21 Ağustos 2020 Cuma

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 11


I will tell you what war is. War is a psychosis caused by an inability to see relationships. Our relationship with our fellowmen. Our relationship with our economic and historical situation. And above all our relationship to nothingness, to death.” 
The Magus - John Fowles


Çan sesiyle gözümü açtım. saati anlamak için her bir vuruşu saydım. 9. da kesildi.
öyleyse saat en az 11 olmalıydı. Allam ben yine Tilburg’daydım. 
Hay kaderime bir demet fesleğen Alexa. 
mavi ışık yanıp yanıp söndü. 
Alexa’ya ; ALEXA WOULD YOU MAKE ME A TOAST  deyince cevabı şöyle oluyor ALRIGHT I DID, YOU ARE A TOAST NOW!
Hayatım kelime oyunları zaten. Bi de sen oynama Alexa.
Camdan dışarı baktım. Hayret güneş pırıl pırıl parlıyordu. Ağaçlar iyiden iyiye yeşermiş, orda burda o yabani eflatun çiçeklerden çıkmıştı. Adını bilmediğim, Turkiye’de de görmediğim bu yabani eflatunlar burada baharın habercisi. İlk onlar pırtlıyor topraktan. 
kuş sesli, güneşli bir gün; oh ne güzel. 
Yani Tilburg, 'güneş de açtırdık daha ne istiyorsun' der gibi bir karşılama hazırlamıştı bana. Ne istiycem, bravo hep böyle ol. - de korona’yı napcaz? 
Hakkaten benim durumum ne olacaktı? 
14 gün karantina’da kalmam gerek miyor muydu? Hayır havalanandan öyle elimizi kolumuzu sallaya sallaya çıktık. Kimse bi kaydımızı kuydumuzu da almadı.
Bu nasıl medeniyet yahu?
Mailimi açtım.
Hollanda’ya iner inmez belki merak etmişlerdir diye ‘Finally I’m back safe and sound’ konulu mailime departman şefinden cevap gelmişti. 
'Great news see you on Monday :)’ 

'WHAT THE FUCK?'

