaç kişiye test yapılmış, bu testlerden kaç kişinin testi pozitif çıkmış, bu pozitif çıkanlar demografik olarak Hollanda’da nasıl bir yayılım göstermiş; bu pozitif çıkanlardan kaç tanesi sağlık çalışanıymış, kaç kişi hastaneye yatırılmış bu hastaneye yatırılanların kaçı yoğun bakım ünitesine alınmış, kaç kişi vefat etmiş ve bu vefat edenlerin en genci kaç, en yaşlısı kaç yaşındaymış? Bir de yoğun bakıma alınan ve vefat edenlerin yüzde kaçının ciddi sağlık sorunları varmış öğrenebiliyordunuz.
Dahası,
Bu web linkindeki aktüel bilgi her gün saat 14:00 (yani Türkiye saatiyle 16:00, o tarihte) itibariyle yenileniyordu, Hollandaca ve ingilizce olarak.

Buna rağmen hala bir bakıma belirsizliğini koruyan detaylar yok değildi. Maria ısrarla gelme diyordu.
- Kapatmayacaklar işyerlerini bunlar. Herd immunity, en kötü intelligent lock down filan gibi birşeyler mırıldanıyorlar. Valla bunların niyeti kötü.
- İznim pazara kadar.
- mazeret bildirirsin. Ben de öyle yapıcam bir kaç hafta gitmeyi düşünmüyorum, evden takılıcam.
- Düşünüyorum da, işler daha kötüye gider de kapatırlarsa, kalırım burda; gerçi iyi mi olur kötü mü olur diye de kafam karışıyor. Başvurum var biliyorsun.
- Sürekli oturum izni için mi?
-Aynen, Haziranda başvurucam kısmetse.
-vay be becerdin bu işi desene. Seviniyorum senin için.
-Valla hiç emin değilim şu an becerdiğimden.
-Evet zamanlama çok kötü hakkaten. görüyor musun Santiago ne işler açtı basımıza?
-Ne dedin?
-Santiago diyorum.
-Nolmuş ona?
-E Hollanda’ya virüsü getiren O ya?
-Nası ya?
-Valla biz şirketçe ilk vakanın Santiago olduğuna inanıyoruz.
-Şu an şaka yapıyorsun değil mi?
- Hayır.
- Yav açıklanmadı mı?adam 59 yaşındaymış.
- O değilse de babası diye düşünüyoruz.
- Hayır niye böyle bir şey düşünüyoruz?
- Çünkü Santiago ortada yok.
-Nasıl ya?
- Valla Santiago kayıp.
-E ben gördüm onu.
-Nerde, nezaman?
-Buraya gelmeden önce. Bizim sokağın orada. Sapasağlam yürüyordu.
-Emin misin?
-Eminim tabi, Santiago’yu başka biriyle karıştırman mümkün mü?
-Doğru. Bak bu çok ilginç, çünkü karnavaldan beri onu son gören sensin öyleyse. Telefonu filan kapalı hep.
- E gitmedi mi kimse evine?
- Ben gitmedim, ama muhakkak ulaşmaya çalışan olmuştur. Şu an kimse kimseye gitmiyor zaten.
-vay canına. çok merak ettim şimdi. Gelişmelerden haberdar et ve kendine dikkat et bak.
- Sen de, ve gelme!



Telefonu kapattıktan sonra Hollanda’ya dönmeden bir kaç gün de olsa Annemlerin yanına Bodrum’a gitmeye karar verdim. Olric’in de dediği gibi en kötü yakarım dönüşü diye düşündüm.
Gökçe bu kararı son derece riskli ve aptalca bulsa da iknada başarılı olamadı. Biletimi almıştım yatmadan önce.



Devamı gelecek! :)

31 Mayıs 2020 Pazar

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #8

'Mısra 509: Gene böyle yaldızlı ve...

Tarih bir tahriften ibarettir. tarih geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil.’'

ve bir de ne demişti şair
''tabir edilesi değil
tamir edilesi rüyalarım var.''

Haftasonu rüya gibi geçmiş; arkadaşlarla hasret giderilmiş, sivas maçı berabere bitmiş, epey bi sigara ve alkol tüketilmişti. Yeni hafta baslamış, gece yürüyüşünden mütevellit gözaltındaki kadınlar -32 tanesi birden- sabahın ilk ışıklarıyla serbest bırakılmış, herkes işine gücüne dağılmıştı. Ben de telekom, banka şubesi, noter, vergi dairesi filan gibi sevimsiz işleri biran önce bitirip azıcık keyfini çıkartmak istiyordum şehrin. Ama nereye gitsem turist muamelesi çekiyordu istanbul bana. Özellikle Gayrettepe telekom maceram fiyaskoydu. Bildiğim yollar bildiğim yerlere çıkmıyor, binaların giriş kapıları açılmıyor, metroya binicem, akbilim bile yükleme yapmıyordu. 'Vay anasına, varsan baksan iki yıl uğramadık!  Dünyanın hiç bir yerinde bu kadar yabancı hissetmedim' diye düşündüm. O beylik cümle var ya; 'İçine etmişler şehrin!’;  hah işte, sağa sola bakıp içimden sürekli bu cümleyi tekrarlıyordum. Ama sonra birşey oluyordu mesela;  metro’da bi genç, akbilimin çalışmadığını görüp ’ben basarım siz geçin‘, diyor; bankta oturan amca, 'girişi arkaya aldılar kızım, soldan dönüver' diye işaret ediyor, bi köpek miskin ve ’başımı okşasana acık’ bakışlarıyla bacağıma sürtünüyor, bi kedi miyavlıyor, aygazvari salak bi korna sesi duyuluyor ve bütün bunlar beni gevşetmeye yetiyordu.

Ilk günler akşamları epeydir yüz yüze görüşmediğim insanlarla buluşup, musaitlik durumuna göre yemek yiyor; kahve veya bi kadeh bişey içiyor; sosyal bağlantıları taze tutma girişimleri gibi tutunma refleksleri veriyordum. Her reunion beklediğim tadı vermiyordu yalnız. Muhabbetin bir yerinde bir mekandan söz açılıyordu mesela; ‘aaa orası kapandı tatlım; o binanın altına bilmem ne açıldı.’ 'Kemaller mi, hiç görüşemiyorum, galiba onlar da Izmir’e taşınacaklardı filan gibi cümleler geldikçe ve ben kafayı buldukça daha moody bir hüzün çöküyordu içime. Ayrıca insanlarla iletişim halinde olmakla, fiziki dünyada sosyalleşmek arasında büyük fark vardı. Iki yıldan uzun bir süredir görmediğim dostlardan biriyle otururken ayıldım ki, ben artık bu şehirde yaşamıyordum ve her ne kadar hayatındaki değişikliklerden haberdar olsam da, aslında bu değişikliklerin onu ne kadar değiştirdiğinin farkında değildim.
Nereye dönecektim ben? Ne sanıyordum? yarın da bugün gibi mi olur sanıyordum o gün?

Kafamda Keane çalıyordu. tatlı tatlı sokuyordu lafı.
you say you wonder your own land, but when I think about it, I don’t see how you can

Önce Olric yapıyor sandım. Oysa o pek dayanıklı değildi içmeye; birinci kadehte sızar kalırdı cenin vaziyette bi köşede.

susmuyordu Keane.
you’re aching,
you’re breaking
and I can see the pain in your eyes,

