3 Kasım 2023 Cuma

Müstakbel Suçlar

David Cronenberg’e karşı hiç boş değilim. Adamı çok etkileyici buluyorum. Can’t help it.  

Neyse ‘Crimes of the Future’ filminden bahsedeceğim. Film yazmayalı çok olmuş, aslında birşey yazmayalı çok olmuş da neyse…

 

Saçma sapan bir thriller mış, kanlı revanlı sahneler varmış, bukadar abuk sci-fi olur muymuş; başka mevzu mu bulamamış filan gibi yorumlar duydum bu film hakkında. 

Dedim hemen bir müdahale edeyim. 

Filmin horhor thriller filan bi durumu yok arkadaşlar aldanmayın bu laflara. 

Body Horror diye yaftalamışlar adamı bir kere, seviyor biraz kan akıtmayı yalan değil ama bu seferki mevzu başka. 


Bir anlam peşindeyiz!

Bu kez body art performance hasebiyle kesmeli biçmeli. İlginç birşe söylüyor. Katılır mısınız bilmem.


Sizce de insanlığın hem fiziksel hem ruhsal acı eşiği yükselmedi mi? 

Şu Gazze’de olanlara bakıyoruz öyle, öööyle bakıyoruz.

depremler, seller, terör, tecavüz, kadına şiddet, çocuğa şiddet …

İnsan acıya tepki veremeyen, acı çekemeyen bir yaratığa doğru evriliyor mu? 

O zaman sanat acıyla relete edebildiği, hissetmese de fantasize   ettigi bir kavarama mı dönüşecek?


‘Body is your reality!’  diyor Cronenberg. 

Vücudun senin gerçekliğindir. Bu  ne demek? 

Ciddi birşey olsa gerek. Hepimizin dna’si farklı olduğuna göre hepimizin gerçekliği farklı olmalı. 


Katarakt ameliyatı geçirmiş, artık o kadar keskin değil görüşüm ve renklerde bazı kaymalar var, eskisi kadar canlı görmediğimi hissediyorum renkleri diyor. 

Roportaji yapan, “bu sizin için zor/üzücü olmalı sonuçta görsel sanat yapıyorsunuz diye soruyor. 

Cronenberg, iştahla Yo yo aksine, artık başka bir gerçeklikte yaşıyorum ve bu beni çok heyecanlandırıyor diyor. 


Şöyle düşünün koltukta oturmuş televizyon izliyorsunuz ve yanınızda da köpeğiniz oturuyor. ikinizde tv’ye bakıyorsunuz. Sizce aynı gerçeklik içinde misiniz? 

Öyleyse aynı zaman ve aynı mekanın içinde farklı gerçeklikler var çünkü farklı vucutlar var.  

Küçücük bir hücre başlı başına bir evren, kendince bir realite.  

Yani beden müdahale edildiğinde gerçekliğiniz değişir. 

Bedeninize ne kadar müdahale ediyorsunuz?

Eski insanlara oranla yeni insanlar bedenlerine ne kadar müdahale ediyor? Düşündünüz mü bunu? 


Synthetic Biology çok seksi konulardan malum. Redesigning organisms. 

-Neden yeniden düzenlemeye ihtiyaç duyalım? 

-Adapte olabilsinler diye. 

-Neye? 

-Yeni dünya düzenine. Kıt kaynaklı filan. 


Soru:

-Gerçekten plastik yiyen yaratıklar mı olacağız? 

-Yiyormuşuz zaten.


Google bile biliyor. 

Sorun bakın Google’a 

Are we eating plastic? diye ; ne cevap alacaksınız.


Evet aynen öyle haftada bir kredi kartı hüpletiyormuşuz, haberiniz var mıydı? 


Şimdi bu microplastik sindirim sistemimizin toksik bulduğu birşey ve hastalıklara davetiye çıkartıyor. Tamamen tepkisel. Oysa insan her tür zehre alıştığı gibi buna da alışır ve tepki vermemeye başlarsa? İyi mi olur? Kötü mü olur? 


Peki birgün insan plastiği besin olarak sindirmeye başlarsa bu climate change’ciler, sürdürülebilir yasamcıların filan tadı kaçar mı? Bu kadar uğraş, çaba… Ekmek yoksa plastik yesinler kafası…

O zaman dünya nasıl bir yer olur? Gerçeklik ? nasıl bir gerçeklikten bahsedeceğiz?


Cronenberg’i çok devilish bir aproach’ta yakaladım yani.  

Not düşeyim dedim. 

Kan tutan izlemesin! 



1 Eylül 2023 Cuma

Eylül playlisti


1 Eylül playlisti yapayım dedim. Nasıl yağmur yağıyor allam. Düne kadar 30 derecede sürtüyordum heyhat. İnsan kuş misali…

Bas çalsın🫵



 Herkese iyi Eylüller 🙌

1. Potkal - https://www.youtube.com/watch?v=TUXR1nFxbqU

2. Dans La Merco Benz https://www.youtube.com/watch?v=kO4wrWoS5QE

3.Winter Rose https://www.youtube.com/watch?v=TAImG6OPq0I

4. Le feuilles mortes https://www.youtube.com/watch?v=TVB0AaAhDlY

5. Get Misunderstood https://www.youtube.com/watch?v=uj1QwRAs_Tw

6. Le vent nous portera https://www.youtube.com/watch?v=DmXh5_TB42g

7. Good Friday https://www.youtube.com/watch?v=uPhT-LF24b0

8. Warewolf  https://www.youtube.com/watch?v=lH56e2OQD0Y

9. Different Pulses - https://www.youtube.com/watch?v=gnhJ4Ceor_M.  

10. Everybody’s gotta learn sometimes  https://www.youtube.com/watch?v=uMoXXrDb3VM

11. A sunday smile https://www.youtube.com/watch?v=KsaikztLVBc

12. Enjoy the silence https://www.youtube.com/watch?v=zpvfb2jkkKc

Bonus track ; All the world is green https://www.youtube.com/watch?v=3CfF7vKyO5A

23 Temmuz 2023 Pazar

Bullshit!!!

