gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini. Kocaman dalga dalga bulutlar yere o kadar yakın duruyorlar ki, insanın kement atıp birini tutası geliyor.- ister başının altına yastık yap ister midene indir. Bir tabak bol sulu fasülyeyi kocaman bir parça bulut etiyle götür, sonra da biraz kestirmek üzere uzan. Ne hayat ama! (hayalperestler- Patti Smith)
Bu sonbaharda Amsterdam Foam muzesi bi güzellik yaptı, bize Brassai'yi getirdi. Aralık sonuna kadar devam edecek sergi. Avrupa nostaljiyle avutuyor kendini; ama büyüsüne kapılmamak da elde değil. Ne yıllarmış... Büyük Buhran'a rağmen bir kesimin 'vur patlasın çal patlasın' hayatı; bohemlerin savaş sonrası yaşadıkları deşarj; şehrin mekan olarak tüm bunlara olanak sağlaması... Tüm o unicorn insanların miknatıs gibi birbirlerini çekmesi... O dönemde batıda veya batıya dönük olup da (istanbul gibi) fransız etkisinde olmayan şehir olamaz zaten. Fotoğraflar iştah kabartıyor. Ben de dayanamadım bu yılı kendime Paris yılı ilan ettim.
Brassai'ye dönecek olursak; Macar asıllı Fransız fotografçı. Asıl adı Gyula Halász ama cemiyet hayatında Brasso'lu anlamına gelen Brassai lakabıyla biliniyor. Brasso bugün Romanya topraklarında; o doğduğunda Macaristan'daymış. Fransa'nın Années folles diye adlandırılan 'çılgın yıllar' anlamına gelen savaş sonrası 20'ler 30'ları ; o yılların cemiyet hayatını, Paris'in entel, bohem hayatını fotoğraflamış. Henri Miller'lar, Daliler, Jean Genet, tabiki Picasso falan kendi arkadasları, Paris'te takıldıkları mekanlar vs. 1933'te basılan kitabı 'Paris de Nuit' (parisin gecesi filan gibi çevrilebilir herhalde) pek sükse yapmış. Bi diğer özelliği de kedi düşkünü olması. kedili fotoğrafları çok şükela. Anais Nin'e kedi fotograflarını gösterirken Henri Miller ayar oluyormuş, ters ters bakıyormuş. (atıyorum tabiki)
Benim en sevdiğim Chat Colette: şu:
Bundan iki hafta öncesiydi; seçimler yaklaştıkça herkes
birbirinin ağzını arar olmuştu hani ‘veriyoruz dimi chp’ye’ diye…
- vermiyom cehepeye mehepeye onnar benim kalbimi kırdılar
çok
diyordum;
-hiii nee selahattin’e mi verecen yine?
- hayır bikere ben onu cumhurbaşkanlıı seçiminde Ekmeleddin
çatı yalıtım çözüm sistemlerine tepkisel olarak şeyettiydim. Hem alla alla!!! cehepe olmazsa selahattin
diye bi tipim mi var benim?
Ne alakası var sol soslu kimlik siyasetine
kaptıracak oyumuz yok evelalla.. Belki Perinçek’e vericem; boş gezenin boş
kalfası olabiliriz ama ne zaman oy verecek parti bulamasam ortalıkta işçi
partisine veririm ben…ammaan bilmiyorum işte kararsızım koşarak kaçasım var…
diyerek ve
Bu gibi muhabbetlerden bunalıp seçimlere kadar güneye inmek
suretiyle şehirden kaçtım.
Ohh mis!
Bodrum’a yerleşip çocuk yapan veya çocuk yapamayıp organik
tarım yapan arkadaşlarım bi mutlular ki sormayın gitsin…
Bütün gün sahilde yatıp şöyle manzaralara bakıyodum.
Sonra Galatasaray Beşiktaş derbisi geldi çattı
Bi de şampiyon olduk mu; ne keyif ne keyif…
Bi hafta tebrikleri kabul ettim sahilde yatarken…
sonra bi telefon geldi;
Gökçe
-Biz Cuma akşamı yola çıkıyoruz sen de atla gel; assos’da buluşalım.