Bunlar hangi dünya’da yaşıyordu?
ya da ben de miydi sorun? Yoksa sonunda gerçekten 'herşey bir rüyaydı’ mertebesine erişmeyi becermiş miydim? 'Evde Kal’ a noolmustu?
Hemen Sağlık Bakanlığının web sitesine girdim. Yoo kesinlikle haklıydım.Protokol açıktı. Yakın zamanda Uluslararası uçuş yapmış kişilerin iki hafta karantinada kalmaları; ateş, öksürük, bas ağrısı ve nezle gibi semptomlar gösterirlerse, ateş 39’a çıkana kadar evde dinlenmeleri ve 39’u geçerse corona hattını arayıp ambulans istemeleri tavsiye edildiği güzel güzel yazılmıştı. 
Başım çatlıyordu ve biraz da nezleydim. Bu durumda kimse beni evden dışarı çıkartamazdı.
RIVM sayfasına girdim. voow 637 yeni vaka 30 ölüm. haritaya gore vakaların üçte ikisi burda Tilburg’un en kırmızı olduğu Noord Brabant’da. Hangi akla hizmet bunlar bana pazartesi görüşürüz diyorlar diye düşündüm.
Maria’yi aradım.
....
- Stijn bana pazartesi görüşürüz diye yazmış, kafayı mı yedi bunlar?
-  sorma gözu döndü bizim şirketin. krizi fırsata çevirecekmişiz. 'Kapatmıyoruz, tedbirimizi alıyoruz, koronaya yenilmiyoruz' filan gibi manyakça mailler gönderiyor büyük patron, gelmedi mi sana .  
- geldi de, kaale almadım haliylen. ben daha çok sağlık bakanlığının sayfasını dikkate alıyorum. 30 ölüm diyor dün için. 
- Aynen öyle ama her salı o 'twede kamer' dedikleri amcalar toplanıyor; hah tamam bu gün bi lock down kararı gelir en azından Kuzey Brabant’a diyoruz intelligent’dan öteye gidemiyoruz. Tuhaf bi şekilde hergün 600 vaka normalmiş, olağanüstü bi durum yokmuş gibi davranıyorlar.
- Eh o zaman Sağlık Bakanı ne diye iki seksen uzandı yere geçen akşam?
- Ufff gördün di mi? Pavel’la seyrederken acayip panik olduk. Adam resmen yere yığıldı. Öldü sandık. Aşırı yüklenmedenmiş.
- Istifası kabul edildi mi?
- İstifa mı etmiş?
-Evet evet hemen ardından istifa etti. Ama sonrasını takip edemedim.
-Ben de bilmiyorum sen daha iyi takip etmişsin.
- Iyi valla bu Hollanda; sağlık bakanıyım, ama stres oldum ben istifa edeyim. Biz de olsa bizim Reis onu ne yapar biliyon mu?
- kıs kıs kıs (gülüyor)
-Bizde yasak bi kere, Korona zamanı sağlık personeli istifa edemez.
- Mantıklı.
- öyle.  
onu bunu bırak da;  bizden virüs kapan var mı? Maskeyle mi takılıyorsunuz?
- Yok yahu maske filan... milleti tedirgin ediyormuş. Maskeye karşıyız Hollanda olaraktan. Her yerde el dezenfektanlarımız var. Belediye hergün  gönderiyor  Şirkette şimdilik virüs yok gibi. Ingrid bi ara ateşlendi, öksürdü filan ama 40lık olmadı, bir iki gün içinde  atlattı. Peter gelmiyor, rapor almış doktorundan önceki hikayesi yüzünden izinli... bi de santiago var onu saymıyoruz zaten.
-Hah ne oldu, karabatak ortaya çıktı mı?
- Yok yav herif kayıp. En son sen görmüşsün işte. 
- Allah Allah! var bu işin içinde birşey. Hayır hayal gördüm herhalde diyeceğim de Santiago’nun hayal edilecek bi tarafı yok. 
- lokumlarımı getirdin mi?
- Ayıpsın... da 14 gün bekliycen artık. 
- Saçmalama lokum 14 gün bekler mi? 
- valla sen bilirsin, suudi arabistandan donen 21 bin kişiyle aynı havalimanını soludum ben.
- o nedemek yav?
- umre diye bişey duydun mu?
- yooo. bana bak ben anlamam lokumu gelir alırım.
-ben sana bilahare anlatırım, valla lokum yiycem diye virüs kapıp Tilburg’da ikinci dalgayı da biz yaymayalım sonra...
gülüyor.
- Santiago meselesini niye ciddiye almıyorsunuz iki hafta oldu oğlan kayıp?
-Seni bekliyoruz. (gülüyor)
-hakkaten. 
-Yahu herkes kendi derdiyle meşgul; evden çalışmak isteyenler hop oturup hop kalkıyorlar. Çocuğu olanlar okul kapanınca ne bok yiyeceğini sasırdı.  Müdürler bir iki aramış, ulaşamayınca beklemeye geçtiler. Belki Ispanya’ya gitmiş orada kalmıştır senin gibi diye düşünüyorlar. Orda da durum feci boyutlara ulaşmış.
- Bana inanmıyorlar yani. Gördüm diyorum ben onu Tilburg’da.
- Orasını bilmem ama herkes kendi derdinde. 
- Ben de kendi derdime bakayım o zaman. İnsan Kaynaklarını arayıp karantina durumumu teyit edeyim bari. 
- ben den de selam söyle. (gülüyor)



BODRUM BODRUM
BİRAZ DENİZ BİRAZ UYKU BÜTÜN İSTEĞİM BUYDU

Bir kaç gün güneşin altında oturup ona buna kafa yormak, iyi gelmişti. Bende azalıyordu annemin bahçesinde oturup kitap okurken;  ama etrafta  panik ve paranoya artıyordu. Italya’daki bilanço herkesin dengesini bozmuştu. Kimisi ' Italyanların çok yaşlı nüfusu vardı, sağlık sistemleri çökmüştü, kriz fena vurmuştu, hazırlıksız yakalandılar, ciddiye almadılar...’ filan gibi analizler yaparak Turkiye’nin daha hafif atlatabileceğine inanıyordu. Kimisi felaket tellalığı yapıyor; onu bunu suçlayarak kaygısını yönlendirmeye çalışıyor; kimisi de çoktan koyvermiş, balkondan atlama noktasına gelen bir panik yaşıyordu. Aklı selim sahibi olmaktı önemli olan ama herkesin sahip olmak istediği şey kolonyaydı o günlerde. Kolonya krizi çıkmıştı. sonra makarna krizi, sonra tuvalet kağıdı vs. maske krizine gelene kadar irili ufaklı tedarik krizleri çıkıyor ama allahtan çabuk bastırılıyordu.