Yaşadığımız çağın filozoflarından biri olarak bilinen Princeton Profesörü Harry Frankfurt aynı Kundera gibi 94 yaşında ebedi yolculuğuna uğurlandı.  Ruhun huzur bulsun, nereye gittiyse diyelim. 

Harry Frankfurt'un birazdan paylaşacağım videosunun bu blogda bulunmasını istedim. Kendisi 2016'da vermiş bu röportajı. 

Bu arada kısaca tanıtmak gerekirse: hani, 'neyin filozofuymuş bu Frankfurt?' diyenleriniz olabilir: 

Bullshit felsefesinin profesörü diye nam salmış olsa da aslında bence bullshit kadar onemli bir diğer husus var ki kafa yorduğu ve vurgu yaptığı... adama boşuna filozof demiyorlar. 

Insanları önem verdikleri şeyler üzerinden tanımlıyor. 

Ya da şöyle söyleyelim: 'Önemseyen Insandır' diyor.

Peki önemsemeyen?

Önemsemeyen Wanton'dur.  

'Insanın önemsedikleri yüzünden iradesi vardır, Ahlaksızın yoktur.' 

Basitmiş gibi geliyor kulağa ama wanton olmak da öyle kolay olunan birşey değil.  Ufff çok bedelli bişey. çok şeytana  satmalı filan... 

neyse ahlaksızı savunuyor gibi olmayalım, polemiğe girmeyelim.  

(further reading:  https://en.wikipedia.org/wiki/On_Bullshit#/media/File:On_Bullshit_cover.jpeg)

 vimeo'nun i frame'i çalışıyor mu diye merak ettiğimden bu linki deneyeyim dedim 

<iframe title="vimeo-player" src="https://player.vimeo.com/video/167796382?h=a4024de3ab" width="640" height="360" frameborder="0"    allowfullscreen></iframe>

çalışmazsa link burada

https://vimeo.com/167796382

o da çalışmazsa



özetle : bullshitting yalan söylemekten çok daha tehlikeli bir şeydir. 


Bu arada 'bullshit'in (bizim bugün kullandığımız anlamda yani argoda) yaratıcısının T.S. Eliot olduğunu biliyor muydunuz? 

tevatürün burasına çok gülüyorum çünkü bana  anında birini hatırlatıyor: 

Dediklerine göre  Bullshit T.S.Elliot'un yasarken basılmamış bir şiirinde bizim bugun kullandığımız argo anlamıyla kullanılmış ilk defa. O şiir de T.S.E'nin  editörlere atfettiği : ladies diye başladığı icin saygılarını sunduğu editörlerin kadın olduğunu anlıyoruz ahahahah. 

The Triumph of Bullshit - T.S. Eliot

Ladies, on whom my attentions have waited
If you consider my merits are small
Etiolated, alembicated,
Orotund, tasteless, fantastical,
Monotonous, crotchety, constipated,
Impotent galamatias
Affected, possibly imitated,
For Christ's sake stick it up your ass.

Ladies, who find my intentions ridiculous
Awkward, insipid and horribly gauche
Pompous, pretentious, ineptly meticulous
Dull as the heart of an unbaked brioche
Floundering versicles freely versiculous
Often attenuate, frequently crass
Attempts at emotion that turn isiculous,
For Christ's sake stick it up your ass.

Ladies who think me unduly vociferous
Amiable cabotin making a noise
That people may cry out "this stuff is too stiff for us"-
Ingenuous child with a box of new toys
Toy lions carnivorous, cannon fumiferous
Engines vaporous- all this will pass;
Quite innocent, -"he only wants to make shiver us."
For Christ's sake stick it up your ass.

And when thyself with silver foot shall pass
Among the theories scattered on the grass
Take up my good intentions with the rest
And then for Christ's sake stick them up your ass.

29 Haziran 2023 Perşembe

Güneş mi batarmış?


Ben mişim -neymiş- su sesiymiş

Oymuş -cam kırıkları gibi gövdemi yakan-
Yanağında sardunya kokusuyla yazdan
Kimmiş o gelen ya giden kimmiş
Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş
Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan.

Güneş mi batarmış bir özel ismi bitirir gibi
Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan
Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan
Kim koparmış dalından bu yabani incirleri
Ya kimmiş kıyıya çeken hayalet gemileri
Ne yazılmış nereye bu garip kargaşadan.

Yıldızlar, büyülü ülke adımı unutturan
Bir kaya, bir ot, bir akarsu
Hangi yaz şarkıcılarının ürpertili korosu
Ki bütün ölüleri sığa çıkaran
Ve kenti bir ölüm derinliğine salan
Yani bir gül solarken bir gülün açma korkusu.

Şiirler yazdım, kitaplar okudum
Elimde bir bardak aldım, onu yeniden oydum
Derinlerde kaldım böyle bir zaman
Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan
Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları
Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.

Edip Cansever
Yerçekimli Karanfil (Toplu Şiirleri), Adam Yayınları



3 Mayıs 2023 Çarşamba

in my solitude




Yalnızlık ve özgürlük kopmuş olamaz. 
Yalnızlıkla özgürlüğün göbek bağı var. 
Özdemir Asaf la Zygmunt Bauman’ın buluşması gibi. 
‘Yalnızlık paylaşılmaz paylaşılsa yalnızlık olmaz’ dizelerinin geçtiği şiiri okuduğumda anında aklım Bauman’ın quotation’ını çağrıştırıyor.
‘insanın özgür kalabilmesi için en az iki kişi gerekir.’    O kapı açık olacak. şu veya bu sebeple üstüne kilitlenmiş değil… İstediğinde çıkıp gidebileceğin kapı… Belki de hiç çıkmayacaksın ama açık olacak.

Yalnızlığı niye sevdiğimi düşünüyorum. özüme, özgürlüğüme düşkün olduğum için, aslında zararsız görünen bir vahşi olduğum için, kafese kapatılmak yırtıcılığımı kışkırttığı, yıkıcılığımı bin kat arttırdığı için. özgür olmadığım zaman eksiğim ve adeta başka birisiyim. Yalnızlığı kovalarım sırf özgür kalabilmek uğruna, kendim olabilmek, vahşi kalabilmek ve biraz olsun self-destructive’liğimi azaltabilmek adına.

