29 Kasım 2019 Cuma

ROMANTİK MARATON #3 BRIEF ENCOUNTER


‘Brief Encounter’ / Kısa bir Karşılaşma (bu arada filmin Türkçe adı yok galiba.) Noel Coward’ın 1936’da yazdığı 'Still Life' oyununun 1945 sinema uyarlamasıdır aslında.

Evli iki çocuk annesi bir kadın ile muayenehanesinden çıkıp evinin yolunu tutmuş bir doktorun, tam bir 'hay ben bu kaderin cilvesine tüküreyim' hadisesini tecrübe etmelerini anlatır.



Ama ne anlatmak?

Neden ’still life’ ? 

oyunun orijinal ismi 'Still Life’ yani türkçesi natur mort. çicek, meyve, yaprak filan gibi aslında artık yaşamayan şeylerin bir araya getirilerek bir kompozisyonda resmedildiği akımın adı. Bize fransızcadan ölü doğa anlamına gelen Naturmort olarak geçmiş ama orijinali Flamanca Stillleven, çünkü 1600’lerde Hollandalı Resaamlarla doğmuş bir akım. (Yine gereksiz bilgilerle sulandırmayalım. Çünkü ben koptu mu gidiyorum biliyorsunuz oradan oraya.)

Peki neden oyunun adı Still life?
çünkü imkansız bir aşkın içinde donup kalmış, kısa bir zaman için yaşamanın gerçekten ne demek olduğunu farketmiş ama artık yaşamayan iki insanın kompozisyonu da ondan.


encounter kelimesini pek severim:

Filmin ismini neden değiştirdiler acaba?  David Lean (filmin yönetmeni) mi değiştirdi acaba?

David Lean filmin en can alıcı sahnesini (ki afallatıcı, izleyiciyi bir anda dona-bırakan müthiş dokunaklı bir sahne,  bir sanat eseri olduğunu düşünüyorum)  filmin içinde iki kere kullandığı yetmemiş, başlıkla da vurgu yapayım mı demiş acaba?

ve sonra encounter kelimesini yeniden düşünüyorum. Bu kelimenin içinde karşılaşma dan  fazlası var.
Definition of encounter 



to come upon face-to-face
3to come upon or experience especially unexpectedly
a particular kind of meeting or experience with another person a romantic encounter
bir sürü insanla yanyana veya yüz yüze geliyoruz ama birbirimizi algılamadan geçip gidiyoruz. Hatırlamadığımız pek çok yüzle karşılaşıyoruz her gün öyleyse burada bahsedilen karsılaşma öyle bir karsılaşma olmasa gerek.

'encounter' görme eyleminin ötesine geçip algılama ve bir bağ kurma durumuna da kapsayan bir fiil öyleyse.



şık bir vurgu yani.


evet bu öyle değil, böyle bir karşılaşma; kaderin ağlarını o gün, o tren garı kafesinde öresi varmış; doktorla ev hanımı bu ağa takılmışlar. Ama ne mümkün tabi.
Yıl 1945;  kadının iki küçük çocuğu ve bir kocası var, belli bir sosyal hayatın içinde bir kimliği var, Doktor desen; o da evli barklı, mevki sahibi yaşını basını almış bir adam.
Olacak iş değil yani.
Ama gel gör ki; gönül ferman dinlemiyor.
İşte gönül neden ve nasıl ferman dinlemiyor?
film genel anlamda bunu anlatıyor.
(Son sahneyi söylememek icin kıvranıyorum şu  anda, seyretmemiş olanlar vardır diye... ama çok acayip apışıp kalıyor insan onu da söyleyeyim)


Filmle ilgili başka söyleyebileceğim:
siyah beyaz olmasına rağmen zamansız bir film.  Su gibi akıyor.
Çünkü Celia Johnson sizi ekrana kitliyor resmen.

İyi seyirler o zaman!