says everybody’s changing and I don’t know why.’
Mırıldanıyor musun sen? dedi Ebru.
Bazen dedim.
Bi kadeh daha söyleyelim mi? diye sordu. Hayır dedim, artık kalkayım, bu aksam Gokce’deyim geç olmadan evin yolunu bulayım, malum beyaz yaka onlar, yarın işe gidecekler, efendi gibi kapıyı çalarak gireyim eve.
Peki dedi. Çok özlemiştim seni. Neyse yakında döneceksin, araya kapatırız.
kafenin önünde öpüşerek ayrıldık. O caddeye doğru yürüdü ben asmalı’dan aşağıya... Bulvara inip cihangire gitmek için bi taksiye binecektim. Akşam kızıllığı içime işledi. Sanki burnumdan girdi boğazımdan geçti, midemi yaktı resmen. Yürüsem mi dedim biraz. Perapalasın oraya çıktım. Pera müzesinin önünden Galatasaraya yürürüm diye düşünüyordum. Tuyapın orası tuhaf bi otopark-tostçu filan gibi bişey olmuş. ’Kime peşkeş çekmişler acaba burayı, manzarası da on numaradır buranın’ diye düşündüm. Ama o kadar itici ki, insanın içinden oturup bi çay bile içmek gelmiyor yani. Yanında da o çirkinler abidesi trt binası. Güzelim Londra otelinin tam karşısında aynalı bir saçmalık. Aynalı bina nedir kardeşim orada? Ve bu devlet televizyonunun binası yani. Herşeyi dönüştürdünüz de, bi buna mı yok bütçe? Hayret. Ben Londra otelinin yerinde olsam, ön ayak olur, bi kampanya başlatırım şu trt binasını yenileme için para topluyoruz Allah rızası için desen...etraftaki esnaftan ; müşteriden filan... diye icimde söylenirken;
Kafamı kaldırdım.
Londra oteline şöyle bir baktım.
Balkonlu odalarına.
Öyle esti ve kendimi resepsiyonun önünde buldum. Balkonlu odalardan müsait olan var mı diye sordum.
3. kat balkonlu oda müsait dedi resepsiyonist arkadaş.
Kimliğimi ve kredi kartımı uzattım.
Ödemeyi çıkarken alırız, kimlik yeterli dedi.
- Papağan duruyor mu?
- Tabiki. Duvarın arkasında.
- eskiden barın yanında durmuyor muydu?
- ara ara yerini değiştirmemizi istiyor.
-Keyfi yerinde mi?
-yerinde yerinde.
-Konuşuyor mu?
-Canı isterse.
-yabani yine yani.
-yaşlı da.
-Bi türk kahvesi alabilir miyim odaya?
-Tabi siz çıkın ben göndertiyorum.


Odaya çıktım. Dökülüyordu, ama temizdi. Tam beklediğim gibiydi.  Bakımsız mobilyaları ve old fashioned dekorasyonu yıllardır aynı. Bu otelde sadece yataklar yenilenir. Istanbul’da değişmeyen çok az mekandan biridir Londra Oteli. Yıllardır aynı aile tarafından işletilir, odalar makul fiyatlıdır, temizdir ama sadece ihtiyaç halinde masraf yapılır. Ve otel çalışanları süper insanlardır. Güvenlidir. Bundan yıllar önce perada bi kulüpte anahtarımı kaybedip sabaha karşı sokakta kalınca keşfetmiştik burayı. Şans işte.
Biliyordum zaman durmuştu Londra Otelinde. Sanki bir isyandı. Biliyordum değişmediğini. Ve ben doğru yerdeydim. Hay impulsiveliğimi seveyim. Gökçe’ye gelmeyeceğimi haber verdim beklemesinler diye. Sonra da balkonda kahvemi içtim bir güzel, halis uzerinden güneşi batırdım ve balata karşı fotoğraf çektim. Çok huzurluydum.










"I get these moments when I have to lie down because everything feels sort of too much and I look up and see the blue, or the grey, or the black and I feel myself melting into it. And, for like a split second, I feel free. And happy. Innocent. Like a dog, or an alien, or a baby."





DEVAMI VAR HALIYLE....

30 Mayıs 2020 Cumartesi

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 7


Pazar günü Istanbul’a uyandım. Hava güzeldi. Çok güzeldi. Acıkmıştım. Bizimkiler sağolsunlar oldukça organik bir kahvaltı hazırlamışlardı simit çay detaylı. Ama ben pide, lahmacun, börek filan yemek istiyordum sabah sabah. Yiyeceğimden de değil belki; masada olsaydı...  Simit, çay, beyaz peynir, organik zeytin; çeşitli otlar; özlediğim şeyler bunlar değildi. Tilburg’da kralını buluyordum bunların. Evet, simit de dahil.
Bişey demedim. Çıkıntılık yapmak, mide bulandırmak, heves kaçırmak istemedim.

 Ne demiş Dostoyevski?

Bana kalırsa insanın en iyi tanımlanması şöyle olmalı: İki ayaklı nankör bir yaratık. Hepsi bu kadarla kalsa gene iyi. Çünkü böylece en büyük kusuru unutulmuş olurdu. İnsanın en büyük kusuru, Nuh tufanından başlayıp Schlezwig-Holstein dönemine değin süren, alnının kara yazgısı olan erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve buna bağlı olarak ölçüsüzlük. Ölçüsüzlüğün erdemsizlikten ileri geldiği çoktandır bilinen bir gerçektir.

Erdemsiz damgası yememeli insan bi lahmacun uğruna.

Çayımı tazelemeye kalktığımda Merve’ye mesaj geldi. Telefondan başını kaldırınca sordu:

- Akşam gece yürüyüşü var gelicen mi?
- O ne be?
- kadınlar günü şeysi.
- Kadınlar günü mü?  sahi, 8 mart değil mi bugün? zaman, mekan, durum... hepsi karışık bende şimdi daha bi kendime gelemedim. Gece yürüyüşü de yeni moda mı?
- Feminist gece yürüyüşü. Bu sene bi başka coşkulu. Kadın cinayetlerine protesto filan.
- Yürütmezler yav olay çıkar.
- Çıkar, çıkıyo tabi, olay çıkmadan olmaz zaten.
- Akşam maç var ben maça davetliyim,  sen yürü.
- yook, pazartesi iş var yürüyemem ben de.
- e sen yürüme, ben yürüme; kim yürüyecek?
- yürürler onlar dert etme sen. hahaha!
- Hem kadınım, hem emekçiyim ben. simdi de tatildeyim. Bi çay da bana doldur ayaktayken.

Sonra bi kuş geldi balkon demirine tünedi.



'sohbet muhabbet bi yere kadar, bi çıksana balkona' der gibi baktı.

Balkona çıktım. Denize baktım. sol köşeden,  kıvrılan akyolun üstünden boğaz görünüyordu, bir iki gemi vardı hatta. Tam karşımda ise set set binalar; kimisinin yüzleri soyulmuş, iyice eskimiş; kimisi yenilenmiş. Tuhaf bi texture. Başkurtla pürtelaşı ayırt etmeye çalıştım. On küsur sene önce Başkurtta oturduğum evi aradım bitişiknizam balkonların içinde. Biri önde biri arkada iki odası vardı.  Üçlü kanepem sığmadığı  için balkona koymuştuk. freelance çeviri yaparak haftasonuna partileyecek parayı kazanmaya çalıştığım gamsız hayatımın o doneminin pazar günleri geldi aklıma ve o kanepe balkondaki... bütün gün sigara sarıp kuşları seyrettiğim üstünde. Gökçe’ye sordum.
- Başkurttaki evimi hatırlıyor musun?
- evet tabi.
- şu yıkık binanın iki çaprazındaki mi sence?
- bakayım... hımmm.... yook bence buradan görünmüyor. o gösterdiğin çok yukarda; sıraselvilerin ucu ora.
- hadi ya?
- evet gözün yanılıyor. Bak şu binayı görüyor musun?  o Purtelaş'ta işte.
- aa evet sokağın kıvrıldığı yer. buradan görünmüyor haklısın. Ahmet’in bakkal da görünmüyor.
-yok görünmez.


Çok sağlıklı ve huzurlu hissettim bir an. Ve keyifli ve enerjik. Kendimi sokaklara vurmak, yürümek, bir iki mekana uğramak istiyordum. Ama bir tutukluk vardı bizim kızlarda, bi uyumsuzluk vardı aramızda sanki. Sıla hasretinin verdiği eforiye yordum. Onlardaki pazar mahmurluğuyla çarpışıyordu. Kimsenin benimle sokak arşınlayası yoktu haliyle.

Kahvaltıdan sonra bi bahaneyle kapının önüne çıkıp kedi sevdim; peynir filan verdim. Biraz yürüdüm, sonra biraz daha... Baktım kazancı, sonra Ülker sokağın başına gelmişim. Oldu olacak bi meydana çıkayım dedim, çıkamadım.
Meydan yoktu.
Panikledim.
Etap’a döndüm.
Etap’tan hesap sorasım geldi. ‘Sen buna nasıl izin verdin’ der gibi baktım binanın yüzüne. Sonra Garanti şubesine baktım aynı ifadeyle. Tekrar meydana döndüm. öfkemi kusacak yer arıyordum; kızacak biri, bişey. Kendime kızacak halim yoktu ya.  Ne eksik, tek tek ayırdına varmaya çalıştım. Boğazım yanıyordu. Gözlerimde daha önce hissetmediğim bir ağrı hissettim. Harbiye tarafına gözüm takıldı. Mete caddesi bi garip görünüyordu. Hayır hayır Mete caddesi ayan beyan görünüyordu. Durduğum yerden Mete caddesini görmek saçma birşeydi. Arkamı döndüm.Gezi pastanesi köşede duruyordu da yanında bir inşaat vardı. anlam veremediğim bir boşluk... Tekrar otele ve bankaya döndüm. Yıkılın karşımdan diyecek oldum.
Meydan yoktu. yok olmuştu. Yanımdan geçen insanlara Taksim meydanı nerede diye sorasım geldi? Burası! diyeceklerdi.
Olric ‘lütfen efendimiz, yapmayın.’ dedi. 'Nefes alın.’
Nefessiz kalmıştım.