Markete gittiğimde hani su Amerika’da 'dünyanın sonu’cular var ya. Hani evlerinin altlarına sığınak inşa ettirip; içini beş senelik filan yiyecek,  ilaç, temizlik malzemesi, silah istifleyen... Onlar geliyordu aklıma. Hollanda’da ise esrar stoğu gündemdi. Kapatmaya gidilirse diye panikleyen cigaracılar coffeshopların önünde kuyruk olmuşlardı. Coffeshoplar kapanırsa Türklerin merdiven altı depolarına gün doğacaktı. Yoksa sonunda hepimiz yeraltına mı ineceğiz. Dostoyevskinin kulakları çınlasın. 



"Dünya mı yıkılsın yoksa bir bardak çay mı içersin?" deseler... 
"Ben çayımı içtikten sonra dünyanın canı cehenneme" derdim.


Çay krizi  çıkarsa fena asıl. Sığınağa çay depolamalı. bir de sığınaklarla ilgili filmlerden öğrendiğimiz şey; takvimin hayatın akışına müdahalesinin zayıfladığıydı. Iyi güzel de ben daha ne kadar bu bahçede limon ağacına karşı oturabilecektim ki? Aklımca bir kaç gün iznimi uzatıp Hollanda’daki vaka sayılarını takip edecektim. Daha kötüye giderse durum, gitmenin bir anlamı yoktu zira. Nasılsa tüm dünya bir ağızdan 'evde kal’ diyordu. Ben de evdeydim.  
Ama beş dakkada değişir işler;

THY’den gelen mesajla irkildim. Turkiye lock down kararı almıştı. Uçuşlar iptal edilmiş, sınır kapıları giriş çıkışa kapatılmıştı. Benim durumumdakiler için son uçuşlar düzenleniyordu.O giden uçaklardan birine binmeliydim. Turkiye bana ya gir ya çık diyordu. Çok kararsız kalmıştım. Icimden kalmak ve günlerce limon ağacına karşı oturup ona  buna kafa yorarak dünyanın sonuna burada hazırlanmak geçiyordu.
öte yandan dünyanın sonunun gelmediği sadece belirsiz bir tarihe ertelendiği bir senaryoda ; kalırsam uçuş yasaklarının ne zaman kalkacağı belli değildi;  bir aydan fazla sürebilirdi ve bu durum hollanda’daki hayatım açısından ne tip komplikasyonlar yaratırdı bilemiyordum. 
-‘Mesela?
- yani ne gibi?’ 
dedim kendi kendime. 
Aklıma ilk gelen arabanın aküsü olmuştu.    
böyle bir durumda aküyü düşünmek, diğer sorumlulukları düşünmemiş olmak demek değildir. Akü herşeyin kısaltılmasıdır o an. 
Akü o son uçağa ağlaya ağlaya da olsa bineceğini bal gibi bilmektir. 

Akşam haberlerinde kot ceketli bir kızcağız ağlamaklı ve telaşlı anlatıyordu. Yarım saat önce haber verdiler; eşyalarımızı bile kilitleyemeden apar topar çıkarıldık, kimimizin cebinde otobüse binecek parası yok. Gece yarısı sokakta kaldık resmen....
Umreden gelen teyzeler amcalar ögrenci yurtlarına yerleştiriliyordu. 
dediklerine göre bir iki gün içinde Arabistandan rakamla 21.000; yazıyla yirmibirbin kişi geliyordu. 
sonra hepimizin dumur dağarcığını süsleyen o sahne...
lama teyze polise tükürüyor!  
'bende varsa sana da geçsin!’ diye haykırıyor arkasından.

'çok halis munis olmalıyım yarın yolda diye geçirdim içimden. Asla kimseye bulaşmayayım efendi gibi gideyim, birinin sinirine dokunurum filan...maazallah bi tükürürlerse bittim. Bronşit geçmişim var benim. 
----



Shakespeare'in Fırtına isimli eserinden, perde V, sahne I'deki Miranda'nın konuşmasından alınmıştır:
O wonder!
How many goodly creatures are there here!
How beauteous mankind is!
O brave new world,
That has such people in't!
Türkçe çevirisi:
Bu kadar bunca yakışıklı varlık varıp gelmiş buraya
Ne güzel şeymiş meğer insanlık
Böyle dünyalıları olan
Yaşasın bu yaman, bu cesur yeni dünya
Çeviri : Can Yücel





AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 12

MAYIS


Drifter bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. yastığının yanında laptop, defterler, ağzı açık tükenmez kalem, yatağın yanında aburcubur ambalajları parıltılar saçarak sallanıp durmaktaydı. 

