Günün tablosu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Günün tablosu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Şubat 2020 Pazar

Günün tablosu + genel geyik

Otterlo diye bi köy var bu Hollanda'da. 2400 kişinin yaşadığı bir köy. Hiç bir özelliği yok, Kroller-Muller Müzesi dışında. Adı sanı pek duyulmamış bu müze hiç de yabana atılmayacak bir koleksiyona sahip.
Öncelikle, öyle bir iki tane değil, epey bi van gogh var. Müzeye ismini veren Helene Muller de ilk van Gogh toplayıcılardan zaten. Alman bir fabrikatörün kızıymış. Avrupa'da hatırı sayılır sayıda sanat eseri toplayan ilk kadınlardan. Meşhur Potato-eaters ve cafe teras at night la birlikte van Gogh'un akıl hastanesinde çizdiği ciddi sayıda karakalem çalışması sergileniyor.  Bununla bitmiyor; müzede, sentetik kübizm akimının ilk örneklerinden olan  picasso ve George Braque'ın gitarları (picasso'nun violini de) var. Daha meraklıları için Seurat, Metzinger, Signac, Juan Gris, Mondrian vs.vs. 
Bir de heykel bahçesi var ki, baharda pek keyifli olur. Geniş bir alana yayılmış epey heykel var. Gerçi ben tek bir tanesini görmek istiyordum, onu da göremedim çünkü bakım çadırının içinde kalmıştı. Jean Dubuffet'nin jardin d'email'i. Baharda restorasyon bitince bi daha gidicem. 

Neyse gelelim günün tablosuna. 

Odilion Redon'un tepegözü. Bu tabloyu çok etkileyici bulduğumu söylemeliyim. 

Polyphemus ve Galatea efsanesini bilmeyenler için özet geçeyim; polyphemus poseidon'un tek gözlü (kiklop denilen ki bunlardan üç tane var) canavar oğlu. Bi su perisi olan Galatea'ya aşıktır.  Kikloplar aslında keçi koyun çobanlığı yaparlar ve dağ eteklerindeki mağaralarda yaşarlar. Homer'e bakılırsa yamyamdırlar. Odysseus'un denizci arkadaşlarını çerez yapıp hüpletmiştir, muhabbet esnasında. (Yamyama koyun emanet etmek de nasıl bi kafaysa artık ) neyse mevzuyu dağıtmayalım. Polyhemus da bu tek gözlü canavarlardan biri; ama Onun aşkı mitolojideki ilk kur yapma hikayesidir. ay çok tatlı; Galatea'ya her gün peynir, süt vs ne bulursa getirerek gönlünü çalmaya çalışır. Ne var ki Galatea da Akis'le takılmaktadır.(Akis yani eko.) polyhemus bu meşki kıskanır ve akis'in üstüne kayalar atarak onu paramparça eder. Böyle. Biraz acıklı sonu kabul.  


Tabloya gelince; Kayayla ezme kısmına varıncaya kadar tepegözun ne yasadığını anlatıyor. Tuhaf duygular uyandırıyor insanda inanın. Galatea çiçeklerin içinde sereserpe yatarken zavallı polyphemus dağın arkasından ona görünmeden; o tek gözüyle hem kızı seyrediyor, hem de onu aslında bizden, yani tabloyu izleyenlerden koruyor. Galatea'ya göz kulak oluyor. tablonun onunde dururken o ürkek ama tehditkar bakışı hissediyorsunuz. O tek göz resmen size göz dağı veriyor. Tablonun renkleri ve sahne öyle şiirsel ki sizi de bir rüyanın içine alıyor. Tüyler ürperten bir tablo yani.   

 
 
bu tablo kadar beni duygulandıran bir diğer olay, Sergen'in Beşiktaşa teknik direktör olarak dönmesi. 20.000 kişilik imza töreni filan. Çok güzel oldu bence. 
ayrıca dünkü Trabzon fener maçı pek keyifliydi. Sörloth'u bizim takıma istiyorum. Altı buçuk milyonmuş opsiyonu. Falcao'nun bir yıllık parasıyla Sörloth'u alabilirdik yani. Yeri gelmişken nerde o Falçao bugün? sakat mı? hiç şaşırmam.