Oluur dedim ; ayy ne güzel oluur diye ekledim…
Ben Cuma sabahı çıktım yola
Bafa böyleydi geçerken;
İzmir Çanakkale yolu hakkaten duble yağ gibi kayıyo ama
kayacak yerlerin çok ağrıyabilir çünü heryer kamera… aliağa’dan sonra biraz
sevimsiz yol ayvalık’a kadar… biz konuşuyoz onnar yapıyo ; sanki ceplerinden
yapıyo… ödediğim vergiler ve duble yollarda yediğim trafik cezaları nereye
gidiyo?
Neyse
Arkadaşlarla tatil gibisi yok… bi de şampiyon olmuşuz ki;
ertesi gün babakale’de Pazar varmış gidelim bi otlar çaylar filan alalım; bi de
kalamar yiyelim buraya kadar gelmişken dedi gökçe… bindik onun arabaya
gidiyoruz. Klimayı kapattık pencereyi açtık; püfür püfür boğaz rüzgarı… koyun
çanları kuş sesleri filan arasında kedi miyavlamaları… dedim ki kedi yavrulamış
nasıl bağırıyor.
Sonra babakaleye vardık ve pazara daldık… pazarda herbişeyi
çiğ çiğ ye… o kadar yani…zaten köylü de öyle yapıyor aslında; soruyosun mesela 'teyze bu ne otu?'
- - O mu? Evegömeç
ya!
- - Nası yapılıyo o?
- - Sahanda şöyle bi çevir
- - Ee
- - Kavur işte ; ööle yeriz biz, kavurma.
- - Peki o ne?
- - Acı filiz?
- - O nası yapılıyo
- - Onu da çevir sahanda.
- - O da mı kavurma
- - Evet tabi. Çok güzel olur. Yumurta kır istersen!
- - O ?
- - Labada.
- - Sormuyorum direkt kavuruyoruz.
- - Evet kavur güzel olur.
Yani köylünün pek bi kuzey ege mutfağı diyebileceğimiz bir
tarifi yok; genel olarak ‘kavur’ ya da ‘kaynat çay diye iç’… bu! Ama çok süper
insanlar…
Neyse Pazar sonrası babakale’nin muhteşem köy kahvesinde
asmaların altında yorgunluk çayına oturuyoruz.
Evet Behramkale-babakale arası
bütün köy kahvelerinde hala kadın erkek oturup çay içebiliyor bu köyler hala bu
derece medeni…
Tam osırada tuhaf bişey oluyor; siyah takım elbiseli bir
adam elinde mikrofonla köy kahvesine giriyor ve ardından daha normal giyimli
bir başka adam ve ellerinde broşürlerle birkaç kadın… meğer CHP Şey için
gelmiş; adayı tanıtmak ve oy şeysi için işte…
Tamam tamam bizim oyumuzun yeri belli diyip yavaştan
uzuyoruz.
Meğer köy kahvesinde oy toplamacılık böyle oluyormuş; buna
da şahit oldum yani şu yaşımda…
Dönüş yolunda yine pencere açık…
Birden acı bir viyaklama duyuyoruz
“Aa kediiii”…derken
Gökçe birden aman allahım diye feryat ediyor.
-Galiba ses arabadan geliyor…
-Ne?
- yaa dün akşam Ozan,
‘Gökçe galiba arabanın altına kedi kaçtı baktım bulamadım ama ben park ederken çıktı herhalde bir daha
sesi çıkmadı’ demişti; çıkmamış olabilir mi?
Diyor.
-yok artık nerdeyse 24 saat olacak… taa cihangir’den buraya
kaçmış olsa bile ölür hayvan!
diyorum ama;
arabanın altına eğilip lastiğin arasından bakınca; minnacık
bir çift gözün korkuyla bana baktığını görüyorum.
Allllaaaaaaa!
El kadar bile değil parmak kadar;
Ödü patlamış…
Nasıl patlamasın;
Cihangir’den assos’a
duble yollarda 180’le lastikte gelmiş… aç susuz 24 saat ve son gücüyle
miyavlayıp sesini bize duyurdu…
Fakat iş burada bitmiyor çünkü hayvan acayip bir travma
geçiriyor ve katiyen çıkmak istemiyordu. Biz de üstüne gidip çıkartmaya
yeltendikçe kendini motora doğru sıkıştırdıkça sıkıştırdı.