- Peki ya hava kararınca ne olacak?

eller yukarı 

gece soğuktan diken diken ürpermiş bir meydan saati gördüm:bir,diyordu. tramvay rayları bilenmiş,gizli yağmurların hınzırlığından,kaldırımlar incecik ıslanmıştı. nikotin ve alkol sonra kolkola girdiler,hayalet taksilerin sabaha doğru aktığı köşebaşından,büyük parmakkapı sokağına devrildiler. bayrakları yırtılmış bir geceydi bu:her pasajında hain namluları saklanmış,her telefon zilinde ölüm haberleri parlayan;yıldızları dönük,yenik bir gece. arka beyoğlunda,allah bilir,her on dakikada bir kadın yırtılıyordu. birazdan orman bıyıklı çöpçüler,sokak aralarından,siklamen rujlu dudaklar,balgam tabiatında gözler,kesik memeler süpüreceklerdi. halbuki ömer haybo,iç cebinde,neuilly(seine) damgalı mektuplar;birbiir ardınca bitmez tükenmez cıgaralara biniyor,gecenin sabaha bulaştığı yerde asıl kaybettiğini,yani kendisini arıyordu:çirkin,tutkulara tutkun ve en önemlsi ulaşılmaz hergele! aslında ömer haybo kim? doğudan bakarsan yaşaması en yüksek S. saatinde bozulmış yarı gavur bir batılı;batıdan bakarsan hiçbir vakit gerçek kimiliğini "ibraz edememiş"uyurgezer bir doğulu! bütün bunların dışında cinnet çarşısının dişlileri arasında,(kim ne derse desin),ölümle alışverişi olan,yarı insan yarı alkol bir hayal!böyle böyle çarşımızın gerçeğine ulaşıyoruz:bir saatinden tut bir başka saaatine git,işte bu beyoğlunda ölünmekle çürünmek arası bir kirlilik yaşanıyor; tek tek,boyanmış dudak,kırık diş,traşlı ense ve bozuk böbrek olarak!
ama dur,önce beyoğlu kim? benim,yani beyoğluyum. piçim,bir rivayete göre bir bizans tekfurunun piçiyim,bir başkasına göre soho'nun ve st-germaindes-pres'nin. tünelin oralarda galip dede caddesinden başlıyorum; bar bar,otel otel,meyhane meyhane,bir alkol yalnızlık ve nikotin ağacı gibi açılıp,taksim meydanında bitmiyorum. nasıl bitebilirim? 



Devam edecek...

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 6


Mart haftasonu gelmişti. Temizliğe giriştim. Bir hafta sonra yola çıkacağım için evi temiz bırakmak gerekirdi. Tertemiz, bal dök yala olmalıydı. Babamdan kalma alışkanlık işte. Yok yok bu cümlede bir kelime hatası yok. Titiz olan babamdı bizde; annem aldırmazdı. Misafir geleceği zaman misal; ikimizi de hizaya çeken, yatak çarşaf nizamını, pasta börek ikram programını planlayan babamdı hep. Tatile gidileceği zaman da, tatil öncesi temizlik icadını çıkartan babamdır. Bi babam, bi Iskender zaten. Neymiş efendim? Tatil dönüşü yoldan gelmiş insan rehavetiyle, tertemiz evine girip, kahveni yapıp; bir hafta, 10 gün, 15 gün veya bir ay, her ne kadar zaman geçmişse o kadar zamandır uzak kaldığın televizyonunun başına geçip kanal değiştirecekmişsin gönlünce köpüğünü höpürdeterekten... Sen yokken neler olmuş bir bir havadisleri alıp normal hayata adapte olmaya çalışacakmışsın tertemiz.
yani eskiden öyleydi, televizyon seyredilirdi. Haber bültenleri filan...

Herneyse ben temizliğe giriştim. 'Cleaning' adını verdiğim bir playlistim var; temizlik yaparken hep o playlisti açarım. Yarısı bakkal.  Yani elektrik süpürgesi açıkken 'ayyy hangi parçayı kaçırdım acep son 10 dakika’da demeyeceğim bir playlist. Basement Jax’den 'take me back to your house' ile başlayıp, 'I belong to me so don't call me baby' ile biten bir playlist.

Öyle bir temizlik yapasım varmış ki, akşama kadar mıyıl mıyıl, süpürdüm süpürdüm sildim, arada kahve yaptım, kahve bitti ben silmeye devam ettim. Lambaların üstlerinden dolap içlerine kadar bütün tozları aldım. Kıyafetler bitti, kitapları yerleştirdim. bulaşık bitti tabak çanakları yerleştirdim, arada bir bardak kırdım. 'oohhh nazar çıktı' dedim; kırıkları süpürdüm. En sonunda her yerin bal dök yala vaziyette olduğuna kanaat getirince de yukardan ortanca bavulu indirdim. Bi iki parça birşey koyarak siftah yaptım. Sonra daha erken olduğunu düşünerek öylece bıraktım odanın ortasında ağzı açık vaziyette.

Yolculuğa ve Istanbul’a odaklanmıştım. Tilburg’da neler oluyor;  ofistekiler ne yaptı, Santiago ortaya  çıktı mı;  hiç aklıma bile takılmıyordu. Switch location, switch language, switch mode şeklinde kendimi yolculuk moduna sokmuştum. O hafta ofise gitmem de gerekmemişti. evden fazladan bir iki iş bitirmiş zaman kazanmıştım. Bunun da moda girmemde etkisi oldu tabi. Yola çıkmadan iki gün önce trenle Amsterdam’a gidip siparişleri aldım. Hollanda’da herşey sıradan görünüyordu. Trenler yoğun, sessiz kompartman herzamanki gibi sessiz ve dingin; tren camları kirli, düzlüklerde yayılan anguslar tembel, bilet kontrol memurları işgüzar, yel değirmenleri fırıl fırıl vs vs.

Amsterdam'dan dönerken akşam oluyordu; Trenden inince bisiklet parkına yöneldim; giderken kilitlediğim bisikletimi yüzlerce bisikletin arasından bulup çözdüm. Hava hafif kararmaya başlamıştı. Market kapanmadan gidip birşeyler alayım dedim. Marketin önüne geldiğimde sokağın karşısında Santigo’yu gördüm. Yine bir ayağını yere sürterek, elinde eskimiş bir market poşeti ile başı önde, pek etrafına bakmadan yürüyordu. Beni görmedi haliyle, bağırsam da duyacak gibi görünmüyordu. ayrıca ne diye bağıracaktım canım arkasından?
işte besbelli korona morona değildi, sapa sağlam alışverişini yapmış evine gidiyordu.  Markete girerken 'millet ne yaygaracı' dedim kendi kendime; Olric olsaydı yanımda, ona derdim de yoktu. Evde kalmayı tercih etmişti,  kusura bakmayayım da alışveriş yaparken çok çekilmez oluyormuşum.

Haklıdır belki de; alışveriş yapmayı seven biri olduğum söylenemez. Alışveriş  merkezleri ve marketlerden hiç hoşlanmadığım için, hayret verici derece planlı ve hızlı bir şekilde alacağımı alıp çıkarım. Markete girdiğim anda tek bir hedefim vardır. Kasaya ulaşma hız rekorumu kırmak. Bana alışverişte geçirilen zaman her zaman hayatımdan çalınmış zaman gibi gelmiştir. Tüm o cezbedici ambalajlar ve bütün reyonlardan sarayla geçip her bir ürünü görmeni sağlayan sıkıcı market düzeni seni ihtiyacın olmayan şeyleri almaya zorlayan hani. Asıl ihtiyacın olan şeyi almayı unuttuğunu fark edersin eve geldiğinde. Hem de hemen hemen her seferinde.
Tuz.
Tuz asla göz önünde değildir markette.
En anlamsız reyonun en alt rafında durur. Neden?
Çünkü tuzu almak zorundasın.
İllaki arayıp bulacaksın ve o lanet tuzu sepetine koyacaksın. Market sana tuz satmak zorunda hissetmez kendini.