Bu arada en sevdiğim Ryan Donk'un gölü de geldi felaket tellalığı yapmayayım efendi gibi maçı seyredeyim bari.


13 Ocak 2020 Pazartesi

Günün tablosu: Doktor konsultasyonu





bu tabloyu ve ressam Godefridus Schalcken'i yeni keşfettim.
bu tablo Lahey Mauritshuis'da. 

Tablodaki gözü yaşlı genç kadın hamile. Elinde idrar numunesi tüpünü tutan doktor sol eliyle ben ne yapayım sonuç pozitif diyor.  Muhtemelen çocuğun babası ortada yok. Solda oturan kız babasının yüz ifadesinden,  yumruğunu sıkışından ne kadar kızgın olduğunu anlayabiliyoruz. 
pekiii
tablonun sağ kösesinde bize doğru; gözümüzün içine direkt bakan çocuğun el işaretini fark ettiniz mi?
ablam ayvayı yedi mi diyor?
şaka değil yemin ederim.
müzede bunu gördüğümde şok geçirdim resmen!
tablonun yapılış tarihi 1660.

Muzip Schalcken'in bu doktorla pek çok anısı olmuş anlaşılan, bir kaç sahne daha çizmiş ama en kralı bu bence!






  

25 Nisan 2019 Perşembe

günün tablosu ve bir alıntı ; Las Meninas üzerine


Theophile Gautier, Velazquez'in Las Meninas 'ını ilk kez gördüğünde , 'tablo nerede?" diye haykırmaktan kendini alıkoyamamıştır.
İlk bakışta , tablo basit bir konuyu işlemektedir. Kralın beş yaşındaki kızı infante Margarita, nedimeleri (las meninas) ve soytarılarıyla çevrelenmiş olarak tablonun ortasındadır. En dip tarafta , saray nazırının silueti görülmektedir ama biraz daha yakından ve daha dikkatle bakılınca , tabloda başka kişilerin de olduğu fark edilmektedir. Dip duvarın üzerinde bir ayna vardır ve aynadan İspanya Kralı IV. Felipe ve Avusturyalı kraliçe Maria-Anna'nın görüntüleri yansımaktadır. Ve ressamın bizzat kendisi, üzerinde çalıştığı tuvalde bize ters dönmüş olarak görülmektedir. O halde, resmi yapılan kimdir, kimlerdir? Tablonun adının belirttiği gibi , nedimeler mi, küçük prenses mi, yoksa Kral ve kraliçe mi? Tablonun mekanı nerededir? Ressamın çalıştığı atölyede mi yoksa Kral ve kraliçenin bulunduğu yerde mi? Acaba iki tablo mu vardır? Biri gördüğümüz diğeri de görmediğimiz ama yapıldığını anladığımız. Asıl tablo hangisidir? Öte yandan kral ile kraliçenin durdukları yer, aynı zamanda bizim de , seyircinin de durduğu yerdir. Las Meninas , bakanın bakılan olduğu ve tablonun kişilerinin arasına katıldığı tek resimdir. ayna kral ile kraliçenin görüntüleriyle birlikte bizimkini de yansıtmak durumundadır. 



Böylesine bir tablo , bilgiyi bir kerede ebediyete kadar verilmiş sayanları, eğer anlarlarsa , altüst edecek bir ele alış tarzına sahiptir. Bilginin bayrak yarışı gibi birikimli ilerlediğine inanan kişiler bu tabloda sadece nedimeleri göreceklerdir. 

Mehmet Ali Kılıçbay,  1993   (Kelimeler ve Şeyler ; İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi  - Michel Foucault   sunuş yazısı'ndan)


16 Eylül 2018 Pazar

Bahçeler, kediler ve başka bisürü şey!


Nereye varacağı belli olmayan bir patikanın ortasında bir kadın. Mevsim bahar, doğa renk cümbüşü... aksine siyahlar içindeki bu kadının bir elinde kağıt, bir elinde kalem. Kalem tutan eli havada ve bilinmeyen bir yere bakıyor; sanki yabani çiçeklerin bittiği kara ormana doğru... ilhamı orada bulacağını düşünür gibi...hatta sanki bulmuş gibi... Ve tabi çeşme ayrıntısı. Kadını yolundan çeviren asıl unsur.  'water of life/hayat suyu' Insanoglunun hayatta kalma , yaşama arzusunu sembolize eden Farsi kökenli -Rumi nin en çok kullandığı- meşhur metafor. Çeşmenin aynısının tıpkısı Cau Ferrat müzesinde...