İşte o an tansiyonum
düştü gözlerim karardı gerçekten bayılacaktım.
kedinin sesini duyduğumuzda bu yoldaydık!
fotoğrafta görünmüyor ama allahtan biraz gerisi benzinlik.
Ozan köyden bir amca buldu arabayı çalıştırmadan traktörle
benzinliğe çektik; krikoyla yukarı kaldırdık işe yaramadı; altını açtık belki kendi kendine çıkar diye…
Tam üç saat uğraştık; hava kararana kadar…
Sonunda arabayı orada bırakmaya karar verdik; ve moralimiz
berbat bir şekilde kös kös kaldığımız yere döndük. Kimsenin içi rahat değildi;
eğer çıkmazsa bir gece daha dayanabilecek miydi aç susuz?
Sabah ilk iş arabaya gittik.
Ses yoktu; hiç ses yoktu…
Kendimizi kötü sona hazırlamıştık zaten hayatta kalmasının
mümkünatı yoktu…
Biri eğilip motorun içinde yerini tespit etmeliydi… bu iş
erkek olduğu için Ozan’a düştü.
‘Gördüm.’ dedi bir süre sonra.
- Ama kızlar hiç hareket etmiyor maalesef. Ve öyle bir yerde
ki çıkarmamız mümkün değil; değil el sopa bile girmez naapıcaz?
Sonra bir sopa bulup
dürtmeye karar verdi ve filim o zaman başladı çünkü bizimki can havliyle
viyakladı ve sonra tısladı…
Benzinlikte herkes
başımıza üşüşmüştü v e bazıları su tutmamız gerektiğini ancak öyle çıkacağını
söylüyorlardı. Çünkü gerçekten bir insanın elinin ulaşamayacağı bir yere
sıkıştırmıştı kendini.
Sonunda razı
olduk ve hortum geldi. Bütün iç aksamını yıkadık arabanın ve nihayetinde
bizimki sucuk vaziyette kendini aşağıya bıraktı.
Can havliyle kaçmaya çalıştı, Ozan önünü kesti ben boynundan
kavradım… kucağıma aldım tir tir titriyordu. Miyavlayacak gücü kalmamıştı. Bizim
de konuşacak gücümüz kalmamıştı. Gökçe ve ozan kahkahalar atıyorlardı; Emre
Uefa Kupasını kazanmış Fatih Terim gibi dizlerinin üstüne çökmüştü ben
kucağımda kedi ağlıyordum. Benzinlikteki amca hortumu topluyordu (onların
hayvanlarla duygusal ilişkileri pek bizimkine benzemiyor tabi)
Tam 30 saat aç susuz yollarda…
Hemmen biberonla süt verdik su içirdik titremesi aralıksız
yarımsaat sürdü ama sonra uyuya kaldı.
Adını “Limbo” koyduk şeyden geliyor ‘living in limbo’ deyimi
var ya… hani şarkısı da var Jane Birkin söylüyor…
ŞU;
Tabiiki ben koydum…
Limbo şimdi çok mutlu travmayı atlatması sadece birkaç saat
sürdü; zaten o da tüm cihangirliler gibi
güneye kaçıp kafe açma derdindeymiş te… vesayiti yannış seçmiş yoksa abartılacak
bişey yok yani.
ve huzurlarınızda Mucize Kedi Limbo;
Ama vatandaşlık görevimizi yapcaz;
Onun için mahalleye geri döndük, dönerken arabanın arka koltuğunda seyahate etti ve kendisi de bunun daha konforlu bir seçenek olduğunu kabul etti.