Oysa tam anlamıyla yalnız kaldığımda yokum. 
Olabilmem için eko lazım. kendimi duyabilmem için sesimin bir duvardan, şeklimin bir aynadan bana yansıması lazım. Ancak o zaman var olabilirim. Ve var olamazsam özgür de degilim çünkü. Özdemir Asaf’a dönelim :

Yalnızlık, yaşamda bir an, 
Hep yeniden başlayan.
Dışından anlaşılmaz. 
Ya da kocaman bir yalan,
Kovdukça kovalayan.
Paylaşılmaz. 
Bir düşün'de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz. 

Yalnızlık özgürlükten ayrı düştüğünde acı verici, yaralayıcı oluyor, insanın özgür kalabilmesi için de iki kişi olmak lazım. O zaman bak bakalım paylaşılıyor mu paylaşılmıyor mu?







22 Mart 2023 Çarşamba

Gecenin parçası: Blue Monday 1930 cover


bu arkadaşlar Orkestra Obsolete 
Parça bildiğimiz New Order'ın Blue Monday'i ama 1930'ların orijinal enstrümanlarıyla çalmışlar acayip olmuş. 

yine de synthesizer'ın ne çılgın bir icad olduğunu bir kez daha idrak etmek üzere 1983 orijinal versiyonuyla karşılaştırmak isteyen olur diye 
buraya koyalım.






 

20 Mart 2023 Pazartesi

17 Mart 2023 Cuma

Canım Galatasarayımıza 15. hafta şarkısı




Geçen hafta herhalde iyi partileşmişler, olur öyle - helali hoş olsun, ne diyelim? 


Herşeyin bir sonu var elbet. 14 haftalık rekor galibiyet serisini bozan golü 90+3 de yemeyeydik iyiydi ama olsun. Konya da iyi takım ama simdi. 

Okan Buruk Hocam’a da -yakışıklı oliviera’yı çıkarmakla iyi mi etti bilemiyorum ama yine de- maaşallah diyorum.


Icardiciiim bu hafta olmadı sen de farkındasın, haftaya ayıl da gel bi rica edicim. (Çok büyük piyango çıksa şu icardiyi satın alıp Galatasaray’a bağışlayacağım. evladım gibi seviyorum.) 

Gomis sana ne diyeyim?  seni de severim aslında da ben ikinci gelişleri sevmiyorum. 

16 Şubat 2023 Perşembe

Gülüşün ve Unutuşun Kitabı

İnsan her daim unutma eğiliminde. Unutmak insanın en önemli savunma mekanizması. Sadece acıyı değil mutluluğu da unuturuz. Unutmazsak yaşama katlanmayız çünkü. Mutluluğun her anını hatırladığınızı düşünsenize…


Unutmamaya direnebiliriz. Ama sonunda yenileceğiz. Hatta yenilmeye başladık bile.


Ta ki hatırlayana dek. Ama unutturacaklar, tekrar ve tekrar. Çünkü “The struggle of man against power is the struggle of memory against forgetting” Sonra belleğimiz öyle bir bükülecek ki...Belki de böylesi daha evla diyeceğiz ve devam edeceğiz… 


Milan Kundera’nın çok alıntılanan bir paragrafı var: 

Derida da üzerine epey yazmıştır. 


“The first step in liquidating a people is to erase its memory. Destroy its books, its culture, its history. Then have someone write new books, manufacture a new culture, invent a new history. Before long the nation will begin to forget what it is and what it was.”

  

The Book of Laughter and Forgetting Can yayınlarından Gülşün ve Unutuşun Kitabı olarak çevrilmiştir. Bu kitabın 6 Bölümü Melekler’de geçer bu paragraf,  ama bu paragrafın öncesinde de müthiş bir anlatı vardır. 

Ben buraya alıntılamak istiyorum. Bulusun. 


“1948 şubatında, komünist parti yöneticisi Klement Gottwald, Prag'ın barok üsluplu bir sarayının balkonundan eski kentin büyük alanına toplanmış yüzbinlerce yurttaşına nutuk çekmeye başladı. Bu, Bohemya'nın tarihinde önemli bir dönüm noktası oluyordu. Kar yağıyordu, hava soğuktu ve Gottwald'in başı açıktı, Clementis, büyük bir ilgiyle, başındaki kürk şapkayı çıkarıp Gottwald’ın kafasına koydu.


Ne Gottwald, ne de Clementis, Franz Kafka'nın sekiz yıl boyunca, onların bu tarihi balkona çıkmak için kullandıkları merdivenlerden her gün inip çıktığını, bilmiyorlardı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde, bu sarayda bir Alman lisesi bulunuyordu. Bu binanın giriş katında Franz'ın babası Hermann Kafka'nın bir dükkânı olduğunu ve levhasında adının yanında, Çekçede 'alakarga' anlamına gelen Kafka'yı simgeleyen bir resmin yer aldığını da bilmiyorlardı.


Gottwald, Clementis ve ötekiler, Kafka hakkında bir şey biliniyorlarsa bile, Kafka onların bilgisizliğini biliyordu. Romanında Prag, belleği olmayan bir kenttir. Bu kent, kendi adını bile unutmuştur. Orada kimse bir şey anımsamaz, hatta Joseph K. bile geçmiş yaşamı konusunda hiçbir şey bilmiyor sanılır. Orada hiçbir şarkı, bizi geçmişle bugünü birbirine bağlayacak doğum anını anımsatacak hiçbir şarkı işitilmez.


Kafka'nın romanının yaşandığı zaman, sürekliliğiyle bağını yitirmiş bir insanlığın dönemidir. Öyle bir insanlık ki, hiçbir şey bilmemekte,”


“hiçbir şey anımsamamakta, adları olmayan kentlerde oturmaktadır. O kentlerin sokaklarının adları yoktur, ya da bir gün öncekinden başka bir ad taşımaktadır, çünkü ad, geçmişin bir sürekliliğidir ve geçmişi olmayan insanlar da adsız insanlardır.