Bu tablo bir Rusiñol arkadaşlar; ismi  'Alegoría de la Poesía' yani 'şiirin alegorisi'

Santiago Rusiñol  Barcelona'lı ressam-şair-ehlikeyif. Katalan modernizm akımının öncülerinden. Genç Pablo'yu en çok etkileyenlerden biri olduğu söyleniyor gerçi Picasso'nun etkilenmediği ressam yok o ayrı. 
Bahçeler, bahçeler... elit kesimden kadınlar (kendi çevresinin insanları... sonuçta hali vakti yerinde bir aileye doğmuş ) güneşli günler... hep pozitif bir sembolizm. Hayat ona güzelmiş gibi görünüyor.
Bir tablosu var yalnız; adı 'morfine' ! Morfin bağımlısı bir kadını yatakta çizmiş gerçekten etkileyici.  

Barcelona'ya 35 km uzaklıkta Sitges kasabasındaki hem evi hem atölyesi olan Cau Ferrat'ı 1893'de 'Güzellik tapınağı' ilan ediyor. 3. Geleneksel Modernizm festivali esnasında şu sözlerle;

 “the harmony the soul seeks so eagerly; it is the beauty the spirit dreams of; it is the perfumed essence that rises up like incense from the very depths of matter and takes the form of a cloud that envelops the heart of man [...] When beauty awakens, it opens the doors of the day; when it falls asleep, it lights up the stars in the sky; when it passes, the clouds know; they follow it majestically to the beyond, to the chariot of dawn or the beautiful farewell of the sunset. When it stops, it spouts poetry and sings random songs. When it dreams, all the poets dream, when it weeps, all souls tremble; and when it prays, man falls silent, the wind falls silent, the voices of the forest fall silent; and the windows to glory half open and the angels kneel"

Şair adam tabi olcak o kadar.
Cau Ferrat 1933'de public museum olarak halka açılıyor.

Sitges kasabası hakkaten şahane bir kasaba; Festivalleriyle ünlü. En önemlisi Film festivaliymiş; ekimde oluyormuş bu yıl kaçırmış oldum.


Nefis bir plajı var; falan, gezilesi bir yer. 

ama asıl Rusiñol ile ilgili başka bir yerden bahsedeceğim ben. Barcelona'ya ayak basıp oraya gitmezseniz hatırım kalır. 

Binsekizyüzlerin sonlarında Barcelona'ya yolu düşüp 'nerededir buranın ehlikeyifleri, yok mudur sohbeti güzel? diye' soran kişiye tarif edilen adres Casa Marti'nin giriş katı 'Els Quatre Gats' cafe, cabaret, bar işte ne derseniz. Barcelona modernista akımının şekillendiği bohem, sanatçı ne kadar ehlikeyif varsa toplanıp yiyip içtiği uğrak noktası. Katalanca '4 kedi' manasında ama bu bir Katalan deyimi. Marjinal, değişik, bohem insanlar için "a few people" manasında kullanılıyor.  Hani biz de deriz ya 'şunun şurasında üç beş kişi' diye... 

Buradaki 4 kedi'den biri Santiago Rusiñol. Oradan bağlanıyoruz. Fikrin hayata geçmesi ve sonrasında da hayatta kalabilmesi için sermayeyi koyanlardan başlıcası.
Fikrin babası ise Pe' Romeu; kafenin sahibi ve Kedilerden ressam, şair, yazar filan olmayan tek kişi. Ama işte fikir öyle güzel ki bir sanat akımının bir şehre doğmasına vesile olmuş.  Zamanında Paris'teki Le Chat Noir'de çalışmış.  Oradaki ortamın kralını yaparım ben Barcelona'da demiş ve Rusinol'la Ramon Casas'ı kafalayıp Meşhur Mimar Cadafalch'ın binasının giriş katına açmış cafeyi.



