Jean Dubuffet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Jean Dubuffet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Şubat 2020 Pazar

Günün tablosu + genel geyik

Otterlo diye bi köy var bu Hollanda'da. 2400 kişinin yaşadığı bir köy. Hiç bir özelliği yok, Kroller-Muller Müzesi dışında. Adı sanı pek duyulmamış bu müze hiç de yabana atılmayacak bir koleksiyona sahip.
Öncelikle, öyle bir iki tane değil, epey bi van gogh var. Müzeye ismini veren Helene Muller de ilk van Gogh toplayıcılardan zaten. Alman bir fabrikatörün kızıymış. Avrupa'da hatırı sayılır sayıda sanat eseri toplayan ilk kadınlardan. Meşhur Potato-eaters ve cafe teras at night la birlikte van Gogh'un akıl hastanesinde çizdiği ciddi sayıda karakalem çalışması sergileniyor.  Bununla bitmiyor; müzede, sentetik kübizm akimının ilk örneklerinden olan  picasso ve George Braque'ın gitarları (picasso'nun violini de) var. Daha meraklıları için Seurat, Metzinger, Signac, Juan Gris, Mondrian vs.vs. 
Bir de heykel bahçesi var ki, baharda pek keyifli olur. Geniş bir alana yayılmış epey heykel var. Gerçi ben tek bir tanesini görmek istiyordum, onu da göremedim çünkü bakım çadırının içinde kalmıştı. Jean Dubuffet'nin jardin d'email'i. Baharda restorasyon bitince bi daha gidicem. 

Neyse gelelim günün tablosuna. 

Odilion Redon'un tepegözü. Bu tabloyu çok etkileyici bulduğumu söylemeliyim. 

Polyphemus ve Galatea efsanesini bilmeyenler için özet geçeyim; polyphemus poseidon'un tek gözlü (kiklop denilen ki bunlardan üç tane var) canavar oğlu. Bi su perisi olan Galatea'ya aşıktır.  Kikloplar aslında keçi koyun çobanlığı yaparlar ve dağ eteklerindeki mağaralarda yaşarlar. Homer'e bakılırsa yamyamdırlar. Odysseus'un denizci arkadaşlarını çerez yapıp hüpletmiştir, muhabbet esnasında. (Yamyama koyun emanet etmek de nasıl bi kafaysa artık ) neyse mevzuyu dağıtmayalım. Polyhemus da bu tek gözlü canavarlardan biri; ama Onun aşkı mitolojideki ilk kur yapma hikayesidir. ay çok tatlı; Galatea'ya her gün peynir, süt vs ne bulursa getirerek gönlünü çalmaya çalışır. Ne var ki Galatea da Akis'le takılmaktadır.(Akis yani eko.) polyhemus bu meşki kıskanır ve akis'in üstüne kayalar atarak onu paramparça eder. Böyle. Biraz acıklı sonu kabul.  


Tabloya gelince; Kayayla ezme kısmına varıncaya kadar tepegözun ne yasadığını anlatıyor. Tuhaf duygular uyandırıyor insanda inanın. Galatea çiçeklerin içinde sereserpe yatarken zavallı polyphemus dağın arkasından ona görünmeden; o tek gözüyle hem kızı seyrediyor, hem de onu aslında bizden, yani tabloyu izleyenlerden koruyor. Galatea'ya göz kulak oluyor. tablonun onunde dururken o ürkek ama tehditkar bakışı hissediyorsunuz. O tek göz resmen size göz dağı veriyor. Tablonun renkleri ve sahne öyle şiirsel ki sizi de bir rüyanın içine alıyor. Tüyler ürperten bir tablo yani.   

 
 
bu tablo kadar beni duygulandıran bir diğer olay, Sergen'in Beşiktaşa teknik direktör olarak dönmesi. 20.000 kişilik imza töreni filan. Çok güzel oldu bence. 
ayrıca dünkü Trabzon fener maçı pek keyifliydi. Sörloth'u bizim takıma istiyorum. Altı buçuk milyonmuş opsiyonu. Falcao'nun bir yıllık parasıyla Sörloth'u alabilirdik yani. Yeri gelmişken nerde o Falçao bugün? sakat mı? hiç şaşırmam.

Bu arada en sevdiğim Ryan Donk'un gölü de geldi felaket tellalığı yapmayayım efendi gibi maçı seyredeyim bari.


28 Ağustos 2013 Çarşamba

Art Brut kafası; Dubuffet ve Wölfli

Outsider Art demek beni rahatsız ediyor, ben orijinal adını kullanmayı yeğliyorum. “Art brut” nefis bir ifade bence; brutal kelimesini  oldum olası beğenmişimdir.  Una musica brutal dediği bir parçası vardır Gotan Project’in, çok güzel tango…
Brutal…
evet vahşi anlamı var ama başka şeyler de söylüyor bu sözcük…
mesela haşin, hoyrat, yabani…
çok güçlü bir kelime, şiddet içeriyor…
sanat da öyle değil midir?