Eve geldiğimde tuzu almayı unutmuştum. Tuzu almayı unuttuğum son üçüncü alışverişimdi ve gerçekten bu durum canımı sıkmıştı. Yaşama karşı konsantrasyonum duşüyordu. 'Kafamda bi tuhaflık’ denilen durum nüksediyordu. Kafamı sürekli kendi aleminde düşünürken bulmaya başlamıştım. İncir çekirdeğini doldurmayan şeyler.
Mesela incir çekirdeğini neyle doldurursun gibi...

O akşamdı galiba: Hollanda sağlık bakanı açıklama yaptı. Corona vakamız 56 yaşında bir erkek ve ailesi ile birlikte Elizabeth hastanemizde karantinadalar. Durumları iyi; henüz endişelenecek birşey yok minvalinde bir açıklamaydı. Ben de endişelenmiyordum zaten.
Neden endişelenmiyordum?
 'Huyunuz öyle efendimiz’ dedi Olric.
- herkes endişelenmeye başladığında gevşiyorsunuz siz.
- saçmalık!
- muhakkak efendimiz.

 O hafta sadece pazartesi ve salı ofise uğradım. Italya’da durum sarpa sarıyordu. Hafta sonu gelmeden sokağa çıkma yasağı ilan edilecekti. Hollanda’da hala tek vaka bizim zavallı Tilburg kasabamızdaki 56 yaşındaki adam ve ailesiydi. Fakat bu adamcağızın karnavala katıldığı  bilgisi haber bültenleri sayesinde yayıldıkça, insanlarda hafif bir gerginlik baş göstermişti. Yola çıkacağımı bilenler Turkiye’deki durumu merak ediyorlardı. 'Henüz hiç yok!’ dediğimde yüzlerinde ister istemez bir şaşkınlık peydah oluyordu. 80 milyon ülkede bir vaka bile yok öyle mi? üstelik komşunuz Iran’da da vaka sayları Italya’ya yaklaşmaya başlamışken' diyorlardı. 'Valla da öyle’ diyordum. 'Şu anda en güvenli yer Türkiye.’

İşin aslını sorarsanız; öyle şişmiştim ki Tilburg’dan, Istanbul burnumda tütüyordu ve açıkçası gündem umrumda değildi. Uçak, havaalanı... Yolculuk riski... En ufak bir kaygı duymuyordum.  Oysa zamanlamamın muhteşem olduğunu çok yakında anlayacaktm.

Galiba hayatımda ilk defa Istanbul’dan bu kadar uzak kalmıştım. Ama bu tek taraflı bir soğukluk değildi. Istanbul da kendini uzaklaştırmak için elinden geleni ardına koymamıştı. Özellikle son zamanlarda sürekli istenmediğimi hissettiriyordu. Dışarıya ittikçe itiyordu. En son Rumeli Fenerine kadar itmişti. Ben de gurur yapmıştım işte. Domuz inadı vardır bende. Son bir iki senedir Istanbul'u hep teğet geçiyordum. Uçakta bile koridor bileti alıp alçalırken kafamı çeviriyor; gözgöze gelmemeye çalışıyordum. Hasretimden çatlayana kadar...

Sonunda çatladım tabi.

Peki ya Istanbul? Biraz olsun özlemiş midir beni Olric?
-This is a rhethorical question!
-Ingilizce konuşma benimle Olric.
-pardon efendimiz; bence insan doğup büyüdüğü şehre bu kadar tavır yapmamalı.
- Olric, İnsan nedir daha önce anlatılmıştı sana, hatırla! hani, ağaçları kesen ve sonra onları....
- 'kağıt yapan' efendimiz. Sonrası da var söyleyeyim mi?
-Yok orada kalalım. getir bi kağıt liste yapalım.

Istanbula gidince yapılacaklar listesi.
1. Kiracıyla Telekoma gidilecek devir işlemi için.
2. Eniştem ameliyat olacaktı Acıbadem hastanesinde ziyaret edilecek.
3. Sarıyer'deki banka şubesine uğrayıp dilekçe verilecek. Gitmişken bi levrek yeriz artık .
4. Apartman yöneticisine toplantı kararları için vekaletname bırakılacak.
5. Çamlıca tepesine çıkılacak.
6. vapura binilecek.
7. Kitapçıya gidilecek.
8. İstanbul modern'e gidilecek.
9. Geri kalan günlerde cihangirde bir teras bulup, dönüş zamanı gelene kadar denize karşı güneşlenilecek.

-Maçı unuttunuz efendimiz.
-ben unutsam da unutturmaz bizimkiler merak etme.

7 Mart

Cumartesi Uçağım rahat bi saatte olduğu için oldukça paniksiz bir sabahtı.
Evden çıkmadan son yediğim park cezasını bile ödemeye zaman bulabilmiştim.

Schipol’e gitmek için trene bindim. Kompartmanda koltukların hemen hemen hepsi doluydu. Rotterdam’dan sonra tren sadece havalanı yolcusuyla dolmuştu. Bavullar filan.
Her milletten insan vardı. Çinli ve Italyan ve ispanyol ve Belcikalı ve Alman... Hepimiz bi yere gidiyorduk işte. Kompartmandaki son boş kalan iki kişilik koltuğu kaptım ama hemen arkamdan bi
kadın gelip oturunca yanıma, bavulumu ilerdeki tekerlekli sandalye, bisiklet ve bavullar için ayrılmış kısma koymak zorunda kaldım. bir iki istasyon sonra yeni binen bir yolcu kendi bavulunu yerleştirmek icin benim bavulumu tutup biraz öteye koydu. Aldırmadım. Yine de gözucuyla  bakıyordum. Hollanda’da bisiklet hırsızlığından sonra en yaygın suç, trende bavul hırsızlığı çünkü. Bavulsuz istanbula inmek çok büyük hayal kırıklığı olurdu. özellikle dört gözle; tatlı sürprizlerle muhteşem dönüşümü bekleyenler için.

Schipol’e her zamanki gibi vaktinden önce varmıştım. pasaporttan geçmeden biraz kafeteryada oyalandım. Yüzlerce insanın yiyecek içeceklerini taşıdığı hemen hemen hiç temizlenmeyen o tepsilerden biriyle kendime uygun bir masa aradım kafeteryada. Buldum da; iki ufaklık koştırmacalı bir oyun oynuyorlardı. Çocuklardan biri dizlerinin üstüne kapaklandı ve ağlamaya başladı. Annesi geldi yerden kaldırdı onu. Bir süre masalarına dönüp birşeyler yiyerek oyalandılar ama fazla sürmedi bu sakinlikleri. annelerinin baska birseyle ilgilendiği an, yeniden koşturmacalı oyuna geri döndüler. Etraftaki diğer insanları da izliyordum ama iki ufaklık sürekli dikkatimi dağıtıyordu. Kitap okurken odaklanmaya izin vermeyen sinek gibiydiler. Hem hareketli hem sesli, ama sevimliydiler. Onlara dalmışım; vaktin geldini farkedince kapıya doğru ilerledim.
Istanbul uçağı yolcusunun neredeyse tamamı Türktü. Belki bir iki aktarmalı yabancı yolcu vardı o kadar. Kabin bagajı yine her zamanki gibi problem oldu. Kimisi kendi başüstünde, bavuluna yer bulamayınca vızıldandı filan. Ben rahattım. sadece kabanımı katlayıp yerleştirdim ve milletin debelenmesini seyrettim. Herkes birbirinin bavulunu, eşyasını, torbasını elledi durdu. Sonra uçak havalandı. Turk Hava Yolları yemekleri ve içkileri dağıttı. Herkes bi kendine geldi filan.
Size bir şey itiraf edeyim mi? Thy menülerini seviyorum ve başarılı buluyorum. Bence iddialılar. THY mutfağıyla yarışan az havayolu bulursunuz. Bazıları ’kaldırılsın, bilet fiyatından düşürülsün’ diyor da; ne bileyim, ben seviyorum işte. özellikle turistlerle uçarken yanımdakinin yediği tavuk soteden etkilenip 'mmm nice wow' filan gibi sesler çıkarması hoşuma gidiyor.
-salataya dokunmuyorsunuz ama hiç efendimiz?
-salatalığın kabuğunu soymuyorlar Olric, gıcık oluyorum.
-bir dilim kabuğu soyulmamış salatalık için bütün salatayı çöpe gönderiyorsunuz.
-bana ebeveynlik taslama Olric. işine bak sen.