Prag, Max Brod'un dediği gibi, bir kötülük kentidir. Cizvitler, 1621'deki Çek reformunun yenilgisinden sonra halkı, gerçek katolik inancı yerleştirmek üzere yeniden eğitmeye kalktılar ve Prag'ı görkemli barok katedrallere boğdular. Binlerce taşlaşmış aziz, her yandan size bakar, sizi tehdit eder, gözetler ve büyüler; bu, halkın ruhundan inancını ve öz dilini koparıp almak için üç yüz elli yıl önce Bohemya'yı işgal etmiş olanların çılgın ordusudur.


Tamina'nın doğduğu sokağın adı Schwerinova idi. Almanların Prag'ı işgal altında tuttuktan savaş sırasındaydı bu. Oysa babası Tchernokosteleka 'Siyah Kilise' caddesinde doğmuştu. O zaman Avusturya-Macaristan İmparatorluğu egemendi kente. Annesi, babasının yanına, Mareşal-Foch caddesine gidip yerleşmişti. 1914-1918 savaşından sonra Tamina, çocukluğunu Stalin caddesinde geçirmişti ve kocası yeni yuvasına götürmek için Vinohrady caddesinde gelip bulmuştu onu. Oysa, bunların hepsi aynı sokaktı ama adı durmadan değişiyordu, aptallaştırmak için beynini yıkıyorlardı insanın.


Nasıl adlandırıldıklarını bilmeyen sokaklarda, devrilen anıtların hayaletleri dolaşıyordu. Çek reformuyla devrilen, Avusturyalıların karşı reformlarıyla devrilen, Çekoslovakya Cumhuriyeti tarafından devrilen, komünistler tarafından devrilen anıtlar. Hatta Stalin heykelleri bile devrilmişti. Bütün bu devrilen anıtların[…]”

“üstündeki çimenler, unu tuşun melankolik çiçekleri gibi büyüyor.

 

2.


Eğer Franz Kafka belleksiz bir dünyanın habercisiyse, Gustav Husak o dünyanın yaratıcısıdır. Kurtarıcı Başkan diye anılan T.G. Masaryk'ten sonra (bütün adına dikilen anıtlar, istisnasız yıkılmıştır), Benes, Gottwald, Zapotocky, Novotny ve Svoboda'dan sonra, Husak ülkemin yedinci başkanı'dır, yani unutuş'tur o.


Ruslar 1969'da onu iktidara getirdiler. 1921'den bu yana Çek halkının tarihi böylesine bir kültür ve düşünce kırımı görmedi.


Her yanda Husak’ın sadece siyasal rakiplerini ezdiği sanılır. Oysa, siyasal muhalefete karşı yapılan savaş, Ruslar için, uşakları aracılığıyla çok daha temelde bir şeyleri yok etmek üzere hayal bile etmedikleri bir fırsattan başka bir şey değildi.


Bu açıdan bakınca, Husak'ın üniversite ve bilim enstitülerinden yüz kırk beş Çek tarihçisini kovmuş olması bana çok anlamlı görünmektedir. (Her tarihçiye karşı, bir peri masalındaki gibi, Bohemya'nın bir yanında, esrarlı bir biçimde bir Lenin anıtının yükseldiği söylenir.) 1971'de bu tarihçilerden biri olan Milan Hübl, son derecede kalın camlı gözlükleriyle, Bartolomejska sokağındaki küçük dairemdeydi. Pencereden Hradchine kulelerine bakıyorduk ve üzgündük.


"Bir halkı ortadan kaldırmak için, belleğini yok etmekle işe başla”


“başlanır," diyordu Hübl. Kitaplarını, kültürlerini, tarihlerini yok ederler. Bir başkası onlara başka kitaplar yazar, bir başka kültür verir, bir başka, tarih uydurur. Ve böylece halk, yavaş yavaş ne olduğunu, daha önce ne olmuş olduğunu unutmaya başlar. Çevresindeki dünya da onu daha çabuk unutur."


"Ya dil?"


"Ne diye unuttursunlar onu? Nasıl olsa, er geç kendiliğinden ölecek bir folklordan başka şey olmayacaktır ki."


Acaba bu, çok büyük bir üzüntünün sonucu olan bir abartma mıdır?


Ya da, halkın bu düzenlenmiş unutma çölünü canlı olarak aşamayacağı doğru mudur?


İçimizden kimse nelerin olup biteceğini bilemez, ama bir şey kesin: İleriyi görme dakikaları içinde Çek halkı, hemen önündeki kendi ölümünün imgesini fark edebilir. Ne bir gerçek, ne de kaçınılmaz bir gelecek olarak, ama kesinkes somut bir olasılık olarak. Ölümü kendisiyle birliktedir.”





14 Şubat 2023 Salı

Drifter’ın düşünce balonu

 Serkay Tütüncü kardeşim, sana helal olsun! İşte biz sizden kutu paketlemenizi değil popülaritenizi toplumda duyarlık yaratacak meta level eleştiri yapabilmek için kullanmanızı bekliyoruz. 

İki dizide de oynamayıveririz amk!’ slogan olmalı.

10 Şubat 2023 Cuma

Bu alıntı burada dursun.

ACININ ANLAMI


Umutsuz Bir durumla karşılaştığımız, değiştirilemeyecek bir kaderle yüz yüze geldiğimiz zaman bile yaşamda bir anlam bulabileceğimizi asla unutmayalım. Çünkü o zaman önemli olan şey, kişisel bir trajediyi bir zafere, kendi zor durumunu bir insan başarısına dönüştürmek ve sadece insana özgü eşsiz insan potansiyeli olabildiğince göğüslemektir. Artık bir durumu değiştiremeyecek bir noktaya geldiğimiz -örneğin tedavisi olanaksız bir kanser gibi iyileşme şansı olmayan bir hastalığı düşünün- zaman kendimizi değiştirme yoluna gideriz. 


Açık bir örnek vermeme izin verin. Bir keresinde pratisyen hekim olarak çalışan yaşlı birisi yaşadığı ağır depresyon nedeniyle bana geldi. İki yıl önce ölen ve herşeyden çok sevdiği karısını kaybetmeye alışamamıştı. Ona nasıl yardım edebilirdim , ona ne söyleyebilirdim? Birşey söylemekten kaçındım ancak onu şu soruyla karşı karşıya getirdim. ‘Sen ondan önce ölseydin ve karın seni yaşatmak zorunda olsaydı ne olurdu doktor?’ 