“ Ne olmuş bana böyle? diye düşündü. Gördüğü düş değildi. Biraz küçük ama normal , yani içinde insanlar yaşasın diye yapılmış olan odası ezbere bildiği dört duvarın arasında eskiden nasılsa, şimdi de öyleydi.

Drifter sonra bakışlarını pencereye yöneltti ve kasvetli hava yüzünden - yağmur damlalarının pencerenin çinko pervazına çarptığı duyuluyordu.(çinko mu? çinko tabi ne sandın?) içini büyük bi hüzün kapladı. ‘ Biraz daha uyusam ve bütün bu saçmalıkları unutsam nasıl olur,’ diye düşündü. Gelgelelim bunu gerçekleştirebilmesi tümüyle olanaksızdı. 

Çünkü telefon çalıyordu. 

- Naaptın?

- Hiiç

- Nasıl durum orda?

- Valla yüz yüz gidiyor.

- yapma be!

-valla! yoğun bakımlar da doldu, Almanya’ya gönderiyorlarmış diye söylentiler var.

- Eyvah!

- İnat ediyorlar Brabant'ı kapatmıyorlar. Bir ay oldu her salı lock down kararı bekliyoruz, babalar rahat. Tedbir alın yola devam tarzında... 

-Nasıl tedbirler?

- işte 1,5 metreyi koruyun afişleri, markette belli sayıda insan olunca kapıyı kapatmalar; market arabalarını dezenfekte etmeci çocuklar filan ( oğlanın elinde bi bez günde yüz tane arabayı dezenfekte ediyo güyya) ama öyle şeyler... mesela Maske takmıyoruz o derece rahatız yani.

- Maske takmıyor musun? Markette filan?

- Takmıyorsun; Çünkü kimse takmıyor. Bi sen takarsan seni Covid sanıyorlar bi tuhaf oluyor yani. sadece trende zorunlu.  

Aaaa ama asıl film; evlerin içinde aynı odada 3 kişiden fazla insan olmayacak. 

- o nasıl kural yav?

-evler küçük ya burda metrekareye göre bi hesap yapıyor. Eve eş dost komşu çağırmak yasak. 

- E nerden bilecek?

- Valla biliyor; geçen gün mantı yapan Türk kadınlarını basmış ceza kesmiş , gazetede yazıyordu.

- Puahhh! Ben de tam diyecektim Türkler nasıl uyacak bu kurala diye biz de çoluk çocuk malum....

-Yok valla Türk Hollandalı fark etmiyor.

-Martin Garix’i almış polis Amsterdam’da. çok güldük Maria’yla.

-Ne diye?

-Bu safım koronaya özel parti veriyorum diye instagramdan anons geç. Amsterdam’daki dairesinden konum bildir. Online olduğunu belirtme. Polis zart diye basmış evi, almışlar bunu karakola sen hayırdır? korona korona ne partisi veriyosun diye. Sonra işin aslı anlaşılmış da...

-Hey allam! ne kafalar.

- sorma.

Onun için evden çıkmıyorum. Böceğe döndüm.

- işi naaptın?

- ücretsiz izin...

- evden calışma yok mu?

- Tilburg ofisinde yok. Biraz daha burada kalırsam gerçekten Gregor samsaya dönüşeceğim söyleyeyim.

- Kime?

-Boşver.  Istanbul nasıl?

- Kötü. İşte biz de tedarik hesapları yaparaktan üç günde bir yaptığımız  market alışverişini bir haftaya çıkartmak suretiyle en fazla kaç gün alışveriş yapmadan yaşayabiliyoruz pratiği yapıyoruz. Kafaları yiyoruz öyle. Apartman içi gün yapan Anneleri zaptetmeye filan çalışıyoruz. Sokağa da çıkamıyorlar  ya apartman içinde tam gaz.  Öyle yani. 

- Benimki zaptedilemiyor. Geçen jandarmaya yakalanmış marktette. Kaç yaşındasınız diye sormuş jandarma?

- Eyvah yemiş mi cezayı?

- sence?

- benim bildğim yememmiştir. Kadınlara yaş sorulmaz çocuğum diye azarlamıştır bilmiş bilmiş haliyle diye düşünüyorum. 

- Yok. direkt 55 demiş. 

- ahahaha! eee?