Yemekler yendikten ve boşlar toplandıktan sonra farklı birşey oldu. Cabin crew şefi tüm yolculara form dağıttı. Corona bilgi iletişim formu. Hepimizden yurt dışındaki ikamet adreslerimiz ve iletişim bilgilerimiz toplandı bu formla. Formun arkasında bir takım direktifler vardı;  vardığınız yerde ateşinizi ölçün, öksürük ateş vs gibi hastalık belirtileri gösterirseniz kendinizi karantinaya alın, durumunuzu takip edin filan gibi. Kimsenin iplediğini sanmıyorum. Yanımdaki adam mesela doğru düzgün doldurmadı bile formu, öyle söyleyeyim. Ne de olsa biz Türktük, korona bize bulaşmazdı.
Yarım saate kaptan piste yumuşak iniş yapacak ve biz korona-free Hollanda yolcuları seksen iki milyonun arasına dağılacaktık.


şimdi düşünüyorum da;
dünya ne kalabalıktı o gün. Metrekareye ne çok insan düşüyordu. Trenler, uçaklar, sıralar, banklar, kontuarlar, otobüsler, taksiler...

- Taksi bayan?
- sigara içebiliyor muyuz???/

Devam edecek!










22 Nisan 2020 Çarşamba

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 5



ve beklediğim telefon çalıyordu. Hemen açtım.
uğultulu ve cızırtılı bir iki saniye... yarı kısık, karga gibi bir ses.

oooooooooooo
hişşşşş
biiir
ikiii
üç
(ve koro)
laylaylaylaylaylaylaylaylay
ooooocimbombom
laylaylaylaylaylaylaylaylay
ooooocimbombom

En az beş altı kişi varlardı. Kudurmuşlardı. Gözlerim doldu haliyle.

- olm niye görüntülü aramıyosunuz?
- şeklimiz bozuk.
- çok mu sevindiniiiiz?
- bildiğin gibi diiiil. Gördün mü Melo'nun videoyu.
- gördüm gördüm, tam da tercüman olmuş hislere namussuz. iyi bari hayırlı olsun.
- hepbirimize  hepbirimize.

arkadan hala gürültüleri geliyordu.

- kim kimsiniz?
- herkes burda; adrenalin rush!
-maaşallah maaşallah; en kötü günümüz böyle olsun.
- Aminnnn! aldın mı izni geliyor musun?
- geliyorum geliyorum. 7 mart.
- bende mi kalcan Merve’de mi? senin ev kirada, degil mi hala?
- kirada kirada. Sende veya Merve’de kalırım.
- iyi iyi. kızım italya’ya sıçramış diyorlar Corona, oralarda durum nasıl?
- e orda çok Çinli nüfus var. Tekstil işçisi çok. Burda bişey yok.
- valla dikkat et, Çin’de durum çok vahim yav.
- Tilburg’da olmaz korona morona. Ne alaka?
- iyi bari... Tamam.  Geleceğin zaman haber ver. Öpüyorum aslan kardeşim.
- Ben de, ben de! Ha Gokçee,  herkes oradayken hazır, sor bakalım birşey isteyen var mı?
-Tamam ben sorayım siparişleri yazarım sana.
- ok.

Süper Aslan kardeşlerim, tarihi gecede, 20 yıl sonra gelen derbi galibiyetini tabiki bensiz kutlamayacaklardı. Uzaktan da olsa bi tribün keyfi yaşatmışlardı bana. Pek keyifliydim o gece. Epey bi yorum dinledim canlı tv yayınlarına bağlanarak. sanki istanbul’da evimde dijitürkümün karşısında zaplıyormuşum gibi. O gün günlerden Galatasaraydı.

birkaç gün içinde italya’da vaka sayıları 3 günde tuhaf ve beklenmedik bir hızla artmıştı. Tedirginlik yükseliyordu herkeste. İş yerinde de yavaş yavaş mevzu olmuştu ama hala ana gündem Karnaval’dı.

Karnaval

Beşinci karnavalım. öyle sıkıcı ki. üçüncüden sonra şişmiştim zaten. Her sene aynı şey, kıç kadar kasabada aynı tipler, kostüm mağazalarından alınmış aynı hazır kostümler; yaratıcı hiç birşey yok. Aynı bandolar. aynı aptal müzik, devasa kartonlardan yapılmış dev kuklalar, yine Tramp kuklası en önde; bu yıl Greta da var galiba... Bol schrobeller, parası yetmeyene bol bira. birinci yıl , ikinci yıl enteresan geliyor da...

Neyi kutluyorlar? baharın gelişini mi?
yooo. daha çoook var. En az bir ay daha dinmez bu yağmur. Ama anlatıyorum size insan şişiyor burda kışın. Şubatta zirve yapıyor depresyon. Bişey lazım.

aslında bunlar hep Katolik kilisesinin işleri. Bu karnaval eskiden 'ash wednesday’ dedikleri paskalya öncesi 6 haftalık oruç arifesinde, tüm sosyal normların bir kenara bırakılıp kudurulduğu bir geleneğe dayanıyor. Bizimki gibi değil; sadece et yemiyorlarmış; bir iki bişey daha vardı da karışık çok ilgilenmedim. Zaten günümüzde böyle bir oruç tutan yok pek. O eskidenmiş. Oruç bitmiş karnaval baki kalmış. Sabahlara kadar için kuduruyorlar saçma sapan.

Bi de nasıl yağmur yağıyor. Hayatta çıkmam sokağa ben bu yağmurda dedim Maria’ya. İyi dedi ben çocuklarla buluşucam istersen gel. Gelmem dedim. Gitmedim de.
Karnavaldan sonraki hafta ofis çalkalanıyordu.
iki önemli mevzu vardı.
Biri: Lemy karnaval haftasonunda kız arkadaşını terk etmiş; ofisten Janneke ile sevgili olmuştu.
ikincisi: Hollanda’daki ilk corona virüs vakası Tilburg’da tespit edilmişti ve Santiago ortada yoktu. en son karnavalda görülmüştü.

aradınız mı?  dedim.
telefonu kapalı. Öksürüp duruyordu bütün parade süresince; sonra da büyük partiye katıldık. Herkes kendini kaybetti zaten. Kim nereye savruldu belli değil. O gün bugün yok ortada.
- canım hastalık izni almıştır,  sordunuz mu müdürlere?
- yok aramamış; onlar da ulasamamışlar.
- Tuhafff
- bak ne diycem bu o lombardiaya gittiydi ya?
- eee
- Korona vakası Santiago olmasın. vakanın yakın zamanda italya’da tatile gittiği yazıyordu gazetede.
- E hani gittiğine inanmıyordunuz? evde yatıyordur diyordunuz.
- Vallahi de tesadüfün bu kadarı fazla.
- yav yok! o telefonunu kaybetmiştir, çıkar gelir yarın. Italya’dan doneli on gün oldu, hasta filan degildi, ayrıca çok merak ediyorsanız akşam bi uğrayın kapıdan.
- ben uğrayamam, müdürler gitsin baksın. dedi Casper.

Janneke ve Lemy’nin sevgililik ifşa çikolatalarını yiyorduk bir yandan da.
O da neyin nesi diyeceksiniz.
Çok garip huyları var. Ofiste ilişki yaşamak yasak değil ama gizli yaşamak yasak. Onun için biriyle sevgili olacaksanız tüm departmanı doyuracak kadar çikolata (şeker filan bütçene göre artık) alıp geliyorsun ve sevgililik durumunu ifşa ediyorsun. Seni kutluyorlar vs.vs Doğum gününde; çocuğunun sünnetinde filan da aynı şekil. oyun parkı gibi bir yer; millet nelerle uğraşıyor bunlar ne kafalardalar. Çok gereksiz işler ya neyse...

Santigo için gerçekten endişelenmemiştim. Çok saçma olurdu öyle bisey. Nietzche ne demiş? "Birey herzaman sürü tarafından yutulmamak için mücadele etmelidir.”
Günümüz insanının veri işleyişi tıpkı bir bilgisayar yazılımı gibi sağduyu ve açıklanamayan altıncı histen yoksundu. ya sıfır ya bir.

Santiago’yla ilgili tüm belirsizlikler bir bakıma açık ve de seçik, coronaya işaret ediyordu.
ama...

“Cennet muhallebiden duvarlar demek değildir sayın yetkili cennet insanların birbirlerini dinlemeleri demektir birbirlerine aldırmaları birbirlerinin farkında olmaları demektir” 

ve fakat; 











Devam edecek...
tabiki.


 






21 Nisan 2020 Salı

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 4

tıpkı Kurt Vonnegut’un dediği gibi, 'and so it goes...'