Duvarında Ramon Casas and Pere Romeu on a Tandem isimli şu resim var.


Sağ köşesinde şöyle açıklıyor: 'bisikleti sırtın dik süremezsin' yani iyi bişey büyük bişey yapmak için biraz farklı bir çaba, biraz ağrıması, geleneğin yıkılması gerekir baabında.

Yıl 1897, cafe açılır açılmaz ilgi odağı oluyor tabi sonuçta Barcelona küçük şehir duyan geliyor. Acayip bir sanat ortamcılığı, o şekil vur patlasın çal patlasın!  yemeklere gelince vasat diyelim ayıp olmasın ama içki kalite. Kimler geliyor kimler geçiyor kimler oturup kalkamıyor aklınız durur. Picasso 17 yaşında takılmaya başlamış mekana öyle diyeyim. sokağın başındaki afişi ona tasarlatmışlar, hala duruyor.  Böyle sürüp gidiyor bir dönem tatlı hayat ama 4 kedinin dördünde de para kazanma kaygısı olmadığından ve aaaa o bizim bilmemkimin kardeşi, aaaaa bu benim atöylede genç asistan parası az, aman Santiago'nun Paris'ten arkadaşı gelmiş yok Ramon bundan hesap almayın dedi derken cafe batıyor tabi...


Bunlar sergiydi, dergiydi biraz birşeyler denkleştirmeye çalışıyorlar ama nafile... o hayata can mı dayanır? Romeu batınca cafe de kapanıyor. Adamcağız tüberkülozdan ölmüş. Rusiñol ardından şöyle dokunaklı birşeler yazmış (yine):

«that picturesque place, full of dreams, which frightened the artisan; those pictures on the walls that the girls of the house could not go to see because they liked them too much; that smoke of pipes that made the parishioners of the house drunk of ideas; friend, who you deserve you it, sleep in peace. You had only made the good, and you do not have sorrow of leaving! Yes, we will miss you, and in you we will miss a period in the one that the fantasy made us live».

Yaa işte böyle. 
sonra İspnya İç savaşı herşey herkes bir yana savruluyor filan...
70'lerin sonlarında üç gastronom girişimci bir araya gelip 4 cats cafe'nin kapılarını yeniden açıyorlar o gün bugündür  aynı adreste bir tarih yatıyor. 


bu da 4 kedi kitabından bir sayfa Romeu'yla ilgili bişeyler anlatıyor herhalde Katalanca.




6 Haziran 2018 Çarşamba

Herkesin cehennemi kendine!

Robert Rauschenberg’in ‘1958-60 Dante Çizimleri' ortalığa saçılmış, nispeten yüksek çözünürlüklü. Ancak idrak edebilmek icin Dante okumuş olmak yetmiyor maalesef; Altmışlı yılların; -Bin dokuz yüz altmış- mevzularına da hakim olmak gerek çünkü diyip parantez açıyorum: - büyücek bir parantez olacak ocakta yemeği olan varsa...
hatta zaten olay parantez onun için kapatmayabilirim de....

Rauschenberg kim?
Andy Warhol’dan bir adım geri at; Rauschenberg orada. Pop-Art’a önayak olmaktan sorumlu....

daha çok 'de Kooning tablosunu silen adam' olarak ün yapmış bir sanatçı, grafiker falan filan... Oysa Canyon (1959) çok muhteşemdir; yakından görmüşlüğüm yok ama görsem bayılırdım. Google’dan sorun derim. Sonra bir 'Yatak' tablo’su varki sanat tarihi kitaplarımdan birinde görmüştüm çok etkileyici bulmuştum.



Silme mevzuna gelirsek; o doğru.
Hakkaten bir Willem de Kooning tablosu satın almış ve silmiş.
Niye yapmış böyle bişeyi?

Yaa iste bunlara Neo-Dadaist diyorlar. Bi garip adamlar bunlar... Jasper Johns falan...

Neyse,
Fotoğrafın üstüne resim çizersen veya resmin üstüne ciklet kağıdı yapıştırırsan; bir ambalajın üstüne başka bir nesne kondurursan; artık o,  senin eserin mi olmuş oluyor tartışmasını bir garip noktaya çekiyoruz:

Başkasının yaptığı bir tabloyu silersen artık o senin yaptığın bir tablo olur mu?

