20 Nisan 2024 Cumartesi

Yoruma kapalı Film eleştirisi olmayan film eleştirisine inatla yorum


 

Biraz geç kalmış bir yorum olacağı için bu yorumu bloga taşıyayım dedim.  


Özellikle Mithad Selim gibi, denizinde dalgasında, kedisinde martısında, sarışınında kumralında, metrobüsünde vapurunda: bu kadar yumuşak tabiatlı bir insanı delirtecek ne filmi çekmiş bizim Wim Wenders diye acayip merak ettim ve Perfect Days’i izlemek için yanıp tutuştum bütün hafta (Yazıya vuruldum bu arada) 


Evet bütün hafta…

çok işim vardı bi sürü dünyayı kurtarıyordum onun için  ancak yazabiliyorum. 


Wim wenders’la şehir gezmeye bayılıyorum. Adam tam benim kafada. İlk defa gittiğiniz bir şehirde görmeyi planlamadığınız ne varsa onu çekiyor. Sırf bunun için bile onu sevebilirim. Ama onu en çok Buena Vista Social Club’i çektiği icin seviyorum. O bu filmi çekmeseydi ben şu anda bu ben ve burada olmazdım. (Burası kişisel tarihime giriyor dikkate almayınız.) 


Ama bu ayrıntıyı veriyorum ki Wim Wenders sinemasına ne kadar subjektif yaklastığımı bilin. Ve fekat, bununla beraber eleştiri olmayan film eleştirisi yazısında Mithad Selim’in ‘bu filmleri seyrederken ne yiyor içiyorsanız…’ çıkışını çok haklı buluyorum. O yazıdaki bir çok şeyi haklı buluyorum ve biraderinin cevaben yazdığı pek çok seyi de çok haklı buluyorum. 


Filmi seyrettiğim için de her ikinize de teşekkür ederim ama, bu filmi bazı yerlerine karnımı tuta tuta güldüğüm Mithad Selim’in eleştiri olmayan film eleştirisini okumasaydım seyreder miydim bilemiyorum yani.


Gelelim mevzuya, 

film eleştirisi olan bir yazı yazacağım bu noktadan sonra. Spoiler de içerebilir hiç içermeyedebilir bilemiyorum yazının gidişhatını öngöremiyorum. Ama filmi seyredince okursanız daha bi iyi olabilir sanki. Neyse…



Yine aklımda deli sorular. 

Wim Wenders abicim sen bu hikayeyi bize niye anlattın?

Niye Tokyo? Niye Tokyo da bir tuvalet? Tokyo’da asgari ücret kaç yen? 


Hayata Hirayama’nın perspektifinden bakabilmek, hem o kadar izole/yalnız olup hem o kadar ‘iyi hissetmek’ etrafında dönen yaşamı izlerken;  you know what mean 😉 kafasında bir iyi hissetmeden bahsediyorum, hem o kadar dertli olup hem o kadar yumuşak kalabilmek… Bütün bunlar için nasıl bir işte çalışıp kaç para kazaniyor olmak lazım Turkiye Cumhuriyetinde? 


Soruyorum çünkü çok yeşilleniyorum bu kafaya ezelden beri. 



Soruyorum çünkü ben bu hesabı yapamadım zamanında.


Ve kendimi yollara vurdum. 


Güneylere giderim diye planlamıştım ama,  kendimi her allahın günü yaz kış demeden sulu zırtlak ağlayan bulutların altında yaşarken buldum. Başını gökyüzüne kaldırdığın anda alnının ortasına şıp diye yapıştırıyor yağmur.

You know what I mean? 

15 gün güneş çıkmadığı oluyor kışın. 


Yani Wim Wenders abicim ekönömi denen birşey var insan hayatında hiç duymuş muydun? 


Hafifleyelim hafifleyelim de nereye kadar? Bütün dünyevi hırslarımızdan vaz geçelim; eşyayı itelim, yemeği zevkten çıkartıp hayatta kalabilme düzeyine indirelim, suyu sabunu haftada bir görelim… Bütün bunlar mümkün, ama bu koşullarda yaşayan birinin kitabı sahafta, müziği spotify’da bulmuş olsa bile, iki satır ‘you know what I mean kafası’ yaşaması mümkün değil Turkiye Cumhuriyetinde. Tokyo’yu bilmem, onun için soruyorum asgari ücret kaç yen diye.


