Sayısız sığınak vardır, ancak kurtuluş yolu tektir; ama kurtuluş olasılıkları yine de sığınaklar kadar çoktur. Bir hedef var, ama yol yok: bizim yol dediğimiz şey, bir duraksamadır.
Kafka
iki motivasyonum vardı. İlki; olanı biteni idrak etmek için bir sığınağa çekilme güdüsü; ikincisi ise kulübeye kurttan önce varıp, saldırıya karşı tedbir alma güdüsü.
Korku’da anlaşılmayacak birşey yoktur diyor Alfred Hitchkok. Sonuçta hepimiz çocukken birşeylerden korkmadık mı? bugün bizi korkutan şeyin dünkinden bir farkı yok pek. Kırmızı başlığın altından çıkan kurt kafası. Bu seferki yalnızca başka bir kurt.
Yola çıkmadan önce teçhizatlanmak gerekiyordu. Maske almam konusunda baskı vardı. Eczaneye uğradım. Kapı kapalıydı ve önünde sıra vardı. Kapının üstünde 'hepimizin sağlığı için lütfen sıraya uyalım.’ notu asılmıştı. Sırada bekleyen insanlara dikkat ettim, herkes çok gergindi, normalde böyle kuyruklarda küçük küçük laflamalar, ortaya söylenmeler filan olur bilirsiniz; çıt çıkmıyordu. Beklerken sıkıldım ve çok yalnız hissettim; sık sık Hollandada hissettiğim yalnızlıktandı.
Sonunda sıra bana geldi ve dükkana girdim. Eczacılar maskeli değildi henüz. Maske satıp satmadıklarını sordum. Uçağa bineceğimi maske istediğimi söyledim. Eczacı 'filtreli' öneriyoruz dedi, 'olur' dedim.
- First defense ister misiniz? alsanız iyi olur.
- Aslında ben de onu soracaktım. Annem ve babamın yanına gideceğim, biraz da tedirginim, bloker filan gibi bişey...
lafımı bitirmemi beklemeden, 'size bağışıklık sistemi kuvvetlendirici 15 günlük kür beta glukan, propolis tablet, el dezenfektanı, cep kolonyası, filtreli maske ve first defense vermemiz gerekir' dedi.
‘öyle diyorsanız...’diyebildim.
Baktı teslim bayrağını çoktan çekmişim devam etti.
Beta glukan’dan üç kutu veriyorum anneniz babanız da kullansın, bir kutusu bedavaya gelecek.
'iyi ozaman’ dedim.
Eczaneden çıktığımda, hemen çıkar çıkmaz değilse de bir kaç adım attıktan sonra kendime geldim ve sinirim bozuldu, gülmeye başladım. Güpegündüz soyulmuştum. Direkt polise mi gitsem diye düşündüm. 'Memur bey Galata Kulesinin üstünde uçan kuşlara baktığım için kuş başına 5 lira aldılar benden' diye şikayet edesim vardı. Fatura’da, maskeye tam 56 TL ödediğim yazıyordu.
hey allam...
Watsons diye bir kozmetik dükkanına girdim. Selpak ıslak mendil filan almak için. Ben girerken bir kadın söylenerek hışımla çıktı dükkandan. Kasiyer de arkasından bağırıyordu.
'Haksızsınız tabi, maaşımdan kesecekler...’
yine olayın tam ortasına düşmüştüm. Kasiyer kızcağız sinirden titriyordu. Diğer çalışanlar yatıştırmaya çalıştılar. Bu esnada 'olay nedir?' diye sorabildim. Gülsuyu kolonyasının alkol oranı tartışmasından çıkmış kavga. Müşteri kolonya bulamayınca kasiyer gülsuyu önermiş. Müşteri alkol derecesini sormuş, kasiyer 'aynı' demiş. Kadın da almış. 10 dakka sonra ağzı açık şekilde getirip kızın önüne atmış açık şişeyi. Meğer 70 dereceymiş satın aldığı gülsuyu kolonyası. 10 derecelik alkol farkından kavga çıkıyordu; insanlar o derece gergin ve sinirliydi.
alay ediyorlardı tabiki benimle. Çünkü onlar için endişeleniyordum.