Onun için Roger Cardinal’e; art-brut’a   “outsider art” yakıştırmasını yapıp bir de tamlamayı literatüre geçirdiği için hep burun kıvırıcam hiç alınmasın gücenmesin.  Sebep de; efendim bu sanatçılar ömürlerinin büyük kısmını akıl hastanelerinde, hapishanelerde filan geçirmişlermiş; çoğu psikopat ya da şizofrenmiş (veyahut çocuk) onun için popüler sanat ya da sanat eğitiminden falan bihaberlermiş…
Yaptıklarını sanat olsun diye yapmıyorlarmış;  bak sen!

bu jarncılığa çok kafam bozuluyor ama fazla üstünde durmamak lazım; neticede bir tercüme isim işin değerini azaltacak değil ya…

Biz Jean Dubuffet’den yürüyelim;  bu art-brut mevzuuna ilk dikkati çeken odur çünkü.
Dubuffet zengin bir Fransız burjuvadır; Paris’te Julian Akademisinde resim okumuşluğu vardır; gerçi pek çok zengin burjuva gibi orada pırlanta gibi arkadaşlar edindikten sonra eğitime burun kıvırıp akademiyi yarıda bırakmıştır; (bize ne canım) İyi şarapçı olduğu söylenir. Yok öyle değil baba mesleği şarap üretimi ve pazarlamasından iyi geliri varmış. (bundan da bize ne canım)  bütün bunlar 1900’lerin başında oluyor bu arada… Neyse hayatından kimler gelmiş kimler geçmiş peh…Michauxlar mı istersiniz Matisseler, Artaudlar, Celine’ler allah allahhh diyorum.

Sadede gelicem yani asıl mevzuya; herşey Dubuffet, Aloise Corbaz’la Adolf Wolfli’nin sanatıyla karşılaşınca yerine oturuyor. Evreka kafası…"Bu başka bişey!" dediğimiz şey işte tam da bu diyor Dubuffet. Tabi Dubuffet de pek enteresan adam ama ben şimdi Adolf Wölfli’den bahsedicem izninizle…


O çocukken fiziksel ve cinsel tacize maruz kalmış bir yetim aslında…çocuk istismarından hapse girene kadar da hayatı epey berbat geçmiş; ordu geçmişi falan da var bir dolu bela…1800’lerin sonunda ağır psikoz teşhisiyle Bern’deki Waldau Kliniğine yatırıyorlar…(orada da ölmüş zaten)  bütün hayatı boyunca halüsinasyonlarla yaşamış Wölfli. Ve bu halüsinasyonların bir yerinde çizmeye başlamış baba…1904-1906 yılları arasında 50 serilik karakalem çizimleri ilk işleri olarak biliniyor. Waldau Kliniğindeki doktorlardan biri (soyadı Morgenthaler) Wolfli’ye özel bir ilgi duyup  Ein Geisteskranker als Künstler (A Psychiatric Patient as Artist) (bir sanatçı olarak Psikiyatrik bir Hasta) diye kitap yazınca ve bu da Dubuffet’in eline geçince ‘art brut’ yavaş yavaş bişey ifade etmeye başlıyor.

Çok enteresan; adama sabah bir kurşun kalem veriyorlarmış; iki günde kalem bitiyormuş onun bunun kalemine sarkıyormuş sonra…yılbaşında bir kutu renkli kalem vermişler iki üç haftada bitirmiş kalemleri.
Yahu nasıl bir işçilik insanın aklı almıyor, bildiğin deli işi diyeceğim “literally” diye eklememe gerek kalmayacak. Ama çok etkileyici gerçekten.

Sonra müzik de yazmış;
bu konu da ayrı muamma…
Notaları resim mantığıyla yerleştiriyor sanmışlar önce porteye… sonra bi deşifre etmişler şöyle şeyler çıkmış;
buyur burdan yak.

Asıl büyük Wölfli koleksiyonu Bern’deki Fine Art Museum’da ama Lozandaki bu muhteşem müzede de bir bölüm ayrılmış tabi kendisine.  Irren –Anstalt Band- Hain, 1910 adlı remin önünde gün geçer…

Müzede haliyle fotoğraf çekmeme izin vermediler; fotoğraf makinesini bırakın, çantamı da girişteki kasalara kilitlettiler; üstümü arayacaklar sandım, elime not defterimi almaya çekindim valla…  hayır google’da zibilken, benim günahım ne;  bu saçmalıklara hakkaten çok yoruluyorum. Ama zaten fotoğraf iyi olmuyor bazı resimler camın arkasında olduğu için parlama yapıyor.


Bir sonraki postumda size en çok etkilendiklerimden biri olan Guillaume Pujolle’den bahsedeceğim.
şimdi buyrun Wolfli halülülülerine bakalım biraz;