‘ ah’ diye karşılık verdi. ‘Bu onun için korkunç olurdu. Ne kadar acı çekerdi’ Bunun üzerine ‘görüyorsunuz ya doktor, onu bu açıdan kurtaran sizsiniz: elbette bunun bedeli de şimdi sizin onu yaşatmak ve yasını tutmak zorunda olmanız.’ dedim. Tek kelime etmeksizin elimi sıktı ve büromdan ayrıldı. Her nasılsa acı, bir özverinin anlamı gibi bir anlam bulduğu anda acı olmaktan çıkıyor. 


Elbette kesin anlamı içinde bu terapi değildir. Çünkü herşeyden önce doktorun umutsuzluğu bir hastalık değildi. Ve ikincisi kaderini değiştiremez karısını diriltemezdim. Ama değişmez kaderine yönelik tutumunu değiştirmeyi başardığım andan sonra, çektiği acıda en azından bir anlam bulabilmiştir.  Logoterapinin temel ilkelerinden birisi, insanın temel uğraşının haz almak  ya da acıdan kaçınmak değil, yaşamda bir anlam bulmak olduğunu göstermektir. İnsanın, elbette acısının bir anlamı olması koşuluyla, acı çekmeye hazır olmasının nedeni budur. 


Ama şuna kesin olarak açıklık kazandıralım: Anlam bulmak için acı çekmek kesinlikle gerekli değildir. Ben sadece acıya rağmen anlamın olası olduğunu - elbette acının kaçınılmaz olması koşuluyla- vurgulamak istiyorum. Acının kaçınılabilir olduğu durumlarda, yapılacak en anlamlı şey, ister ruhsal veya fiziksel, ister politik olsun, acıya yol açan nedeni ortadan kaldırmak olacaktır. Gereksiz yere acı çekmek kahramanca değil mazoşistçe bir tutumdur.  


Viktor E. Frankl - Insanın Anlam Arayışı






5 Şubat 2023 Pazar

Hikayenin sonu, başlığı ve ağlak pazar şarkısı

Hiç bir zaman gece uykusundan uyandırıp ‘beni uyku tutmadı kalk bi yürüyelim’ diyemeyeceği arkadaşlarından biri...

insanlar yürümeyi bilmiyorlar ki hep birbirlerinin üstüne üstüne yürüyorlar.’ 

Aruoba’ya bu cümleyi yazdığı ve haklı olduğu için rahmet okudu. 

O güzelim kitaptan aklına gelen ilk aforizmanın bu olmasına da içerledi biraz.  Sahi nereye kayboldu o ‘De Ki İşte’den sonra en sevdiğim Aruoba kitabı? diye kitaplığa göz ucuyla baktı ama çok uzun zamandır ortada olmadığını hatırlayarak ve artık yaşamadığı evlerinden birinin deposunda olabileceğini düşünerek fazla da aramadı.

Her zaman böyle müşkülpesent miydi? İnsanları severdi de çünkü. 

mesele bu muydu yani? yürünecek insan kalmamasının sebebi

insanların üstüne üstüne yürümeleri mi yoksa: üstüne yürürken görünmez duvarlarına çarpıp beyin kanamasından ölmeleri miydi?


Beşiktaş’ta pazar sokağındaki kirayı paylaştığı ilk evi geldi gözünün önüne. Karşı apartmandaki öğrenci evini perdeleyen avludaki çınar ağacının yaprakları rüzgarda salındı zihninde. Hayatının sonuna kadar çeviri yaparak geçinebileceğini sandığı o yeni mezun günlerinden artık kim olduğunu bilmediği bir kendisiyle karşılaştı yeniden.  Ev arkadaşı okuldayken balkona bir sandalye çeker bir kitaba dalar, akşama kadar aylak aylak vakit geçirirdi. Gece uyku kaçtı mı saat kaç olursa olsun halihazırda sokakta olan biri mutlaka bulunurdu. Ama zaman geçtikçe o noctrun hayvanlarının büyük bir kısmı geceleri uyumaya karar vermişti hayatlarının geri kalanında. Bir kısmı da netflixe filan takılıyordur herhalde diye tamamladı düşüncesini. ‘Huzursuzlar bile rahata alıştı.’ 


Geçmişi düşünürken içinde ne o mekanlara ne de o insanlara dair büyük bir özlem ya da yoksunluk duymadığını fark etti. Yürüme’den bir alıntı daha geldi aklına. "Bir yeri gerçekten ve toptan terketmeyen, yeni bir yola çıkamaz.


Tanrı Lût’a boşuna dememişti ya, geriye bakmayacaksın diye."


Zaten blogdaki o paragrafı okuyup yürümeli bir sahil sahnesi canlandırdığında daha önce yürüdüğü sahillerin hiç biri gelmemişti gözünün önüne: ne Tarabya sahili, ne köprü üstü ne de izmir kordon. Çocukluğunda Nilay’la çekirdek çitleyerek birbirlerine heyecanla hoşlandıkları çocukları anlattıkları yazlık sahili bile gelmemişti aklına. 

Buna biraz canı sıkılacak gbi olduysa da faza durmadı üstünde. 

Geçmişe dair herşeyi severdi, bütün hikayeleri, bütün müzikleri, bütün giysileri, bütün, bütün, bütün../ ama aklı hep henüz sapılmamış bir yolda, orada bulacağını umduğu bilinmeyenin balındaydı.  

Yoksa bir yere varmak için değil sadece yolda olmak için mi yola çıkılıyordu? Da Vinci'nin bir diğer şifresi de bu muydu mesela.  'Bir yere varmak icin değil yolda olmaktan da yorulunurdu.' bütün harfleri çıkmış olsa da, bu 9 kelimelik cümlenin de içinde bir muamma bir mahrem gizliydi.


Bunu da artık Cabanyal plajının sahil yolunda yürürken düşünürdü.  