Bal gibi olmuş bak! Altında kimin adı yazıyo?


soru o değil akıllım :b
Bir sanat eseri bir başka sanat eserini silmek suretiyle yaratılabilir mi?

önemli olan bunu yaparak ne statement ortaya koyduğun. Dönem o dönem statementsız sanat sanat değildir donemi!  mesela demiş ki: The artists job is to be a witness to his time in history! Inferno’ya buradan bağlanıyoruz.

Bi rivayete göre de feci kötü bi tabloymuş de Konning’in yaptığı! Kendisi vermiş silsin diye...


Dante diyorduk;

bak şimdi aklıma geldi anlatıyım.
bu Dante’yle ilgili hiç unutamayacağım bir lise anım var benim.

Edebiyat dersindeydik; Cahit Sıtkı’nın şiirindeki o dizeyi şöyle okudu bizim arkadaş:

Dantel gibi ortasındayız ömrün.

Hoca 'Dante' oğlum deyince;
'ben de yazım hatası yapmışlar düzelteyim dedim' diye üste çıktı bizimki.
Haberi yok garibin Dante’den falan.  Sınıfın bir kısmınınsa allahtan duymuşluğumuz var- gülüyoruz karnımızı tuta tuta.

Birden arka sıralardan sinsi bir soru geldi:
Herşey 'Hocam şair burada neden Dante gibi ortasındayız ömrün diyor?' sorusuyla başladı ve acayip bir tartışma alevlendi aslında arkadaşın değil, hocanın cehaleti sebebiyle.

Soruya dikkat!

Hoca da herkes gibi Ilahi Komedya'yı tabiki okumadığı ve de Dante hakkında son derece yüzeysel bilgi sahibi olduğu için,  danteli de düzelttiğine bin pişman- lafı geveleyerek; Dante’nin Ilahi Komedya’yı 35 yaşında yazdığını ve orada 35 yaşın ömrün yarısı olduğunu söylediğini filan zırvaladı.  Bir sınıf otoritenin bir anlık boşbulunmasını yakaladığında ne olursa o oldu.  Gırgıra başladı sınıf. Kimisi dedesinin 80 yaşında babaannesinin 50 yaşında öldüğünü söyleyerek aklınca böyle bir genelleme yapılamaza getirdi.  Kimisi kafiye bulamamış Dante demiş ; Dantel dese daha mantıklı olurmuş; dantel sonuçta masanın ortasına koyulabilir birşey diye mantığı sulandırdı... yani bi dolu rezillik.

Sonradan öğrendik Tarancı’nın neden dantel değil de Dante dediğini o mısrada.

Dante 1265 doğumlu: Ilahi Komedya'yı 1307’de yazıyor yani 35 yaşında değil. Ama ilahi Komedya şöyle başlıyor:

Nel Mezzo del cammin di nostra vita mi ritrovai per una selva oscura; 
yani
Hayat yolumuzun yarısında kendimi karanlık bir ormanda buldum.

35 yaşında olduğunu söylemiyor ama; Cahit Sıtkı bunu nerden çıkartıyor?
yaa Cahit Sıtkı okumuş demekki Ilahi Komedya’yı önsözüyle birlikte; Ana Britanica’dan bakıp öğrenecek değil ya.

Olay şu : Dante 1300 yılında yani tam 35 yaşındayken Papa’nın düzenlediği jübile yılına katılmak icin  Roma'ya gider. Jübile yılı da 00; 25 ve 75le biten yıllar. Bu yıllarda papa günahları bağışlıyormuş.
ilahi komedi!
İşte aslında Dante’nin Ilahi Komedya’da anlattığı cehenneme seyahati, bu Roma seyahatinin alegorisi. Dante orada bu seyahatle olgunlaştığı ve ortamları, mevzuları sorgulamaya başladığını anlatıyor. Insan ömrünün yarısında bi cehenneme gidip gelirse diyor... gerisini tamamlayın artık.

Rauschenberg’den bahsedecektim nerelere geldik? Ama baştan uyarmıştım.