Wim Wenders Alman. Almanya’nın Hollanda’ya yakın bölgesinde büyümüş birisi. Almanya’yı bilemiyorum ama Hollanda’dan çok farklı olacağını sanmam.  Hollanda’da vasıfsız işçi olarak, asgari ücretle calışma koşullarını iyi bilirim. Gerçekten insana ‘ben bundan sonra bu rutinde, ne uzayıp ne kısalarak yasar; ve burada, bana yeter de artar bile aşım, kaygısız başım şeklinde ölürüm yea, ‘you know what I mean kafası’ yaşatır. 


Sabah yataktan kalkar, sırtına bir sewatshirt bir kot geçirir,  recruitment bürosuna gidersin.  Ben vasıfsız işçiyim, çalışmak istiyorum dersin. sana iş bulmaları iki gün sürmez. Atıyorum tuvalet temizleme işi mi çıktı;

önce sana tüm techizatını temin ederler, kısa bir tutorial’da işinin içeriğini ve sınırlarını anlatırlar, insan kaynaklarından biri sana işçi haklarını anlatır, güvenlik ve sağlık tipleri verilir maske eldiven vs gibi hijyenine yardımcı malzeme verilir, kullanırsın kullanmazsın o sana kalmış.. ve işe başlarsın. Maaşın istersen haftalık yatar, yani bir hafta sonunda hesabında seni ister kitapçıya ister plakçıya, ister starndart bir restorana götürecek paran olur, yağmura da aldırmazsan, başını gökyüzüne kaldırır, göğe uzanmış dalların arasında tünemiş kuşları fark eder, seslerini duymaya başlarsın, you know what I mean?    

Ve bilirsin ki, artık sen istemediğin sürece bu refahını hiç kimse bozamaz. 

Bunu eli kalem tutmuş birisi de olsan, bir gün patrona kafan atarsa yapabilirsin. Hocaya bilenip okulu bırakabilir, anana babana delirip evi terk edebilirsin. 


Şimdi Wim abi sen diyorsun ki, dünyevi hırslarınızdan vaz geçerseniz ve kisisel izolasyonunuzu korursanız dünyanın neresinde olursanız olun iyi hissedersiniz. 


Mi acaba?


Bazen ne düşünüyorum biliyor musunuz? 


İnsan yirmili ve otuzlu yaşları arasında birşeyler yaşıyor ve aslında hikayesi o evrede oluşuyor. Çünkü yaşamakla meşgulüz o evrede, bildigin debeleniyoruz. Hikaye budur.  Insanın aslında anlatacak hepi topu bir iki hikayesi vardır.  Kimimizinki gerçekten enteresandır kimimiz de olanı biteni çok enteresan bir bakış açısıyla anlatırız. 

Sinemacılar enteresan insanlardır. Her iki türlüsü de de düşünülebilir onlar için. İyi ki de öyleler. Onun için ekrana yapışıyoruz. 

Ama bir nokta var. 

Sinemacı o bir iki hikayesinden seçip anlattığında ve bu ilgi gördüğünde ‘sinemacı’ oluyor. Ve o noktadan sonra aslında gerçek hayatla bağlantısı kesiliyor. Yani o noktadan sonra sinemanın içinde yaşamaya başlıyor ve sonra anlatacağı hikayeler hikayenin içindeki hikayeler, fiction’un fictionu gibi. Artık yaşamı sadece tahayyül edebiliyor yaşayamıyor. Çünkü yaşaması gerekmiyor. Bilge Ceylan sinemasında da artık hissettiğim bu. Uzak’ı çeken Bilge Ceylan’ın yaşanmış bir hikayesi vardı. Bugün harika bir sinemacı ama artık yasanmış değil tahayyül edilmiş hikayeler anlatıyor. Bu fena birşey diye söylemiyorum, sadece bu böyle.


Bi Nina Simon dinlemeyelim mi? 





 


 

 





24 Mart 2024 Pazar

Yeni bir blog keşfettim ve Yasujirō Ozu


Yeni bir blog keşfettim ve son bir kaç gündür Ozu ile ilgili serisini keyifle okuyorum. Bir iki kelam edesim geldi. 


Mevzumuz Yasujirō Ozu 

Tüm zamanların en iyi filmini çekmiş  Japon yönetmen. 

Greatest move of all times: ‘Tokyo Story’ 1953



Jo Onodera Which way is Tokyo?

Shukichi Somiya Tokyo, that way.

Jo Onodera So east is this direction?

Shukichi Somiya No, that direction.

Jo Onodera Has it always been that way?

Shukichi Somiya Absolutely. 

-Late Spring (1949)


Öncelikle ben sinema sanatına sizler kadar meraklı özel ilgili veya addicted birisi değilim ama genel anlamda meraklı birisiyim ve biryerde ‘Greatest movie of all times’i görünce izlememezlik edememiştim yıllar önce Tokyo Story’i. ilk tahlilde overrated olduğunu düşünmüştüm.