Ve ben de karar verdim limbo’nun
hatrına (artık o bi sinyal oldu gibi) son bir şans daha vericem cehepeye.
fotoğrafını çekmeye doyamıyorum kedi annesi oldum yine hay allam!!
ve evet ben hiç kendimi kandırmayayım; kediler hususunda ayrımcıyım! kesin tekiri daha çok seviyorum.
hayattan, kendiliğinden sunduğu şeylerden ötesini beklemeyip içgüdüsel olarak güneş varken güneş, güneş yokken de her nerede olursa olsun, sıcaklık arayan kedileri örnek alana ne mutlu. Ne mutlu hayalgücü uğruna kişiliğinden vazgeçip başka hayatları seyretmekten keyif alana, duyguların kendisini değil, dış dünyada oynanan halini yaşayana. Ve nihayet ne mutlu herşeyden vazgeçene; herşeyden vazgeçtiğine göre hiç bir şeyi elinden alınamayacak, eksiltilemeyecek olana.
(F. Pessoa - Huzursuzluğun Kitabı, 232)
Kedileri Adlandırmak
Kedileri Adlandırmak zor meseledir,
Tatil oyunlarınızdan biri kesinlikle değildir;
Bir kedinin ÜÇ DEĞİŞİK ADI olmalı dediğimde
Bir zırdeli olduğumu düşünebilirsiniz önce.
Aile arasında günlük kullanılan adlar vardır öncelikle,
Peter, Augustus, Alonzo ya da James gibi,
Victor ya da Jonathan, George ya da Bill Bailey gibi –
Bütün bunlar makul gündelik adlardır.
Eğer kulağınıza şirin gelirse daha göz alıcı adlar da vardır,
Bazıları centilmenler, bazıları da hanımefendiler için adlardır:
Plato, Admetus, Electra, Demeter gibi –
Fakat bütün bunlar makul gündelik adlardır.
Ancak demem o ki, bir kedinin hususi bir adı olması gerektiğidir,
Kendine has ve daha kellifelli bir adı olmalıdır,
Yoksa nasıl dik tutabilir kuyruğunu,
Ya da yayabilir mi bıyığını, ya da okşayabilir mi gururunu?
Bu tür isimler arasında şunları yeterlice sayıyorum,
Munkustrap, Quaxo, ya da Coricopat gibi,
Bombalurina, ya da olmazsa Jellylorum –
Bu adları asla taşıyamaz bir tane kediden başkası.
Fakat bunların haricinde hâlâ bir ad daha vardır ki,
Asla tahmin edemezsiniz bu adı;
Bu adı hiçbir insan araştırması keşfedemez –
Ancak KEDİNİN KENDİSİ BİLİR, ve bunu hiç ifşa etmez.
Engin bir tefekkür içinde görürseniz bir kediyi,
Hep aynıdır, efendime söyleyeyim, bunun nedeni:
Aklı meşguldür esrimeli bir dalgınlıkla
Düşünmekten, düşünmekten, düşünmekten kendi adını:
Tarifsiz tarifli
Tarifi imkansız
Derin ve esrarlı tekil Adı’nı. T.S.Eliot (1888-1965) (1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi). Çeviren: İsmail Haydar Aksoy
orijinalini de eklemeliyim yoksa içimde kalır
The Naming of Cats is a difficult matter, It isn't just one of your holiday games; You may think at first I'm as mad as a hatter When I tell you, a cat must have THREE DIFFERENT NAMES. First of all, there's the name that the family use daily, Such as Peter, Augustus, Alonzo or James, Such as Victor or Jonathan, George or Bill Bailey— All of them sensible everyday names. There are fancier names if you think they sound sweeter, Some for the gentlemen, some for the dames: Such as Plato, Admetus, Electra, Demeter— But all of them sensible everyday names. But I tell you, a cat needs a name that's particular, A name that's peculiar, and more dignified, Else how can he keep up his tail perpendicular, Or spread out his whiskers, or cherish his pride? Of names of this kind, I can give you a quorum, Such as Munkustrap, Quaxo, or Coricopat, Such as Bombalurina, or else Jellylorum- Names that never belong to more than one cat. But above and beyond there's still one name left over, And that is the name that you never will guess; The name that no human research can discover— But THE CAT HIMSELF KNOWS, and will never confess. When you notice a cat in profound meditation, The reason, I tell you, is always the same: His mind is engaged in a rapt contemplation Of the thought, of the thought, of the thought of his name: His ineffable effable Effanineffable Deep and inscrutable singular Name.
bir de böyle danseden adamı yanaklarından öpesim gelir!