Çayımı alıp bahçeye çıktım. Hava öyle ılık öyle güzeldi ki... Mucizevi bi coğrafya diye düşünüyor insan baharla coşan toprağın üzerindeki bitkileri, çiçekleri, yeşili ve bilimum diğer renkleri görünce.
Sonunda rahat bir nefes almıştım. Herşey yolundaydı.
Burada bekleyebilirdim dünyanın sonunu.
Limon ağacına takıldı gözüm.
when life gives you lemons... çayına atacaksın bi dilim.
tamam tamam cıvımak yok.
hayat sana limon verdiyse yüzünü ekşitmek yok.
zaten o kadar ekşi değiller, bu ağaçtakiler tatlı limon. Meyve niyetine yersin, o denli.
Hayat sana limonun bile tatlısını veriyor ve sen...
orada o bahçede yeni yeşeren baharın içinde otururken belki rahatlamış; fakat aynı zamanda oldukça umutsuz olduğumu hissettim.
Şöyle bi not almışım diziyi izlerken.
’sometimes doing the right thing feels like commiting a crime.'
evde kal!
Bizim gibilerin evde kalabilmesi için kimlerin kalmaması gerekiyor bu memlekette?
Ah drifter ah!
'gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini.... '
Kafka
Korku’da anlaşılmayacak birşey yoktur diyor Alfred Hitchkok. Sonuçta hepimiz çocukken birşeylerden korkmadık mı? bugün bizi korkutan şeyin dünkinden bir farkı yok pek. Kırmızı başlığın altından çıkan kurt kafası. Bu seferki yalnızca başka bir kurt.
Yola çıkmadan önce teçhizatlanmak gerekiyordu. Maske almam konusunda baskı vardı. Eczaneye uğradım. Kapı kapalıydı ve önünde sıra vardı. Kapının üstünde 'hepimizin sağlığı için lütfen sıraya uyalım.’ notu asılmıştı. Sırada bekleyen insanlara dikkat ettim, herkes çok gergindi, normalde böyle kuyruklarda küçük küçük laflamalar, ortaya söylenmeler filan olur bilirsiniz; çıt çıkmıyordu. Beklerken sıkıldım ve çok yalnız hissettim; sık sık Hollandada hissettiğim yalnızlıktandı.
Sonunda sıra bana geldi ve dükkana girdim. Eczacılar maskeli değildi henüz. Maske satıp satmadıklarını sordum. Uçağa bineceğimi maske istediğimi söyledim. Eczacı 'filtreli' öneriyoruz dedi, 'olur' dedim.
- First defense ister misiniz? alsanız iyi olur.
- Aslında ben de onu soracaktım. Annem ve babamın yanına gideceğim, biraz da tedirginim, bloker filan gibi bişey...
lafımı bitirmemi beklemeden, 'size bağışıklık sistemi kuvvetlendirici 15 günlük kür beta glukan, propolis tablet, el dezenfektanı, cep kolonyası, filtreli maske ve first defense vermemiz gerekir' dedi.
‘öyle diyorsanız...’diyebildim.
Baktı teslim bayrağını çoktan çekmişim devam etti.
Beta glukan’dan üç kutu veriyorum anneniz babanız da kullansın, bir kutusu bedavaya gelecek.
'iyi ozaman’ dedim.
Eczaneden çıktığımda, hemen çıkar çıkmaz değilse de bir kaç adım attıktan sonra kendime geldim ve sinirim bozuldu, gülmeye başladım. Güpegündüz soyulmuştum. Direkt polise mi gitsem diye düşündüm. 'Memur bey Galata Kulesinin üstünde uçan kuşlara baktığım için kuş başına 5 lira aldılar benden' diye şikayet edesim vardı. Fatura’da, maskeye tam 56 TL ödediğim yazıyordu.
hey allam...
Watsons diye bir kozmetik dükkanına girdim. Selpak ıslak mendil filan almak için. Ben girerken bir kadın söylenerek hışımla çıktı dükkandan. Kasiyer de arkasından bağırıyordu.