 

Aynı anda Valensiya'yı düşünmek kadar keyfini yerine getirecek birşey olduğu geldi aklına 

Ve yine Jerry’e öykündü. George, Kramer ve Elaine’i düşünüyordu. 'Dünyanın sorunu yeterince oldfashioned kaçık olmaması!' dedi kendi kendine. Eskiden her mahallede temiz delirmiş biri olurdu, dairesinde tavuk besleyen filan. Seinfeld’in tüm sezonlarını onlarca kez seyretmesine rağmen özellikle kış aylarında ne zaman 'ismail abi'sizliği başına vursa 6 sezonundan başlayarak (çünkü Seinfeld dizisinin en efsane sezonunun 6 sezonu olduğunu düşünürdü) 7,4,5,3 vs diye tüm bölümleri izleme maratonuna kaptırırdı kendini. Etrafında George, Elaine ve Kramer gibi insanlar olmuş olsa canının hiç sıkılmayacağını düşünürdü.   

Jerry’nin bu kaçıklara sımsıkı tutunmasının sebebini bir kez daha iliklerinde hissetti. Sebep jerry’nin outcastliğinden çok diğer insanların sıkıcılıklarıydı. Yeni nesil anne babaların patalojik durumları, yalnız şehir insanının kapitalist tutkuları, kendini doğaya kapatmış inziva insanının mindfulnesslığı…Herkesin birşeyin peşinde olması…  Jerry bunlardan bunalırdı,  tutunacağı George, Elaine ve Kramer olmasaydı. 

Birden yani hayatını kendini Jerry’nin yerine koyduğu bir sitkom gibi hayal edince içini yine sımsıcak ama sıcacık bir nefesle doldurdu ve o nefesi de bir önceki gibi hemen bırakmadı.


pencereden bakarken görüp durağa gidene kadar takip ettiği yaşlı kadın geldi aklına yine. Otobüse binmeden önce yeşil şişelerin ayrıştırıldığı geridönüşüm konteynerine şarap şişelerini attığını düşündüğü kadın. Sahi nereye gidiyordu bir pazar günü, iyi kalite kaşmir paltosunu giymiş, öğleden sonra,  hava bir dereceyken, eğrilmiş omurgasıyla? Kadını ve eğrilmiş omurgasını düşününce I D’nin kinesiologist olduğunu hatırladı birden ve tüm bu yarım saatlik pencere önü dalışını, yine evrenin kendisine birşey söylemek istiyor olabileceğine yordu. Ama o şeyin ne olduğunu hiç bulamadı.   


Bütün gece Seinfeld bölümlerini seyretti ardı ardına, kendini Jerry’nin yerine koydu ve hiç sıkılmadı. 

Uykusu gelince gece kremlerini sürdü, lenslerini çıkarttı. telefonunu şarja koydu. Huzurluydu ve bir iki dakika içinde de uykuya daldı. 


Titreşim sesine uyandığında gözü radyonun üstündeki saati gösteren dijital sayıları seçti. Uykuyla uyanıklık arasında 02:02’nin saati mi tarihi mi ilan ettiğini anlayamadı bir an, bekledi, oysa radyodaki digital sayalar sadece saati gösterirdi. Eczanenin bilborduna değil de radyonun saatine bakıyor olduğuna ayıldığında komidinin üstündeki telefonun ışığı bir kez daha yandı söndü ve bu yarı uyuyan zihnini eni konu uyandırmış oldu.  gerçekten mesaj gelmişti. Başucundaki lambayı yaktı, telefona uzandı gözlüğünü taktı ve I.D’den gelen mesajı okudu:


Hala uyanıksan sizin oradaki parkın köşesinde buluşalım mı?’ Yazıyordu.

ilk atılan mesajsa altına düşmüştü.

‘ Uyanık mısın?’ 


Gözlerine inanmadı. Hayalperestlerin en genel özelliklerinden biriydi bu. Gözlerine sadece canları öyle istediğinde inanırlardı onun dışında;

'Gözleri kapalı ve herşeyi yanlış anlayarak yaşamak' gibisi yoktu. Strawberry Fields forever!!!


Yok artık dedi kendi kendine.  Bu saatte!

ve hala uykuda olduğunu varsayarak gözlüğünü çıkarttı ışığı kapattı ve uykusuna kaldığı yerden devam etti. 


THE END...

Hikayenin başı icin tık





31 Ocak 2023 Salı

Gecenin animasyonu ve hikayenin devamı




Hırkasının cebindeki telefonu titreyince çıkarttı ve Instagram hesabına gelen mesajı okudu. Biri, epeydir satışta olan Vintage bir kabanın göğüs ölçüsünü soruyordu. ‘Koltukaltından koltukaltına kaç santim olduğunu yazar mısınız?’ diye sorulmuştu soru. Bu ölcüyü iki dakikada yazıp gönderebilirdi ama kendine pazar günleri dükkanıyla ilgilenmeyeceğine dair tutamayacağı bir söz vermişti. 


Son bir yıldır cumartesi pazar demeden deli gibi çalışıyordu. 


Pandemi hayatında çok şey değiştirmişti. ofise gitmek yerine eve kapanınca yine aklına gelen ilk cin fikri uygulamaya koyulmuş ve kendine ciddi ciddi bir iş kurmuştu. Sürdürülebilir moda kuratorüydü artık. 

‘Sürdürülebilir Moda kuratörü mü?’ dedi kendi kendine. 

Bit pazarlarından, eskici dükkanlarından veya garaj satışlarından bulduğu Vintage kıyafetleri aksesuarları toplayıp onları parlatıp yeniden satışa çıkartıyordu. 


Hayatta ilk defa hayalperestliğinin ekmeğini yiyordu mecazın tam anlamıyla.


Doğru zamanda doğru yerdeydi ve bu işin hayalindeki iş olup olmadığını düşünmeye fırsatı olmadan iş tutmuştu, maaşlı işinden istifa etmiş kendi kendinin patronu oluştu. artık dönüş yoktu. Kapitalizmin değirmenine su taşımadığını iddia edip dünyayı kurtardığını sanan insanların safına geçmişti. 