Hiç birşey beni can evimden vurmadı o filmde, o seyredişimde. 

O sürekli vurguladıkları kamera açısı misal:  bazen ok, ama herzaman da değil yani.

Ben ortamda olan biteni koltukta oturup seyretmeyi tercih ediyorum dizlerimin üstünde oturup başımı hafifçe yukarı kaldırarak değil. Japon değilim sonuçta. Neyini abartıyorlar bu kamera pozisyonunun? Öyle bakarsanız Hitchcock’un denemediği açı yok.

Oyunculuklar desen; orijinal dile hakim olmak bir yana tamamen yabancı olunca gözlerle seslerin koordinasyonunu proses edip oyunculuktan etkilenmek zor; 

Ayrıca o günden bu güne ne yönetmenler var ‘simplicity of emotions’…denince… vs


Ancak karakterim gereği hiçbirşeye bu kadar peşin hükümlü olamadığımdan dolayı şöyle düşünmüştüm. Ben Ozu’ya hazır değilim. Çünkü yeterli donanımım yok. 

Benim varoluşumun öncesi, bilmediğim bir dilde, bilmediğim bir dünya filmediliyor, Japonları halim selim saygılı, uysal bir irk zannedecek kadar Japon kültürüne uzaktan bakıyorum ve onların bu halini hiç sorgulamamakla ilgilenmemek arası bir yerdeyim. 

Sake meraklısı da degilim ki,

benim mevzunun içine dahil olabilmem için kafamda sorular dolaşması gerekirken, hemen hemen soracak hiç birşey bulamıyorum… 


Hal böyleyken, böyle olmaz dedim ve ön hazırlık için kimmiş bu Ozu ve bu tüm zamanların en iyi filmini kaç yılında çekmiş? Ne anlatıyor?  neden bu hikayeyi anlatıyor ve neden böyle anlatmayı tercih ediyor okumaya başladım. 

Sonra izledim de izledim.

Izlemelere doyamadım diyebilirim. 

O Geç Gelen Bahar’daki kızın biteviye güleç suratını o güleçliğin tüm filme yayılan nüanslarının zihnime kazınacağını bile bile…



Ozu güzellemelerine girmeyeceğim, başka bir şey söylemek istiyorum.


Bir insan neden film çekmek ister? diye hep merak etmişimdir. Hep okursunuz, ‘aslında aklımda hep film çekmek vardı’ cümlesini yüzlerce insan sarf etmiştir. Çekenler,  çekemeyenler, çekmek isteyenler, çekmekte olanlar, çekerken filmi yakanlar, çekmekten vazgeçenler, çekecekler, hiç çekmeyecekler…


1953’de insan, Japonya’da neden bu filmi çekmek istemiş olabilir? Neden bu hikaye? 

1937’de insan neden Amerika’da bu filmi çekmiş olabilir? Neden bu hikaye? 


Bu hikaye kime anlatıldı? 


Peki bugün film neden çekiliyor hikaye kime anlatılıyor? 


Bugün sinema bireysel bir deneyim. 

Bugün sanat filmi juriye çekiliyor. O gün sanat filmi daha çok halka bir hikaye anlatmaya niyetleniyordu. Halkın da dinlemekten başka seçeneği pek yoktu. Bir entertainment olarak sinemanın bugünkü yeriyle o günkü yerini karşılaştırmak anlamsız geliyor bana. 


Greatest Film of all times tanımının aslında  itici gelmesi de bundan. 

Bence herkesin beğeneceği Ozu filmi başkadır. Ama Ozu seyredecekseniz bilin ki tatlı tatlı -ne diyorduk slow pace mi?- kendi batılılaşma sürecini yaşarken kafasına iki bomba yemek suretiyle amerikanın kucağına oturmuş :  Çine mezalim yapan o militer uzuvları işlevsizleşmiş, amerikan güdümünde turbo batılılaşma ve teknolojikleşme sürecine girmiş bir 'Japonya' kültürüne sandığınızdan fazla yabancıyız. Feodal köleliğe alışmış ailelerin emperyal köleliğe can atarak alışmaya çalışan çocuklarıyla yaşadıkları kuşak çatışması evrensel, tanıdık gelebilir ama  buradaki hikayeye Ozu’nun fill in the blanks story telling tekniğiyle debelenerek hakkını vermek biraz da sabır ve birikim gerektirir. 


Baştaki alıntıya gelecek olursak…


Doğu hep o yönde olabilir ama yön senin durduğun açıdan değişir. 