'Haksızsınız tabi, maaşımdan kesecekler...’
yine olayın tam ortasına düşmüştüm. Kasiyer kızcağız sinirden titriyordu. Diğer çalışanlar yatıştırmaya çalıştılar. Bu esnada 'olay nedir?' diye sorabildim. Gülsuyu kolonyasının alkol oranı tartışmasından çıkmış kavga. Müşteri kolonya bulamayınca kasiyer gülsuyu önermiş. Müşteri alkol derecesini sormuş, kasiyer 'aynı' demiş. Kadın da almış. 10 dakka sonra ağzı açık şekilde getirip kızın önüne atmış açık şişeyi. Meğer 70 dereceymiş satın aldığı gülsuyu kolonyası. 10 derecelik alkol farkından kavga çıkıyordu; insanlar o derece gergin ve sinirliydi.
HAVAALANI
Taksinin bagajından bavulumu çıkarttım. İç hatlar gidiş kapısı sensörü beni görüp kapıyı açtığında bir bilim kurgu filminin havaalanı sahnesine düşmüştüm sanki. Kesinlikle 1 hafta öncesinden eser yoktu. Hersey çok farklıydı. Bi'kere garipsenecek kadar kalabalıktı ve etrafta dolaşan maskeli insanlar vardı. Herkes nereye gidiyordu böyle? O gergin enerjiyi vücudunuzun her hücresinde hissediyordunuz. Tedirginlik bulaşıcıydı, korku bulaşıcıydı, gerginlik bulaşıcıydı, çünkü korona .bulaşıcıydı.
İnsan?
bulaştırıcı.
Herkes birbirine bulaştırıyordu korkusunu.
Bizim gibi kalabalık ve fazla içli dışlı sosyal yaşama alışmış toplumlarda bu bir avantaja dönüşebilir; tedbir artar diye düşünmüştüm önce. Ama o gün kimsenin benim de dahil bir başkasının aldığı tedbire güvendiği yoktu. Diken üstündeydik. Uçağa alınmayı beklerken yanıma bir kadın oturdu. 3 m maskesi, ellerinde eldivenleri vardı: boğazını kapatan bir fular... Ben henüz takmamıştım maskemi, uçağa binince takarım diye düşünüyordum. Onu öyle görünce takmaya karar verdim. OOOvvv bu kadar rahatsız birşey olduğunu düşünmemiştim takana kadar. Önce boğulacak gibi oldum. Burnumdan mı ağzımdan mı nefes alsam bilemedim. Anında çıkartma refleksi gösterdim ama özellikle uyarmışlardı. Maskenizi taktıktan sonra olabildiğince maskeye dokunmamaya çalışın. Asla ikide bir takıp çıkartmayın. Elinizle taşıdığınız virüsü bakteriyi maske sayesinde bünyenize kolaylıkla davet edersiniz demişlerdi. Işte o an 'The fucking end of the world' diye düşündüm. Bundan sonra bu şekil mi yaşayacaktık? Yarım ve ılık nefesler soluyarak... yağmurlarda ıslanmak istedim. Yola çıkmakla aptalca birşey yaptığımı da düşünmeye başlamıştım. Bu psikolojiden kurtulmam gerekiyordu. Maskeli kadının yanından kalkıp tekrar dükkanların olduğu bölüme doğru yürüdüm. D&R’ı gördüm. Ne kadar OT, Kafa, tuhaf vs. varsa topladım. Kendimi meşgul etmeye karar verdim. Uçağa biner binmez kulaklıklarımı taktım Bodrum'a inene kadar kafamı kaldırmadan okudum.
Ne okudum, ne anladım hatırlamıyorum ama tek birşey düşünüyordum artık hiç birşey eskisi gibi olmayacaktı ve akli dengemi korumak icin eskisinden daha çok çaba sarfetmem gerekecekti.
’Tutun kızım düşeceksin' diye uyardı ve uyandırdı bi teyze sesi.
havaalanı otobüsünün içindeydik. Tutunmuyordum ve shuttle hareket edince dengem bozulmuştu haliyle.