Bahsettigimiz Dante Drawings adı altında 34 çizimlik bir seri.  34 çizim Ilahi Komedya'nın en meşhur bölümü olan Inferno’nun 34 kantosu’nu yorumluyor. Çizimlerine koyduğu isimler Ilahi Komedya’nın  John Ciardi 1954 ingilizce çevirisindeki başlıklarla örtüşse de resmedilen Rauschenberg’in kendi cehennemi! Illüstrasyonlarda John F Kennedy, Richard Nixon filan gibi figürler göze çarpıyor. Daha pek çok figür var ama bilemiyoruz anlayamıyoruz; bu komedyayı anlamak icin klavuz lazım.

Düşünelim nedir ortam?  Savaş sonrası delilik; insan haklari hareketi; cinsiyet ve cinsellikle ilgili kaynamalar; anti komunist paranoya vs. Tabi çok muhafazakar bir donem olduğu düşünülürse meramını biraz üstü kapalı anlatmak akıllıca olmuş.




son bir Rauschenberg alıntısıyla bitireyim bu yazıyı istiyorum ilginç bulan gerisini internetlerden araştırsın öğrensin.

demiş ki;

Screwing things up is a virtue. Being correct is never the point. I have an almost fanatically correct assistant, and by the time she respells my words and corrects my punctuation I can not read what I wrote. Being right can stop all the momentum of a very interesting idea!

yani

işleri sıçıp batırmak iyidir; mesele hiç bir zaman doğru olmak olmadı. Bir asistanım var mesela; fanatiklik derecesinde düzeltme hastası; ne zaman imla hatalarımı cümle düşüklüklerimi  filan düzeltse yazdığımı okuyamıyorum. Bazen doğru yapmaya çalışmak çok iyi bir fikrin momentumunu bozabilir.
Bırak dağınık kalsın.


34 ilustrasyon da bu linkte incelenebilir. Afiyetle !
https://www.rauschenbergfoundation.org/art/series/dante-drawing



“From there we came outside and saw the stars” 
― Dante AlighieriInferno


27 Mart 2015 Cuma

Bugün hayatımda ilk defa gerçek bir Oskar Kokoshka gördüm!

 Rotterdam’da önemli bir müze var bilen bilir adı “Boijman” 
niye mi önemli?
çünkü yok yok içinde.  
Cezanne mı ararsın, monet mi , mondrian, Picasso, dali, maggritte, rothko, van Gogh, Rambrant, Boch, Rubens  vs. vs. yok yok.  İnanlmaz bir müze. İnsanın gözleri faltaşı gibi açlıyor; hiii o da varmış bu da varmış diye…
Gezerken sürekli nasıl koruyorlar  bu müzeyi dedim durdum, insanın soyası gelir yani o derece… baştan çıkarcı…

Müzenin hikayesi çok duygularımı sömürdü söyleyeyim.

Babanın biri, (hii çok ayıp!, ne amiyane oldu hiç öyle denir mi?) adam gibi adammış demek istiyorum yani,  Franz Boijman adında bir avukat kendi koleksiyonunu bağışlamak suretiyle müzenin temellerini atıyor. yıl 1849! Sonra ona bir diğer baba, George von Beuningen katılıyor, o da bağışlıyor bağışlayabildiği kadar.  Bu iki yüce gönüllü adamı örnek alan diğer bazı Hollandalı zenginler de müzeye epey bişey bağışlamışlar sonra… zaten öncülük edilince gerisi geliyor …

Bizim büyük babalar da evlerinde köşklerinde saklıyorlar Fikret Muallaları, Şeker Ahmet Paşaları, Abidin Dinoları filan… çok anlamsız, çok bencilce buluyorum bunu da neyse başka bişeylerden bahsedicem aslında.  Topu topu beş şey.  

Birincisi; oskar kokoschka gördüğüm için öyle mutluyum ki…

İkincisi şu tablo


Bu bir George Hendrik Breitner. Tablonun adı “the earring” yani küpe. 1893’de yapılmış. öyle etkileyici ki. Dakikalarca bakabilir insan. Aynaya yansıyan yüz çizmek ne kadar zordur düşünebiliyor musunuz? Resimdeki aynada başka bir resim daha var ve inanlmaz. Çok görülesi bişey gerçekten.