En nihayetinde dünya acayip bir yerdi. Kimseye çaktırmadan dönüyordu bir kere.   
zaman desen, eni konu uyutuyordu insanı.
hepi topu 150, 200 saat. 1 hafta, 10 gün.
Gündem değişiyordu. Kasırga geçmiş ama havadaki kasvet geçecek gibi görünmüyordu. İznimi henüz onaylatmamış olsam da, biletimi almış olmanın verdiği 'belirlilik’ duygusu hafif enerjimi yükseltmişti sanki.

o gün

Napacak bu adam, gönderecek mi hakkaten bütün mültecileri şimdi? diye sordu  Maria. 'Yok be yav’ dedim. Hepsi nereye sığar? 'Bi hesapları vardır onların; danışıklı döğüştür yine'. 
'Valla danışıklı mı bilmem de, Yunan basını panik vaziyette' dedi. 'Ada halkı sokaklara dökülmüş.’
- Ne diyorlar?
- Millet canının derdinde, ekonomik kriz bir yandan, para yok, herkes patlayacak yer arıyor. Çocuk  kadın dinlemiyorlar, itip kakıyorlarmış. Yunan polisi de çanak tutuyormuş.
- yaa, ne acı değil mi? hatırlasana daha dün ada halkı kucak açmıştı, Yunan askeri sarıp sarmalıyordu çocuklara oyuncak çikolata veriyordu. ne oldu da bütün o şefkat hınca bıraktı yerini?

Eva kafasını elindeki telefonun ekranından kaldırdı, lafa girdi. 'Anlaşmaya göre yakaladıklarını geri gönderebilirlermiş ama Turkiye’ye, öyle okudum ben.’

Maria ‘ Nasıl bir dünya kardeşim bu? biri diyor ki hımmmm kafamı bozmayın hepsini gönderirim; öbürü diyor ki; banane anlaşmamız var; ben de yakalar geri gönderirim. İnnnnsan  kardeşim bunlar insan, bu nasıl iş? böyle bir 'yanlış kullanım’ ı hak ediyorlar mı? diyerek isyan etti.  

Maria’nın zaman zaman kabaran devrimci damarını bilmeyen yok. Heyecanlandığında ve sinirlendiğinde tatlı bir aksanla garip garip kelimeleri cümle içinde kullanışına bayılıyorum. Bu seferki çok düşündürücü. Yani o an, genel geyik içinde geldi geçti ama sonradan düşündürttü beni. 'missusage of the refugees’ nereden buldu bu kelimeyi de söyleyiverdi bir çırpıda?
aslında çok manidar bir ifade. Tam olarak çevirisi yapılamıyor sanki. Yanlış kullanımdan çok hor kullanım desek daha yaklaşıyor sanki anlamına. Gerçi yanlış, hor önemli değil, vurgu kullanımda.

‘Mülteci mevzuu bizde hassas mevzu!’ dedim. 'Muhalefet bile ağzını açıp bişey söyleyemiyor bu konu hakkında. Burda maaşallah herkes herşeyi konuşuyor. Biz bişey diyemeyiz kardeşim; biz bilmeyiz, başımız bilir; O ne derse o.'  

Ama durum ortada diyor Maria; sen desen de demesen de,  insanlar memleketlerindeki savaştan ölümden kaçmaya, aileleriyle güvende hissedecekleri, insanca yasayacakları bir yere gitmeye çalışıyorlar. Burası belliki Türkiye  değil veya Yunanistan da değil. Dolayısıyla  bir takım başka insanlar bu insanları yaşamak istemedikleri bir yerde tutması için, bir başka insana para veriyor. Sonra O insan, bambaşka bir insan tarafindan başka bir şeyle taciz ediliyor diye bu insanları bir takım başka insanların yaşadığı ve aslında tam olarak bu insanların gitmek istediği yer olan yere göndermekle tehdit ediyor. Bir takım başka insanlar da daha önceden yaptıklarını düşündükleri anlaşmaya dayanarak soz konusu insanları -ki bu insanlar savaş travmasıyla ordan oraya savrulmaktalar 8 yıldır- yaşamak istemedikleri yere tekrar göndermeye kalkıyorlar. Ama kimse yahu bu anlaşmayı kime sordunuz da yaptınız? yapmaya hakkınız var mıydı demiyor.

İşte diyorum gördün mü bak daha anlatırken bukkadar laf ettin; yine de bişey anlaşılmadı, dolayısıyla bakmak lazım, kimin neye hakkı var; uluslararası anlaşmaların içerikleri bizi aşar. İşçisin sen işçi kal, sigaranı iç kahveni iç, henüz kafana bomba yağmıyor diye mutlu ol biraz.

Maria’nin hararetinden kafeteryanın camı buhar olmuştu, Eva keyif kaçıran bu muhabbetle hepi topu 15 dak olan kahve molasını heder etmek istemediği için yavaştan tırtıl tırtıl uzaklaştı.
Casper gelmişti masanın ucunda dikildi, oturmadı. 

Karnaval zamanı ofise gelecek olan var mı aranızda dedi?
Maria 'biz çalışmıyoruz’ diye cevap verdi beni de dahil ederek. 'Parade’e gitçez.'
‘Ben izin istedim zaten’ diye kendi adıma konuştum.
 Hafta’ya mı?  derken epey şaşırmış görünüyordu Casper, süper saçma birşey yaptığımı anlatır bir ifadeyle. 
-Unut onu, ekipte çok eksik var. Onaylamazlar. 
haftaya değil, Martın ikinci haftasına istedim. 
-Karnaval haftaya...  Gerçi martın ikinci haftası da zor bence. 
-felaket tellallığı yapma;  kimmiş eksik hem? 
-Claudia’nın kardeşi evleniyormuş Hırvatistan’a gitti, sonra Santiago... 
-Bu mudur? 
-e zaten kaç kişiyiz?
- Valla idare edeceksiniz bi hafta.  Su kaynattım ben, hem Santiago döner karnavala.
- hehe evet kesin karnavalda çıkar ortaya...zaten gittiğinden de şüpheliyim; evde yatıyo da olabilir.

Maria, sana dişçi yazıyorum dedi hemen Casper uzaklaşınca. 'Dişçiye gitmem gerek' dersin. süper mazeret. 
- Geçen yıl müdürlerden biri Turkiye'ye sırf implant yaptırmak için gitmişti. Orada hem daha ucuz hem daha iyi diyorlar bakım. öyle mi hakkaten? öyledir tabi, Yunanistan bile burdan iyi fiyat performansta. 
'ne münasebet yav!' diye parladım.
-tatile çıkmak benim yasal hakkım, istediğim zaman çıkarım burası Hollanda arkadaş yalandan mazerete ihtiyacım yok; öyle olacaksa Türkiye’de kalırdım suyu mu çıkmıştı memleketin?
-öyle diyorsan...

öyle diyordum. kafamı bozmasınlardı basardım istifayi şubat ortasında, ya da alırdım 3 ay mazeret izni kalırlardı dımdızlak. Sağım solum belli olmazdı benim. Bu Hollandalılar beni daha bilmiyorlardı. Beni ve sağnak gibi gelen bulantılarımı.

Belki bir gün, tam şu anı, trene binme zamanının gelmesini iki büklüm beklediğim şu kasvetli anı düşününce yüreğimin hızla çarptığını duyacak ve ' Her şey o gün, o anda başlamıştı.' diyeceğim. Ve kendimi (geçmişte, yalnızca geçmişte) kabul etmek elimden gelecek belki.

Maria’nin telefonu çaldı; henüz kahve molasının bitimine beş altı dakika vardı. Telefona baktı kimin aradığını görmek için. Yüzünde yaramaz bir gülümseme belirdi, belliki yakın biri arıyordu; pavel, abisi veya annesi. Espirili bir tonda açacaktı muhtemelen; öyle ‘alo’demişti. Ama on saniye içinde yüzündeki tebessüm donmuş; yanakları düşmüş, gözleri dolmuş, ağzından tek kelime çıkmamıştı. Dinliyordu. Telefonun ucundaki kim se; hiç güzel şeyler söylemiyordu belliki. Bir terslik olduğunu anlayıp, su getirmeye gittim. Suyu getirene kadar ağzından tek kelime çıkmamıştı, gözlerini dolduran yaşlar yanaklarından sessizce süzülmeye başlamıştı.  Bir süre sonra peki deyip telefonu kapattı. Suyu uzattım. içti. Bekliyordum, söylesin diye. Nefes aldı, verdi. Ifadesini normale döndürdü. ‘Anneannem’ dedi. Bu sabah evinde yerde bulmuşlar. Holde, kapıya yakın... Tamamlayamadı cümlesini.
'Hayallah!' diyebildim. Çok üzüldüm.
Ağlamıyordu.
hatta sakindi.
'Yaşlıydı epey, bir iki haftadır da hastaydı iyileşemedi demekki. Asıl Annem fenadır şimdi. saatine baktı, telaşlandı hafiften "Aramam lazım, beni idare etsene. Biraz geç döneyim ofise ben' dediğinde üzüntüsünü annesi icin duyduğu endişeyle bastırdığını fark ettim. Kriz ananda soğuk kanlıydı o da benim gibi. Başkalarını düşünmeye fırsat bulabiliyordu.