- e tabi asker buna yok artık gibisinden bakınca; beğenemedin  mi? diye fırçalayıp yürümüş. Jandarma arkasından bağırıyormuş teyze cezai işlem uygulanır bi daha çıkma filan diye....

- Hay allah iyiliğini versin. Beklenir ondan. 

- Sorma çok fena. herşeyi en çok o biliyor. Duygu sömürüsüyle zaptetmeye çalışıyorum; uzaktayım aklım sende kalmasın filan diye... iyice rolleri değiştik yani. 

- Yaza doğru uçuşlar açılınca gelirsin.

- Haziran’i bekliyorum. 

- Hepimiz bekliyoruz. Bekliyoruz da... belirsizlik.


Drifter telefonu kapattıktan sonra saate baktı. saat yedi filan değildi. Gregor Samsa gibi erken kaldırılma konusunda şikayet edecek bir durumu yoktu. Her ne kadar zinde hissetmese de epey uykusunu almış olmalıydı. Fakat genel şikayet için ruh hali müsaitti.

Niyeti önce sakin sakin ve kimse tarafından rahatsız edilmeksizin kalkmak, doğru dürüst kahvaltı etmek ve ne yapacağına ancak ondan sonra karar vermekti; çünkü yatakta düşünerek mantıklı bir sonuca ulasamayacağını artık iyice anlamıştı. 

Bu kafa iznini daha ne kadar sürdürebilirdi? 14 gün karantina hakkını kullandıktan sonra bronşit geçmişini bahane edip vakalar azalıncaya kadar ücretsiz izin talep etmişti,   ama bir noktada işe geri dönmesi gerekecekti. Vakalar azalmasa da Hollanda kapatmaya gitmiyordu.  Ne zaman işe geri dön diyeceklerdi?Bir gün senyorlardan biri Gregor Samsanın patronu gibi kapıya mı dayanacaktı? Bekleyip görmektense harekete gecmek gerekiyordu ama son bir aydır karantinanın tadını çıkartmakla meşguldü drifter.  sezon sezon diziler izleyerekten; YouTube yemek kanallarındaki yemek tariflerine takılaraktan; tuhaf makyaj teknikleri; gua sha yüz masajı ve manikür sanatı vidyolarıyla yaratıcı saatler geçirerekten bir günü bir diğer güne eklemeye alışmıştı. Çoğu zaman saate bile bakmıyordu, tarihi sorsan bilmezdi. Belirsizlik gibisi yok dedi kendi kendine. 

tam o esnada telefonun ekranında bir mesaj belirdi. 

‘selamlar umarım iyisinizdir; biz maalesef epey sıkıntılı bir durumdayız, bu ayki kirayı ne yazık ki zamanında yatıramıyorum çünkü restoranı kapatmak durumunda kaldık. Ödemeler durdu. Maaşım yatırılır yatırılmaz size ileteceğim. Umarım ay sonunu bulmaz.’ 

Tatatatam!!! tatatatam!!!

Tam da yüz yogası seansına başlayacakken alçak covid yine aynadan sırıtıyor nanik yapıyordu. 

Evde kalırsan covid diye bişey yokmuş; geçen gün biri öyle ahkam kesiyordu. Al işte nasıl yok! 

Yine haklı çıkmıştı. çok da şok bir durum değildi aslında bugün yarın bekliyordu böyle birşeyi drifter. 

'sorun yok, kendinize dikkat edin’ diye kısa bir mesaj göndererek yüz yogası videosunu açıp yüzünü şekilden şekle sokarken; ücretsiz izinde olduğu halde bir maaşlık tatil parasını yatırmış olan şirketine bir namaste çekesi geldi.   

Ama drifter ileriyi görebiliyordu. Evden çalışmanın mümkün olduğu bir iş bulmak lazımdı. Bugün Covid 19 yarın 39. Bundan sonra böyle çünkü. Dünyanın içine ettik. Bağışıklığın içine ettik. Asıl virüs biziz. 

Önce böyle uyuşuk uyuşuk yatıp durmaya son vermeli dedi Drifter, tıpkı Gregor gibi kendine.