 

Greta’nın ‘how dare you?’ çıkışından sonra Avrupa’da iklimciler, çevreciler daha yüksek sele konuşmaya başlamıştı ve içinde ’sürdürülebilir’ kelimesinin geçmediği bir cümle kurmuyorlardı. Moda sektörü harika bir oyunbahçesiydi bu safsataya inanan ve inanmayanı anında yaftalayan önemli bir kitle için. Özellikle Burberry’nin yeni sezon ürünlerini satışa çıkarmadan önce 36 milyon dolar değerindeki eski sezon ürünlerini yaktığının sosyal medyaya sızması hızlı moda karşıtlarını kışkırtmış, agresifleştirmişti. Paris’te ve Londra’daki protestolar işe yaramış görünüyordu. Fast fashion’a karşı sustainable slow fashion yükseliyordu. 


Pandemi’yle birlikte insanlar internetten alışverişe iyice müptela olunca, sürdürülebilirlik ve internetten alışverişin yolları kesişmiş, bu kesişmeden bir trend, bir sektör doğmuştu. Insanların kullanmadığı veya kullanmaktan sıkıldığı eşyaları satıp, başkasının kullanmaktan sıkıldığı eşyaları almaya teşvik eden ve her satıştan yüzde 10 ila 20 komisyon alan online pazar yerleri türemişti. Bu siteler tüm dünyaya yayılmış, büyük kargo şirketleriyle anlaşarak kargolama maliyetlerini önemsizleştirerek milyonlarca kullanıcıyı kendilerine bağımlı hale getirmişti. Artık Portekiz’deki bir kadın taa iki bin km uzaktaki mesela Belçika’da yaşayan  birinin dolabında beğendiği çoraba 3 euro ödeyerek, Lisbon Brüksel arasındaki kargonun karbon izini asla düşünmeden satın alıyor ve buna ‘sürdürülebilir yavaş moda’ diyordu.  


‘Eh dünya böyle bir yer ve insanlar da bu! Sen ne takıyorsun acaba?  Valensiya’ya odaklan!’ dedi kendi kendine.

 

Asla başkasının giydiği kıyafeti giymem diyen insanlar bile sırf trend olduğu için ikinci el kıyafet alıyorlardı. Insanlar internetten alışveriş yapmaya alıştığında  kullanılmış ürün satmak yeni ürün satmak kadar kolaydı. Çünkü alıcı aslında fotograf alıyordu. Dolayısıyla satacağınız ürünü doğru presente ettiğinizde başarı kaçınılmazdı. Bir de elinizdeki ürün nadide bir parçaysa ona istediğiniz fiyatı biçebiliyordunuz. Avrupa birliği bunu, eski ürüne yeni katmadeğer yaratmak olarak yorumluyor, bunu yaptığınız için size teşvik bile veriyordu. Yeter ki bir kaç bin takipçisi olan bir Instagram hesabınız olsun ve satışa çıkartacağınız ürünleri ‘sürdürülebilir’ hashtag’iyle etiketleyebilin. 

Gerisi kolaydı. 


‘Bu Avrupa da yakında batar bu gidişle’ diyen iç sesini durduramadı.

 

O esnada yine I.D’nin fotoğrafı belirdi akışta. Bu kadın resmen instagramda yaşıyordu. I.D. bundan bir beş altı  ay önce kendisini takip etmeye başlamış, hemen her attığı fotografa veya hikayeye  sıcak, samimi yorumlar ve mesajlar göndermişti. Kadın bir influencerdı ve bunu aslında herkese yapıyordu.  Ilgi alanındaki herkese, genelde kendisi gibi ikinci el kıyafet satanlara kalpli emojiler, amazing, gorgeous, magnifique filan gibi kısa ve beylik yorumlar atıyor, bunu yaptıkça kendi görünürlüğünü arttırıyordu. Bir çeşit müptelaydı ve bu yüzden ilgi alanına girmişti. Ama I.D’in günlük postlarından kendini alamamasının asıl sebebi kadının fotografladıydı. I.D’in diğer kombin paylaşan kadınlardan belirgin bir farkı vardı.  Şekilsizdi kadın. Kadın olarak değil de influencer ölçülerinde bariz şekilsizdi. Ve bunu hiç umursuyormuş gibi görünmüyordu. İlk önce bunu ironi olsun diye yapıyor sanmıştı. Ne efekt kullanıyordu, ne filtre… Olduğu gibi… çoğu zaman Orhan Veli’nin sereserpe’sinden bile sereserpe imajlardı bu fotoğraflar. Hayret vericiydi çoğu zaman objektife bakan kadının o an fotoğrafı çekilirken ne düşündüğü. 'Umurunda mı dünya?' 


Bu fotograflara bakarken kadını güzel bulup bulmadığını düşünmüyordu. Giydiği kıyafetler de tek tek veya bir bütünlük içinde styling açısından ilgisini çekmiyordu. Ama imaj, takındığı pozdu olay. Ve bu fotograflara bir ‘güzellik estetik’ beklentisiyle bakmıyordu. 


Oysa güzellik ve estetik herzaman önemliydi onun için. Kendisini aynada izlerken görüntüsünü parlatmayı ihmal etmezdi. Yüzü yorgun göründüğünde veya yeni beliren bir kırışıklık yüzünde hoşuna gitmeyen bir ifadeye sebep olduğunda hemen müdahale etmek ister o deformasyonu yok edemiyorsa ifadesinde doğal ve estetik bir şekle sokmaya çalışırdı. Bunu güzellikle kafayı bozmuş kadınların motivasyonuyla değil tamamen ruhunu örten bir giysinin potluğunu almak, onu ruhunun enerjisine yakıştırmak için yapardı. Daima büyüleyici değil, ama  iyi görünmek isterdi. Ve iyi görünmediğini düşündüğü zamanlarda insanların arasında olmaktan hoşlanmazdı. I.D’nin yeni attığı fotografa tekrar baktı. Yine gayretsiz estetiksizliğine hayret etti ve fotoğrafın altındaki 145 kalp ve beğeni mesajlarını inceledi.  Daha önce kendisine de kalp göndermiş fashonistapreloved1766 adlı hesap abartılı şekilde ateşler, kalpler amazingler göndermişti.  Bu hesap gerçekten büyüleyici güzellikte bir başka influencer’a da aynı mesajı atmıştı. 