‘Yaa teyzeciğim işte onu yapamıyorum ben, bi yapabilsem'
Spinoza’nın dediğine göre; insanın stabil durumunu korumasının ilk şartı var olmayı istemesiydi. Var olmaya mı yok olmaya mı meyilliydim buna bi karar vermek gerekirdi.
‘Live or die but don’t poison everything!’
Tutunmaya çalışmayıp var olmaya karar verdim. Pekiala tutunmadan da varolunabiliyordu. Bulut gibi. Varlık yokluk söz konusuyken tutunmanın önemi yoktu. En azından o gün öyle hissediyordum. Diğer hissettiğim şeyler ise, sinir bozucu bir başağrısı ve yorgunluktu.
bavulumu alır almaz kendimi tuvalete attım ve olabildiğince dezenfekte etmeye çalıştım üstümü başımı. Bütün kaslarım gerilmişti, sanki her yerimde virüs varmış gibi hissediyordum. Uzerimdeki sweatshirti çıkartıp bir poşete koydum. bavuldan yenisini giydim. Eczacnın verdiği dezenfektan spreyle bavulumu, çantamı, telefonumu elimin değebileceği herşeyi temizlemeye çalıştım. Yaptığım herşey saçma sapan geliyordu ama kendimi alamıyordum. Saçımı da yıkasam mı diye bile düşündüğümü itiraf ediyorum. Tek kaygım bizimkilere virüsü götürmediğimden emin olmaktı ve ne yazık ki hiç değildim. Sürekli kendimi yokluyordum. Ateşim var mı boğazımdaki kaşıntı neden? Bu baş ağrısı da nerden çıktı? Midem de mi bulanıyor yoksa? vs. vs.
Lavaboda elimi yıkarken bir kaç kere vazgeçmek geçti içimden. Sonra deliliğime hakim olmaya karar verdim. Bir kaç nefes aldım dışarıya çıktım. Bizimkileri aradım. Beni almak için geldiklerini biliyordum.
Annem sarılmak icin atılacak gibi oldu hemen durdurdum. Babam bavulumu bagaja koymak istedi ona da izin vermedim.
-herkes bi geri çekilsin. diye şarladım, dakka bir gol bir.
‘Tamam tamam’ diyerek sindiler.
LİMON AĞACI
Paranoyayı üzerimden atmak kolay olmadı. Özellikle ilk bir kaç saat yanıma yaklaşılacak gibi değildi. Keçileri iyice kaçırmış olduğumu düşünüyorlardı. Bir makine çamaşır yıkadım. Çamaşırları asarken annem aşağıdan seslendi;
-çayını karton bardakta mı istersin?
-anlamadım?
-hayır içtikten sonra imha edeceksen, yazık olmasın ince bellime.
alay ediyorlardı tabiki benimle. Çünkü onlar için endişeleniyordum.
Çayımı alıp bahçeye çıktım. Hava öyle ılık öyle güzeldi ki... Mucizevi bi coğrafya diye düşünüyor insan baharla coşan toprağın üzerindeki bitkileri, çiçekleri, yeşili ve bilimum diğer renkleri görünce.
Sonunda rahat bir nefes almıştım. Herşey yolundaydı.
Burada bekleyebilirdim dünyanın sonunu.
Limon ağacına takıldı gözüm.
when life gives you lemons... çayına atacaksın bi dilim.
tamam tamam cıvımak yok.
hayat sana limon verdiyse yüzünü ekşitmek yok.
zaten o kadar ekşi değiller, bu ağaçtakiler tatlı limon. Meyve niyetine yersin, o denli.
Hayat sana limonun bile tatlısını veriyor ve sen...
orada o bahçede yeni yeşeren baharın içinde otururken belki rahatlamış; fakat aynı zamanda oldukça umutsuz olduğumu hissettim.
Şöyle bi not almışım diziyi izlerken.
’sometimes doing the right thing feels like commiting a crime.'
evde kal!
Bizim gibilerin evde kalabilmesi için kimlerin kalmaması gerekiyor bu memlekette?
Ah drifter ah!
'gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini.... '