'Ne var ki aynı çabayı bir kez daha harcamasının ardından, derin bir iç çekişle yine eskisi gibi yattığında bacaklarının da birbirleriyle büyük olasılıkla eskisinden beter boğuştuklarını görüp bu başına buyrukluğu dinginliğe ve düzene dönüştürebilmek için herhangi bir olanak bulamadığında, artık yatakta kesinlikle kalamayacağını, yataktan kurtulması için en ufak bir umit ışığı bulunsa bile, bu uğurda herşeyi feda etmenin en akıllıca davranış olduğunu bir kez daha düşündü. Aynı zamanda da soğukkanlı, hem de olabildiğince soğukkanlı bir düşünme eyleminin çaresizlik içerisinde verilen kararlardan çok daha iyi olduğunu anımsamayı unutmuyordu.’

- Belki de taşınmayı düşünmelisiniz efendimiz. Başka bir şehir, başka bir ülke kim bilir?

- Sen de mi Turkiye’ye dönmekten ümidi kestin Olric?

- siz nereye ben oraya efendimiz.

- Oh hayat sana güzel valla! Düzenin kölesi olan biziz! oysa ne hayallerim vardı.

- 'Hürriyet kötü bir kavram’ dediydi üstat bir keresinde, öyle anlattıkları gibi özlenecek bir ortam değil dediydi;  Bu hürriyet insanın kulağına kötü şeyler fısıldarmış. 

- Hadi olriç hadi... git bi çay koy. 


AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #13


Where are times when silence is a poem? 

Where are times when silence is a poem?

Where are times when silence is a poem?

Where are times when silence is a poem?

Where are times when silence is a poem?

Where are times when silence is a poem?

Where are times when silence is a poem?

Where are times when silence is a poem?

Where are times when silence is a poem?

Where are times when silence is a poem?

Where are times when silence is a poem?

“There comes a time in each life like a point of fulcrum. At that time you must accept yourself. It is not any more what you will become. It is what you are and always will be. You are too young to know this. You are still becoming. Not being.” 
Büyücü; j fowles




...yenildi Kelimelere, Kelimelerle birlikte açtığı savaşta. Yalnızlık hep oradaydı.


AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #10

Sayısız sığınak vardır, ancak kurtuluş yolu tektir; ama kurtuluş olasılıkları yine de sığınaklar kadar çoktur. Bir hedef var, ama yol yok: bizim yol dediğimiz şey, bir duraksamadır. 
                                                                                                                         Kafka


iki motivasyonum vardı. İlki; olanı biteni idrak etmek için bir sığınağa çekilme güdüsü; ikincisi ise kulübeye kurttan önce varıp, saldırıya karşı tedbir alma güdüsü.
Korku’da anlaşılmayacak birşey yoktur diyor Alfred Hitchkok. Sonuçta hepimiz çocukken birşeylerden korkmadık mı? bugün bizi korkutan şeyin dünkinden bir farkı yok pek. Kırmızı başlığın altından çıkan kurt kafası. Bu seferki yalnızca başka bir kurt.

Yola çıkmadan önce teçhizatlanmak gerekiyordu. Maske almam konusunda baskı vardı. Eczaneye uğradım. Kapı kapalıydı ve önünde sıra vardı. Kapının üstünde 'hepimizin sağlığı için lütfen sıraya uyalım.’  notu asılmıştı. Sırada bekleyen insanlara dikkat ettim,  herkes çok gergindi, normalde böyle kuyruklarda küçük küçük laflamalar, ortaya söylenmeler filan olur bilirsiniz; çıt çıkmıyordu. Beklerken sıkıldım ve çok yalnız hissettim; sık sık Hollandada hissettiğim yalnızlıktandı.
Sonunda sıra bana geldi ve dükkana girdim. Eczacılar maskeli değildi henüz. Maske satıp satmadıklarını sordum.  Uçağa bineceğimi maske istediğimi söyledim. Eczacı 'filtreli' öneriyoruz dedi, 'olur' dedim.
- First defense ister misiniz? alsanız iyi olur.
- Aslında ben de onu soracaktım. Annem ve babamın yanına gideceğim, biraz da tedirginim, bloker filan gibi bişey...
lafımı bitirmemi beklemeden, 'size bağışıklık sistemi kuvvetlendirici 15 günlük kür beta glukan, propolis tablet, el dezenfektanı, cep kolonyası,  filtreli maske ve first defense vermemiz gerekir' dedi.
‘öyle diyorsanız...’diyebildim.
Baktı teslim bayrağını çoktan çekmişim devam etti.
Beta glukan’dan üç kutu veriyorum anneniz babanız da kullansın, bir kutusu bedavaya gelecek.
'iyi ozaman’ dedim.
Eczaneden çıktığımda, hemen çıkar çıkmaz değilse de bir kaç adım attıktan sonra kendime geldim ve sinirim bozuldu, gülmeye başladım. Güpegündüz soyulmuştum. Direkt polise mi gitsem diye düşündüm. 'Memur bey  Galata Kulesinin üstünde uçan kuşlara baktığım için kuş başına 5 lira aldılar benden' diye şikayet edesim vardı. Fatura’da, maskeye tam 56 TL ödediğim yazıyordu.
hey allam...