I.D. kendisine gelen tüm yorumlara tek tek minnettarlık emojileri gönderiyordu. Bu mesajları ve kalpleri gördüğü zaman gerçekten iyi hissediyor mudur diye merak etti. 


Kadın bedenini göstermekten tuhaf bir haz alır. soyundukça ruhuna ulaşacağınızı sanırsınız ancak ne kadar soyunursa soyunsun asla çıplak kalamaz kadın. Hep bir süs vardır.  Bedenin akıbeti ise bellidir. Her daim kadının beklediği zamandan daha erken başlar bozulma, deformasyon. Ve ölümle burun buruna gelmiş gibi bir dehşet anıdır saçta farkedilen o iki beyaz tel. Şu tasviri hatırladı okuduğu romandan ‘gençlikdolu yerçekimsizliğin kaybolmaya başlaması’. Böyle çevrilebilirdi belki ‘youthfull weightlessness’ Ne ürpertici bir tasvir diye düşündü.  

Klimt’in kadınları geldi aklına.

Klimt’in kadınlarının yüzünde gördüğü ve tanıdığı o ifade, o çaba. Bozulmayı geciktirmeyi arzulayan bakışlarıyla, süsleriyle, saçlarıyla, ruhlarını giydirdikleri derileriyle, çıplaklıklarıyla veya kuşamlarıyla birlikte çizilmiş kadınları düşündü. 

Instagramdaki bütün kadınların bir farkı yoktu Klimt’in kadınlarınlarından. 


I.D ile iki kez kahve içmek için buluşmuştu şimdiye kadar. Yakın semtlerde oturduklarını farkeden I.D olmuştu. Bir fotoğrafı görüp ‘bu fotoğrafın çekildiği yer benim oturduğum semte çok yakın’ diye mesaj atmıştı. Bu mesajin üstüne kısa bir sohbet mesajlaşması sonrasında tanışmak ve kahve içmek için buluşmaya karar vermişlerdi. İlk buluşmaları oldukça tuhaf geçmişti. Buluşmaya gitmeden önce nasıl biriyle karşılaşacağına dair bir fikri vardı, oysa I.D bu fikrin kıyısından bile geçmiyordu. Bu onu daha da meraklandırmıştı. Kadın ne kıyafet satıyordu, ne çevre bilinciyle Vintage’a merak duyuyordu ne de diğer influencer’lar gibi ürün tanıtma peşindeydi. Kadın iki çocuk annesi, Nato’da çalışan bir adamın karısı, hayatının büyük bir kısmını Fransa’nın güney kasabalarından birinde geçirmiş Yemen asıllı Fransız bir kinesiologistti.  Instagram’daki ilk fotografını liseye giden küçük oğlu çekip koymuştu. 

Böyle bir karaktere hazırlıklı değildi buluşmaya giderken. Daha çok yalnız, alışveriş bağımlısı, sürekli ilgi odağı olmak isteyen, onaya muhtaç bir tiple karşılaşacağını düşünüyordu. I.D her biri ayrı ayrı kendisinde ‘punctum’ efekti yaratan fotografları bir kenara koyduğunuzda son derece sıradan bir profildi. Fotograflardaki kadar şekilsiz de görünmüyordu poz vermediğinde, karşısında insan gibi otururken. 

Ilk kahvelerin ardandan ikinci kahveleri söylememişlerdi ama ayrılırken samimiyetle yeniden buluşmak istediklerini vurgulamışlardı birbirlerine. I.D’nin kendisiyle buluşmaktan keyif aldığından şüphesi yoktu. 


I.D’nin anlattıklarını dinlemişti ilgiyle. Çocuğu olmamasına rağmen I.D’nin çocukları ve çocuklarıyla olan ilişkisine dair anlattıklarını anlamış gibi yapmış, kendisini kelalaka birşey anlatıyormuş gibi hissetmesin diye çocuklu arkadaşlarının anlattıkları olaylardan örnekler vererek ilintiler kurmuştu. Sadece bu yüzden bile ilk fırsatını bulduğunda tekrar kahve içmeye davet etmiş olabilirdi I.D onu. Ikinci buluşmanın yerini I.D seçmişti, Seçtiği cafe yaşadığı binanın karşı sokağında küçük pembe dekorasyonlu bir patiseriydi. Daha önce önünden geçmiş ve pastel ve pembe dekorasyonu sebebiyle asla girmeyeceği bir mekan olarak tespit etmişti. Böyle masal prensesi odası konseptli  dekorasyonu olan mekanlardan ürker, fazla pembe ve eflatundan midesi bulanırdı.  Ikinci buluşma yerinin orası olduğunu farkedince buluşmaya on dakika geç gitmeye karar verdi. Olur da I.D geç kalacak olursa o pembe dekorasyonun içinde kendini çok anlamsız hissederdi beklerken.



Buluşmaya geç kaldığı için iyi bir performans göstermesi gerektiğini düşünerek  I.D’den çok kendisi konuşmuştu bu kez. Kendi hikayesini anlatırken sanki gardan henüz hareket etmiş bir trenin en son kompartmanına tutunmuş da, en baştaki vagona ulaşana  kadar kompartmandan kompartmana geçer gibi konudan konuya atlayarak yine de hikayesel bir tutarlılık ve bütünlük içinde dinleyicisini adeta kilitlemişti. İstediği zaman bunu yapardı. I.D etkilenmiş görünüyordu. Bunu fark ettiğinde bir korku kapladı içini. Bu kadınla gerçekten arkadaş olmak gibi bir niyeti yoktu çünkü. ve bunu düşündüğü anda kendini o  nefret ettiği,  kendini bi halt sanan kadınlardan biri gibi duyumsadı. Öyle biri olmadığını biliyordu. Zaten öyle biri olmadığı için arkadaş olmak gibi bir niyetinin olmadığı kadınlarla doluydu etrafı ve hepsi kendisine arkadaşım diyordu. I.D. de onlardan biri olacaktı. Hiç bir zaman gece uykusundan uyandırıp ‘beni uyku tutmadı kalk bi yürüyelim’ diyemeyeceği arkadaşlarından biri...


Hikayenin başı icin tık