'Olur tabi’ dedim. 'Birşeye ihtiyacın var mı, iyi misin? kalabilirim istersen.'
'Yok yok gelirim ben de içeri, beni annemle konuşmak geriyor sadece’ dedi.

Ofise doğru yürürken tuhaf hissediyordum.  Herşeyi konuşuyorduk Maria’yla. savaştan, hastalıktan, beğenmediğimiz yönetim şekillerinden, açlıktan, yoksulluktan, mültecilerden, ( çok bilirmişiz gibi) müzikten, filmden, diziden...ahkam kesmediğimiz birşey yoktu.  Hemen hemen herşeyi konuşuyorduk. Ölümden hiç konuşmamıştık. Benim için kolay konuşulacak bir mevzu değildir hiç bir zaman ölüm.

Ölüm üzerine ahkam kesmekten korkarım. Rahatsız eder beni bu, tüylerimi ürpertir. Ölüm mevzubahisse empati kuramam karşımdakiyle. Ne hissediyor bilemem, tahmin yürütemem ve kaçarım. Bu hep böyle olmustur. Bu güne kadar pek çok arkadaşım kırılmıştır bana, yakınlarının cenazelerine katılmadığım için, geç başsağlığı dilediğim veya dilemediğim için. Bilmezler, anlamazlar kendimle ilgili çözemediğim bir durum olduğunu bunun. Bazı insanlar için çok sıradandır ölümden bahsetmek. Bazıları aslını astarını iyice öğrenmek ister. ‘AAA vah vah vah başınız sağolsun hay allah  nasıl olmuş, kaç yaşındaydı, genç miydi? yalnız mı yaşıyordu? Ne zaman haber aldınız? cenazesi ne zaman kalkacak?.... Ben donar kalırım, boğazımda boğulurum, susarım, pısarım.

İşte Maria’yla dostluğumuzda bu aşamaya gelmiştik. Şimdi benim bu ilkel yönümle karşılaşacaktı. Onunla bir kaç dakika içinde yeniden bir araya geldigimizde ne konuşacaktım, nasıl davranmalıydım asla bilmiyordum, hiç bilmiyordum. İçim sıkılıyordu. Ve beynim boştu.  Ölüm kalım üzerine düşünmeye başladım. Kendimi alamıyordum ama zorlanıyordum. Üstelik aile fertlerinden birini kaybetmek başka birşeydi. En son kiminle konuşmuştum hatırlamaya çalıştım. Hatırlar hatırlamaz da canım daha da sıkıldı, kendime utandım.  Barthes’in kitabı geldi aklıma. Onun o  kitabı, aldığım günden beri kitaplığımda durur. İlk cümlesini bile okumadım. Okumadığım tek kitabıdır. Yas Günlüğü. Annesinin ölümünden sonra ölümle ve yasla ilgili yazdığı...abartıyorum diye düşünüyorsunuz belki de ama söylüyorum. Bu benim fobim; yas tutan insanla yalnız kalma korkusu.  Kitap diyorum kitap. yani düşünün, o kadar...

öğle arasına kadar görmedim onu.

öğle arasında kafeterya’ya gittiğimde arkadaki masa’da oturuyordu; Nispeten küçük olan, gençlerin muhabbetinden başımız şiştiğinde veya daha özel şeyler konuşacağımız zaman tercih ettiğimiz 4 kişilik masaya geçmişti. Yanına gitmem icab ediyordu tabi. Bense kafeteryanın girişinde duruyordum. Hala nasıl davranmak lazım onu düşünüyordum. Ne söylesem iğreti duracaktı, çünkü fazla gerilmiş bu yüzden de fazla hazırlık yapmıştım. Hiç doğal bir halim yoktu. Hiç birşey doğal degildi , anneannesini tanımıyordum ki. Maria’yi tanıyor muydum sanki? Iki sene önce Maria diye biri yoktu hayatımda... Zaten iki sene önce onunla ilk karşılaştığımızda bilseydim bugün anneannesini kaybedeceğini, onunla bu kadar yakınlaşmazdım. Düşüncelerimi kontrol edemiyordum bu saçmalıkta ve bu hızla akyorlardı. Ben orada dikilirken Maria beni fark etti ve el etti. ‘Buradayım’ diye kendini gösterdi. Yavaşça  masaya doğru yürümeye başladım.  Masanın üzerinde bir sürü boş yiyecek ambalajı vardı. iki kola kutusu, kenarına ketçap mayonez bulaşmış pizza tabağı vs.
'Kim bırakmış bu boşları?' dedim.
İlk cümlemin bu olmasına kendim de şaşırmıştım.
‘Ben' dedi Maria 'bir saattir yemek yiyorum iştahımı tutamıyorum.’

- Sen mi yedin bunları?
- valla ben yedim.
- abartmışsın
- valla abarttım.
- iyi misin?
- iyiyim iyi.

hakikaten normal görünüyordu. İyiydi. ‘iyi’ dedim ben de bişeyler alayım.
'Hamburger al hamburger!’ diye bağırdı arkamdan. Bana da al.
'Tovbe estafurullah!’ diyesim geldi.

Hamburger hakikaten fena görünmüyordu. Hommade hamburger... içinde karamelize soğan bile vardı. yanında patates kızartması... Hayret nereden esmiş bu öğlen bu menü? diye düşündüm. Ben de uydum şeytana. Bi de kola çektim yanına.

Oturduk bi güzel yedik hamburgerleri. Kafeterya yemeklerinden bahsettik; hamburger menüsünün arada sırada insana iyi geldiğinden, bu Hollandalıların sandviçten başka birşeyden anlamadıklarından, normal kola ile zero kola arasında saglıksızlık açısından hiç bir fark olmadığından , yani o kötü tada deymeyeceğinden filan bahsettik.
Genel geyiğimiz kaldığımız yerden devam ediyordu aynen.
birden durdu.

'Çok cadı biriydi. gerçekten öyleydi, öyle tatlı ninelerden biri değildi, baya baya cadıydı' dedi.
hazırlıksız yakalanmıştım. Tam gevşediğim bir anda gelmişti.
’aynı senin gibi, sen de öylesin’ deyiverdim. Ağzımdan bu cümle çıkmıştı.
bastı kahkahayı çok hoşuna gitmişti.
"çok doğru” dedi.  "Ona çekmişim ben. Annem mülayimdir, sessizdir. En son ziyarete gittiğimde bütün evini temizletmişti bana. üstelik annemin gönderdiği temizlikçi bir gün önce gittiği halde. 'Maria şu mutfak tezgahını bi siliver'le başlayıp balkonu yıkamayla son bulan ziyaretim onu memnun etmiş miydi acaba? Temizlikten pek memnun kalmadığını biliyorum. Gerçi hiçbirşeyden memnun olmazdı o. Mutlu biri değildi. Ama umrunda da değildi.

- Kaç yaşındaydı? dedim.
- 89.
- vay canına.
- degil mi? 89 yıl piyuuuvvv.
- annen?
- o da 71.
- vay be çok erken doğurmuş.
- sen ne diyorsun annem küçüğü; daha teyzem ve dayım var.
-ovvv.  Hayattalar mı?
- evet evet; hepsi orada. Dayım bi ara Atina’ya taşınmıştı da boşanınca geri döndü adaya. Birbirlerinden ayrılmazlar. Gang. komik tipler, hepsi sap.
- gidecek misin cenazeye?
- yok, yetişemem zaten. Akşam abime gidicez Pavel'la görüntülü konuşucaz aile eşrafıyla.  Seninkiler sağ mı?
- büyük anne büyük babalar mı?
- hıı..
- yok hepsi ölü.
-ok.

İşte böyle gelişmişti diyalog. Son derece normal ve medeni bir konuşma olmuştu. Nasıl da güzel idare etmiştim. Ama Maria’nın da hakkını yememek lazım. Ne kolay bir arkadaştı. Onunla herşey su gibi akıyordu. "Iki sene önce onunla ilk karşılaştığımızda iyi ki, 'bu insanın bir gün bir yakını ölür ben  iyisi mi hiç yakınlaşmayım' demeyip samimi bir muhabbet kurmuşum" dedim içimden kendime kıs kıs gülerek.