Üçüncüsü bu;


Önce yapıldığı tarihi söylüyorum: 1560.

Enteresan olan şu; o tarihte doğa resmi çizmek diye bişey yok. Ressamlar doğa resmi filan çizmiyorlar; resim çizmek, çizdirmek çok pahalı bir lüks; sadece kontlar, lordlar, krallar filan ressamlara sipariş usulü resim çizdiriyorlar; o da işte kendilerinin karılarının çocuklarının filan resimleri. Kimse aman bir ressam tutayım da şu antreye bir göl resmi çizsin ferah ferah bakarız demiyor yani.
İşte onun için bu ressam mühim.

Cornelis van Dalem.
Bu yetenekte, ustalıkta bir ressam ve pastoral çalışıyor.
Nasıl mı?
 E, çünkü kendisi çook zengin bir soylu ahahaahaha…
zevk için resim yapıyor yani; ne isterse onu çiziyor. Çok iyi değil mi?

dördüncüsü; 
geçen sene Brüksel’deki Magritte müzesine gidip orada bulamayınca biraz olsun hayal kırıklığı yaşadığım “La reproduction interdite” işe bak bu müzede çıktı. Başka birkaç tane daha Magritte var. Ama bilirsiniz Magritteseverlerin gönlünde bu tablonun yeri ayrıdır.



Son olarak size kafkanın evini takdim edeyim;


1938 tarihli bu tablonun ismi The Doctor’s visit (Kafka’s House)/ Doktor Ziyareti, (kafka’nın evi).

Pazargünü ressamı diye bişey duymuş muydunuz? Öyle deyince şimdi aklıma şu TRT’de beş dakkada nehir kıyılı, bahçeli dağ evli manzara resmi çizen kabarık saçlı amca geliyor, allah rahmet eylesin vefaat etti yakınlarda. Neyse yok bu Hendrik Nicolaas Werkman öyle değil. Werkman’ a Pazar ressamı diyorlar çünkü, sadece Pazar günü resim çizermiş. Kafka da yakın dostu olurmuş. Bu tablodaki ev de gerçekten Kafka’nın eviymiş. Doktor ne alaka hiç anlamadım ama Kafka’nın evinin duvarının kırmızısına ve ormana bakan balkonuna bakar mısınız?

5 Ocak 2015 Pazartesi

Joan Miró Ferra; çocukça rüyalar, halüsinasyonlar, kuşlar, yıldızlar, renkler ve iştah


1 şubat’a kadar devam eden bir sergi var sakıp sabancı müzesinde… gitmek lazım; bir miro tablosu önünde birkaç dakika durmak lazım… rüyada pencere açmak gibidir Miro tabloları… yaşarken bunları görmek lazım  (Not; Çarşambaları tüm gün ücretsiz gezilebilirmiş müze.)

1937 l'été- summer

Bu bloğu takip edenler bilirler müze gezmeyi severim; ressamların büyük koleksiyonlarının sergilendiği müzeleri özellikle. O müzelerin giriş katlarında kitapçı olur (kimisi için hediyelik eşya dükkanı da diyebiliriz) sanat kitapları indirimli satılır o dükkanlarda ve ben bu fırsatı pek kaçırmamaya çalışırım.
 Elimde o kitaplardan biri var orada Miro diyor ki;  
“I try to apply colors like words that shape poems, like notes that shape music.”
yani
“renkleri şiirleri oluşturan kelimeler gibi; müziği oluşturan notalar gibi uygulamaya çalışırım”


petit universe

Renklere dikkat!