Watsons diye bir kozmetik dükkanına girdim. Selpak ıslak mendil filan almak için. Ben girerken bir kadın söylenerek hışımla çıktı dükkandan. Kasiyer de arkasından bağırıyordu.
'Haksızsınız tabi, maaşımdan  kesecekler...’
yine olayın tam ortasına düşmüştüm. Kasiyer kızcağız sinirden titriyordu. Diğer çalışanlar yatıştırmaya çalıştılar. Bu esnada 'olay nedir?' diye sorabildim. Gülsuyu kolonyasının  alkol oranı tartışmasından çıkmış kavga. Müşteri kolonya bulamayınca kasiyer gülsuyu önermiş. Müşteri alkol derecesini sormuş, kasiyer 'aynı' demiş. Kadın da almış. 10 dakka sonra ağzı açık şekilde getirip kızın önüne atmış açık şişeyi. Meğer 70 dereceymiş satın aldığı gülsuyu kolonyası. 10 derecelik alkol farkından kavga çıkıyordu; insanlar o derece gergin ve sinirliydi.




HAVAALANI
Taksinin bagajından bavulumu çıkarttım. İç hatlar gidiş kapısı sensörü beni görüp kapıyı açtığında bir bilim kurgu filminin havaalanı sahnesine düşmüştüm sanki. Kesinlikle 1 hafta öncesinden eser yoktu. Hersey çok farklıydı. Bi'kere garipsenecek kadar kalabalıktı ve etrafta dolaşan maskeli insanlar vardı. Herkes nereye gidiyordu böyle? O gergin enerjiyi vücudunuzun her hücresinde hissediyordunuz. Tedirginlik bulaşıcıydı, korku bulaşıcıydı, gerginlik bulaşıcıydı, çünkü korona .bulaşıcıydı. 
İnsan?
bulaştırıcı.
Herkes birbirine bulaştırıyordu korkusunu. 
Bizim gibi kalabalık ve fazla içli dışlı sosyal yaşama alışmış toplumlarda bu bir avantaja dönüşebilir; tedbir artar diye düşünmüştüm önce. Ama o gün kimsenin benim de dahil bir başkasının aldığı tedbire güvendiği yoktu. Diken üstündeydik. Uçağa alınmayı beklerken yanıma bir kadın oturdu. 3 m maskesi, ellerinde eldivenleri vardı: boğazını kapatan bir fular... Ben henüz takmamıştım maskemi, uçağa binince takarım diye düşünüyordum. Onu öyle görünce takmaya karar verdim. OOOvvv bu kadar rahatsız birşey olduğunu düşünmemiştim takana kadar. Önce boğulacak gibi oldum. Burnumdan mı ağzımdan mı nefes alsam bilemedim. Anında çıkartma refleksi gösterdim ama özellikle uyarmışlardı. Maskenizi taktıktan sonra olabildiğince maskeye dokunmamaya çalışın. Asla ikide bir takıp çıkartmayın. Elinizle taşıdığınız virüsü bakteriyi maske sayesinde bünyenize kolaylıkla davet edersiniz demişlerdi. Işte o an 'The fucking end of the world' diye düşündüm. Bundan sonra bu şekil mi yaşayacaktık? Yarım ve ılık nefesler soluyarak... yağmurlarda ıslanmak istedim. Yola çıkmakla aptalca birşey yaptığımı da düşünmeye başlamıştım. Bu psikolojiden kurtulmam gerekiyordu. Maskeli kadının yanından kalkıp tekrar dükkanların olduğu bölüme doğru yürüdüm. D&R’ı gördüm. Ne kadar OT, Kafa, tuhaf vs. varsa topladım. Kendimi meşgul etmeye karar verdim. Uçağa biner binmez kulaklıklarımı taktım Bodrum'a inene kadar kafamı kaldırmadan okudum.
 Ne okudum, ne anladım hatırlamıyorum ama tek birşey düşünüyordum artık hiç birşey eskisi gibi olmayacaktı ve akli dengemi korumak icin eskisinden daha çok çaba sarfetmem gerekecekti. 
’Tutun kızım düşeceksin' diye uyardı ve  uyandırdı bi teyze sesi.
havaalanı otobüsünün içindeydik. Tutunmuyordum ve shuttle hareket edince dengem bozulmuştu haliyle. 
‘Yaa teyzeciğim işte onu yapamıyorum ben, bi yapabilsem'