Ölüm diyorduk değil mi? Ne yazık ki daha yeni başlamıştı; bu konu bizi epey bir süre meşgul edecekti.



“Kentte steril hayatlar yaşayanlar için ölümün keşfedilmesi ancak zorla olur. Doğal değildir, bu yüzden bir tür şok etkisi yaratır. Kötü bir talihtir ölüm.”

Devam edecek...

3 Nisan 2020 Cuma

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #3


İnsan en çok kendiyle ilgilenir; ama bu ilgi bir yönteme dayanmaz ve kendini tanıma sorunu bilimsel bir yolla çözülemezse sonsuz bunalımlar karanlığına düşer birey. Değerini tam bilmeyen kişi, gereksiz yakınmalarla gün geçtikçe daha da bozulur ve çürüyüp gider. Kişisel değeri büyütmek de küçültmek de aynı derecede zararlıdır. Yola çıkmadan önce altından kalkamayacakları bir yükün altına girenler daha işin başında ezilip kaybolurlar; gerçek değerinin çok azını ortaya koyanlar da kısa zamanda tembelleşip bir işe yaramazlar. *

Kesinlikle bir yöntemim var. Zati kendimle ilgilenme yöntemim bu benim: 'çile çekmemecilik' diye düşünüyordum. 
Olric olsaydı...Yoktu henüz.

Buda’nın neferleriyiz; çile bülbülüm çile. Bi yogaya mı dursam?
Shakespeare’nin bir oyunu vardı;  All’s well that ends well. Çok güzel çevirmişler; ‘ yeter ki sonu iyi bitsin’... ayrıca sonsuz bunalımlar karanlığında filan değildim sadece d vitamini eksikliği... Annem WhatsApp call’dan denizi gösteriyor işe yarayacağını düşünerek...     
   



"Bütün değerlerimizi önce yok sayarak işe başlamalıyız. Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelikler olabileceğini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız.” *

not: kendimi okuduğum romanlardan tanıyorum; okuduğumu anlayabildiğim kadar anlıyorum. Hep göreceli, hep durumsal. Okuduğu romanlardan beni tanıyabilen biri beri geleydi, fikir teatisi olurdu.

- anne ben dönücem. 
- nereye?
- oraya.
bir nefeslik ara veriyor, o esnada belki bir açıklama getiririm diye bekliyor sanki. mecalim yok. anlıyor bi tuhaflık olduğunu.
- ne zaman?
- şimdi.
- nasıl?
- arabayla.
- ne diyosun be?
- ne bileyim? tek kelimelik sorularına tek kelimelik yanıtlar veriyorum. 
- hey allam, tövbe estafurullah! Nooluyo? 
sonunda 'neler oluyor?' sorusunu sormak aklına geldi. 
- noolsun iç güveysinden bi tık kötü. Fenalardayım, daralıyorum. Çok sıkılıyorum. Galiba tesisat sorunum da var. Salonun tavanında, üst kattaki duşun altına denk gelen yerde bir lekelenme var, kesin su kaçağı... Hem geçenlerde de sigorta attıydı hani telefon etmiştim ya babama...
- eee?
-anne bunlar nasıl anne tepkileri yeaaa?
- ne dediğini bi anlasam bi tepki vericem de; şu an ambale vaziyette dinliyorum. Neydi o Gunay Usta var diyordun çağır onu baksın. 
-Anne adam marangoz, ne anlar tesisattan? 
-Alevi diyordun anlayan birini tanıyordur. 
-Alevi olmasıyla nasıl bir alaka kurdun şu an?
- e sen demedin mi geçen çağırdığında  gelememiş Nazım Hikmet günü yapıyorlarmış derneklerinde, hatta seni de davet etmiş. 
-eee?
-sen anlamıyorsun. Aleviler sosyaldir; birbirlerini tutarlar. Hele gurbette daha bi başka. 
-Aleviliğe mi geçeyim , ben de mi Alevi olayım diyorsun? anlamadım.
Gülüyor.
-Eşek sıpası sen benimle dalga mı geçiyorsun? 

Anlıyorum tabi anlamasana.. ne düşünerek genellemeler yaptığını, algısının yönünü, nereden geldiğini; taaa nerelere gidebileceğini...bu yargı onda neden var? anı mı bellek mi? yargılarımız kendi istatistiklerimize dayanıyor. Tuhaf. 
- anne burda hiç güneş çıkmıyor yaa....Günlerdir  renksiz ışıksız, bazen sulu zırtlak, yetti canıma.  Ben dayanamayacağım. Döneyim artık diyorum.
- iyi döön....     ne zaman?
şimdi.
- hah başladık yine, hey allam!!! 
-ama sen de tekrara düşüyorsun napiyim?
- E hani dünya üzerinde insanca yaşanacak tek kıta avrupaydı?

bi es veriyor. sigara içiyor olsa bir nefes çekti diyeceğim. 


- Iyi dön ama... ondan sonra trafikte adam önüme kırdı, emniyet şeridini işgal ediyorlar,  yok çöpçü çöpü alırken konteynırın etrafındaki çöpleri yerde bıraktı, komşunun yeni mutfak inşaatı  pazar saat sekizde başladı diye oraya buraya saldırma.

- yok valla yeminle komşunun külüne molozuna ; matkabına muhtacım. O derece. 
- taze bitti canım hepsi kentsel dönüşüme gitti komşuların. Molozları duruyor tabi lazımsa.
-şakacı anne.
- dayan azcık daha aaaa..99. merdivenden inilmez. Bahar geliyor bir iki hafta izin alır gelirsin. Mayısta gel dut yersin. bir hafta geçmeden de ben döneyim dersin. 
annlamıyorsunuz, hiç anlamıyorsunuz. 
- al bak sana azıcık denizi göstereyim.
kamerayı dışa döndürüyor. Artık resmen uzvu gibi olmuş o telefonun bazı özelliklerine nasıl bu kadar hakim olduğuna, onları bu kadar çevik ve efektif kullanışına hayret ediyorum   bazen.  Annem yarı-sayborg gibi bişey.  İşte deniz görünüyor oralarda bir yerlerde, bahçesindeki badem ağacının dallarının ucundan.
- anne nispet mi yapıyorsun? çok bunalıyorum diyorum.
- arabayla gelme, uçakla gel. Tamam mı?
...

I really do!


Kişinin esasen eyleme geçmesi, esasen trompetlerin üflenmesine bağlı değildir. 
Anımsanan şey uzaklara atılabilir, ama tıpkı Thor’un savaş çekici gibi geri döner, hatta bununla da kalmaz bir güvercin gibi anımsanmayı arzular. Evet bir güvercin gibi, her ne kadar satılsa da, kimselere ait olamaz bir güvercin, çünkü o her zaman yuvaya geri uçar.
hafıza ise doğru hatırlamayla yanlış hatırlama arasında mütemadiyen silinir. Örneğin sıla özlemi dediğimiz şey nedir? Anımsanan bir şeyin yad edilmesidir. Sıla özlemi kişinin yokluğundan kaynaklanır. **

Issızlık durgunluk kadar sarhoş edici başka birşey var mıdır? son okuduğum cümleyi zihnimde gezdirerek kitabı kapattım. Gökyüzüne baktım. ağacın dallarındaki siyah kuşlara baktım.  Cümle zihnimin odacıklarından bir başka kapıyı açtı. Edgar Allen Poe’nun kuyu ve sarkacını bilir misiniz? Şu defterde olacak alıntıladığım cümlesi... Olric getiriver bi zahmet; Alexa, sende ışıkları aç be gülüm karanlık oldu.

the blackness of darkness supervened; all sensations appeared swallowed up in a mad rushing descent as of the soul into Hades. Then silence , and stillness, and night were the universe.
Olric çeviriverdi bir çırpıda. 

'karanlığın siyahı sarıvermişti aniden; ruhun Hades’e inişi gibi, haletiruhiye çılgınca bir hızla yutuluyordu. Sonra sessizlik, ve dinginlik, ve gece kainat oluyordu.'  

-bi müzik bişey aç Olric!
- Alexa diyecektiniz efendimiz.
- hay ben sizin hiyerarşinize...

Aaa ne güzel Kaan Boşnak parçası. 




- 7 mart gidiş 15 mart dönüş, nasıl?

- bomba!
-dönüşü açık mı alsaydım Olric?
- en kötü yakarsınız efendimiz.

DEVAM EDECEK...


* Oğuz Atay - Tutunamayanlar
** Soren Kierkegaard - Hakikat Şaraptadır.