Miro resmini birkaç akımın içinde görebilirsiniz; Miro sürrealisttir muhakkak, biraz kübizm öğeleri vardır; Picasso’yla bir geçmişi var filan, memleketlisi ne de olsa…
fakat renkleri kullanışı…
Fauvism diye bir akım duymuş muydunuz?
Matisse desem?
Çünkü bu akımın yaratıcısı Matisse’dir ama Miro kulağı geçmiştir…
tüpten çıktığı gibi çiğ ve bağıran renklerin bu şekilde doğrudan kullanıldığı bir akım Fauvism / fovizm
Matisse’in de aralarında bulunduğu 3 ressamın ortak sergisinde fark edilmiş ve adı konulmuş bir akım
Louis Vauxcelles; dönemin mühim sanat eleştirmenlerinden biri tarafından.  yıl 1905.
Bir matisse tablosu önünde, elinde şarap kadehi ile durup şöyle demiş olabileceğini hayal ediyorum.
“Vahşi bir hayvan gibi azizim!”
“Les fauves” wild beasts anlamına geliyor. Akımın adı da buradan geliyor.
İşte Miro bu akımın yaşamasına ve gelişmesine en büyük katkıyı yapmıştır sanat hayatı boyunca…

Tabi renklerden ötesi var onun resminde.
Rüyalı, sürprizli, yıldızlı filan şeyler…


Femmes, oiseaux, étoiles, 1942
Women, birds, stars

Miro barcelona’da doğmuş ama Picasso sayesinde Paris’teki sürrealist ortama akmış bir dönem; Paris'teki ilk yıllarında Paul Eluard, Antonin Artaud ve en çok da Tristan Tzara ile takılmış…
Şiire düşkünlüğü biraz Akdenizliliğinden biraz da bu ortamlardan…
Onun için resimden bahsederken hep şiirle karşılaştırarak çıkarımlara varıyor mesela şöyle demiş
 “The painting rises from the brushstrokes as a poem rises from the words. The meaning comes later.”

Yani "resim fırça darbelerinden, şiir kelimelerden çıkar. Anlamsa sonradan gelir."

Femmes, serpent-volant, étoiles, 1942
Women, flying-snake, stars

benim en şiirsel bulduğum tablosu ise;
'l'ampollo de vi' yani 'bi şişe şarap' tablosu.


son olarak size The Farm'ın hikayesini anlatıyorum ve Miro dosyasını kapatıyorum.

"The Farm" Miro'nun 9 ay boyunca gece gündüz uğraştığı, resmen doğum sancısı çektiği tablosu.
Bu tabloda  bir katalan dağ köyü olan Mont Roig'deki çiftlik evini resmeder. Paris'te Picasso'nun himayesinde ve evinde kalırken; tutunmaya çalıştığı dönemde yapmıştır. Tabi orası da ilginç; Paris'e gelirken Picasso'yu tanımadığı söyleniyor; Annesi tanırmış Picasso'yu...  Ailevi dostlukları nasıl kuvvetliyse Paris'de Picasso Miro'ya epey bakmış; hatta bir resmini satın almış falan.. Neyse işte o dönemlerde başlamış bu tabloyu yapmaya... öyle takıntılı çalışıyormuş ki bu tabloyu tamamlamak için rahatlayabilmek ve güçlenmek için akşamları boks salonuna gidiyormuş. Earnst Hemingway'le orada tanışmışlar.
9 ay sürmüş tabloyu tamamlaması... hamilelik gibi resmen.
Hemingway de tabloyu almayı kafasına takmış bu süre içinde.
5000 Franc verip almış sonunda tabloyu. Hemingway; o güne kadar en çok para verip aldığı tablodan 4250 Frank daha pahalı olduğunu söylüyor The Farm'ın. Neden bu kadar çok istediğine gelince tamı tamına kendi kelimeleriyle;

  "It has in it all that you feel about Spain when you are there and all that you feel when you are away and cannot go there. No one else has been able to paint those two opposing things."

şöyle çevireyim

"onda, ispanya'dayken ispanya'ya dair hissedebileceğiniz; ve ispanya'dan uzaktayken ve oraya gidemiyorken hissedebileceğiniz herşey var. Hiç kimse bu iki tezat şeyi (aynı anda) çizemez."

ve sonra şunu diyor;

"After Miró had painted The Farm, and after James Joyce had written Ulysses, they had a right to expect people to trust the further things they did, even when people did not understand them."
yani

Miro The Farm'ı çizdikten ve James Joyce da Ulysses'i yazdıktan sonra ; her ikisinin de, insanların onların sonradan yapacakları işlere güveneceklerini beklemeye hakları vardı; her ne kadar insanlar o işleri anlamamış olsalar da...
(çevirisi biraz bulanık oldu)

işte The Farm