Dünya yuvarlak ve ama bize göre düz ekseriyetle.


3 Kasım 2023 Cuma

Müstakbel Suçlar

David Cronenberg’e karşı hiç boş değilim. Adamı çok etkileyici buluyorum. Can’t help it.  

Neyse ‘Crimes of the Future’ filminden bahsedeceğim. Film yazmayalı çok olmuş, aslında birşey yazmayalı çok olmuş da neyse…

 

Saçma sapan bir thriller mış, kanlı revanlı sahneler varmış, bukadar abuk sci-fi olur muymuş; başka mevzu mu bulamamış filan gibi yorumlar duydum bu film hakkında. 

Dedim hemen bir müdahale edeyim. 

Filmin horhor thriller filan bi durumu yok arkadaşlar aldanmayın bu laflara. 

Body Horror diye yaftalamışlar adamı bir kere, seviyor biraz kan akıtmayı yalan değil ama bu seferki mevzu başka. 


Bir anlam peşindeyiz!

Bu kez body art performance hasebiyle kesmeli biçmeli. İlginç birşe söylüyor. Katılır mısınız bilmem.


Sizce de insanlığın hem fiziksel hem ruhsal acı eşiği yükselmedi mi? 

Şu Gazze’de olanlara bakıyoruz öyle, öööyle bakıyoruz.

depremler, seller, terör, tecavüz, kadına şiddet, çocuğa şiddet …

İnsan acıya tepki veremeyen, acı çekemeyen bir yaratığa doğru evriliyor mu? 

O zaman sanat acıyla relete edebildiği, hissetmese de fantasize   ettigi bir kavarama mı dönüşecek?


‘Body is your reality!’  diyor Cronenberg. 

Vücudun senin gerçekliğindir. Bu  ne demek? 

Ciddi birşey olsa gerek. Hepimizin dna’si farklı olduğuna göre hepimizin gerçekliği farklı olmalı. 


Katarakt ameliyatı geçirmiş, artık o kadar keskin değil görüşüm ve renklerde bazı kaymalar var, eskisi kadar canlı görmediğimi hissediyorum renkleri diyor. 

Roportaji yapan, “bu sizin için zor/üzücü olmalı sonuçta görsel sanat yapıyorsunuz diye soruyor. 

Cronenberg, iştahla Yo yo aksine, artık başka bir gerçeklikte yaşıyorum ve bu beni çok heyecanlandırıyor diyor. 


Şöyle düşünün koltukta oturmuş televizyon izliyorsunuz ve yanınızda da köpeğiniz oturuyor. ikinizde tv’ye bakıyorsunuz. Sizce aynı gerçeklik içinde misiniz? 

Öyleyse aynı zaman ve aynı mekanın içinde farklı gerçeklikler var çünkü farklı vucutlar var.  

Küçücük bir hücre başlı başına bir evren, kendince bir realite.  

Yani beden müdahale edildiğinde gerçekliğiniz değişir. 

Bedeninize ne kadar müdahale ediyorsunuz?

Eski insanlara oranla yeni insanlar bedenlerine ne kadar müdahale ediyor? Düşündünüz mü bunu? 


Synthetic Biology çok seksi konulardan malum. Redesigning organisms. 

-Neden yeniden düzenlemeye ihtiyaç duyalım? 

-Adapte olabilsinler diye. 

-Neye? 

-Yeni dünya düzenine. Kıt kaynaklı filan. 


Soru:

-Gerçekten plastik yiyen yaratıklar mı olacağız? 

-Yiyormuşuz zaten.


Google bile biliyor. 

Sorun bakın Google’a 

Are we eating plastic? diye ; ne cevap alacaksınız.


Evet aynen öyle haftada bir kredi kartı hüpletiyormuşuz, haberiniz var mıydı? 


Şimdi bu microplastik sindirim sistemimizin toksik bulduğu birşey ve hastalıklara davetiye çıkartıyor. Tamamen tepkisel. Oysa insan her tür zehre alıştığı gibi buna da alışır ve tepki vermemeye başlarsa? İyi mi olur? Kötü mü olur? 


Peki birgün insan plastiği besin olarak sindirmeye başlarsa bu climate change’ciler, sürdürülebilir yasamcıların filan tadı kaçar mı? Bu kadar uğraş, çaba… Ekmek yoksa plastik yesinler kafası…

O zaman dünya nasıl bir yer olur? Gerçeklik ? nasıl bir gerçeklikten bahsedeceğiz?


Cronenberg’i çok devilish bir aproach’ta yakaladım yani.  

Not düşeyim dedim. 

Kan tutan izlemesin!