Spinoza’nın dediğine göre; insanın stabil durumunu korumasının ilk şartı var olmayı istemesiydi. Var olmaya mı yok olmaya mı meyilliydim buna bi karar vermek gerekirdi.
‘Live or die but don’t poison everything!’

Tutunmaya çalışmayıp var olmaya karar verdim. Pekiala tutunmadan da varolunabiliyordu. Bulut gibi. Varlık yokluk söz konusuyken tutunmanın önemi yoktu. En azından o gün öyle hissediyordum. Diğer hissettiğim şeyler ise, sinir bozucu bir başağrısı ve yorgunluktu.

bavulumu alır almaz kendimi tuvalete attım ve olabildiğince dezenfekte etmeye çalıştım üstümü  başımı. Bütün kaslarım gerilmişti, sanki her yerimde virüs varmış gibi hissediyordum. Uzerimdeki sweatshirti çıkartıp bir poşete koydum. bavuldan yenisini giydim. Eczacnın verdiği dezenfektan spreyle bavulumu, çantamı, telefonumu elimin değebileceği herşeyi temizlemeye çalıştım. Yaptığım herşey saçma sapan geliyordu ama kendimi alamıyordum. Saçımı da yıkasam mı diye bile düşündüğümü itiraf ediyorum. Tek kaygım bizimkilere virüsü götürmediğimden  emin olmaktı ve ne yazık ki hiç değildim. Sürekli kendimi yokluyordum. Ateşim var mı boğazımdaki kaşıntı neden? Bu baş ağrısı da nerden çıktı? Midem de mi bulanıyor yoksa? vs. vs.
Lavaboda elimi yıkarken bir kaç kere vazgeçmek geçti içimden. Sonra deliliğime hakim olmaya karar verdim. Bir kaç nefes aldım dışarıya çıktım. Bizimkileri aradım. Beni almak için geldiklerini biliyordum. 

Annem sarılmak icin atılacak gibi oldu hemen durdurdum. Babam bavulumu bagaja koymak istedi ona da izin vermedim. 
-herkes bi geri çekilsin.  diye şarladım, dakka bir gol bir.
‘Tamam tamam’ diyerek sindiler. 


LİMON AĞACI

Paranoyayı üzerimden atmak kolay olmadı. Özellikle ilk bir kaç saat yanıma yaklaşılacak gibi değildi. Keçileri iyice kaçırmış olduğumu düşünüyorlardı. Bir makine çamaşır yıkadım. Çamaşırları asarken annem aşağıdan seslendi; 

-çayını karton bardakta mı istersin?
-anlamadım?
-hayır içtikten sonra imha edeceksen, yazık olmasın ince bellime.  
 
alay ediyorlardı tabiki benimle. Çünkü onlar için endişeleniyordum.

Çayımı alıp bahçeye çıktım. Hava öyle ılık öyle güzeldi ki... Mucizevi bi coğrafya diye düşünüyor insan baharla coşan toprağın üzerindeki bitkileri, çiçekleri, yeşili ve bilimum diğer renkleri görünce.
Sonunda rahat bir nefes almıştım. Herşey yolundaydı.
Burada bekleyebilirdim dünyanın sonunu.

Limon ağacına takıldı gözüm.
when life gives you lemons... çayına atacaksın bi dilim.
tamam tamam cıvımak yok.
hayat sana limon verdiyse yüzünü ekşitmek yok.
zaten o kadar ekşi değiller, bu ağaçtakiler tatlı limon. Meyve niyetine yersin, o denli.
Hayat sana limonun bile tatlısını veriyor ve sen...

orada o bahçede yeni yeşeren baharın içinde otururken belki rahatlamış; fakat aynı zamanda oldukça umutsuz olduğumu hissettim.
Şöyle bi not almışım diziyi izlerken.
’sometimes doing the right thing feels like commiting a crime.'

evde kal!

Bizim gibilerin evde kalabilmesi için kimlerin kalmaması gerekiyor bu memlekette?

Ah drifter ah!
'gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini.... '