NOT:

Celia Johnson 1946 en iyi kadın oyuncu oscarını Joan Crawford’a nasıl kaptırır aklım almıyor. Mildred Pierce filmini de izledim, bence Joan Crawford Hulya Kocyiğit’ten bir tık daha iyi diyelim. meraktan diğer adaylara da baktım Celia Johnson’un performansının yanına yaklaşabilmiş bir aday yok o sene.
Kadın döktürmüş resmen.


27 Kasım 2019 Çarşamba

ROMANTIK MARATON # 2 BREAKFAST AT TIFFANY'S

Romandan şu alıntıyla başlayalım


“ 'vahşi birşeyi asla sevme Bay Bell’ dedi Holly. ‘Doc’un da yanlışı buydu işte. Vahşi şeyleri tutup eve getirirdi hep. Kanadı yaralı bir şahin mesela. Bir keresinde bacağı kırık bir vaşak getirmişti. Yavru filan da degildi ha.  Ama vahşi bir şeye kalbini veremezsin; bunu yaptıkça onlar daha da güçlenir. Bir gün ormana kaçacak kadar güçlü hissederler. yada bir ağaca uçacak kadar, sonra daha yüksek bir ağaca. sonra da gökyüzüne. İşte sonun bu olur. Mr. Bell. Eğer vahşi birseyi sevmeye teslim olursan sonunda kendini gökyüzüne bakar bulursun.”

(“Never love a wild thing, Mr. Bell,' Holly advised him. 'That was Doc's mistake. He was always lugging home wild things. A hawk with a hurt wing. One time it was a full-grown bobcat with a broken leg. But you can't give your heart to a wild thing: the more you do, the stronger they get. Until they're strong enough to run into the woods. Or fly into a tree. Then a taller tree. Then the sky. That's how you'll end up, Mr. Bell. If you let yourself love a wild thing. You'll end up looking at the sky.” )

Capote böyle diyor romanda; Blake Edwards, Çılgınlar Kraliçesinin yönetmeni, bunu ana karakterimiz Holy’e (Audrey Hepburn) ilk ağızdan söyletiyor. Son derece dokunaklı bir sahne gerçekten. 

Breakfast at Tiffany’s romantik komedilerin hasıdır bence. Tam bir kült. Mekanlarıyla, kostümleriyle, olay örgüsüyle ve anlatımıyla zamansız. 

Yaralı vahşi bir kuşun aşka düşme macerasını anlatır. Holly asıl adı Lola May, küçük bir Amerikan kasabasından kaçıp New York’un crème de la crème cemiyet hayatının tam ortasına bir şekilde konmuştur. Filmin ortalarına gelene kadar bu kızın tam olarak olayı nedir hiç anlayamayız. Film ilerledikçe kendisinin de ne aradığını, nereye gittiğini hiç bilmediğini fark ederiz. 

meşhur Moon River performansı:



Tesadüf bu ya, aşk onu bulmuştur bir şekilde.
Holly film boyunca tüm zarafetiyle ve tatlılığıyla  kaçınılmaz olan aşktan seke seke kaçar durur.  

Havası kimedir? Kendine mi?

Holly Manhattan’ın göbeğinde bir ev tutmuştur. Sosyetenin gözbebeğidir diyebiliriz. Parti kraliçesidir. Yolda gören ‘bu herhalde bir milyarderin kızı veya karısı filan’ der. Öyle bir tavır içinde takılmaktadır. Şey gibi... Edie Sedwick gibi. (ama o gerçekten mirasyediydi) Bizimkisi başarılı bir çakmadır oysa.  Bu da tuhaf bir paradox bu arada. Edie’nin yaşam tarzı olarak Holy’den etkilendiği söylenir. (Gerçeğin taklidini taklit etmesi paradoxu - sulandırmayalım.)







Malum bu film aynı zamanda bir ikon kraliçesi yaratmıştır. Gözlükler, gölgeli saçlar, little black dress, inciler, babet ayakkabılar vs. vs.

Filmi seyrederken Holly’nin bir sanatçı oldugunu farketmelisiniz. Onun sanat eseri kendisidir. Tüm o stiliyle kendini yaratmıştır. Bir de isim koymuştur. Asıl adı Lola May’dir.  İşte bütün bu emeği bir aşk uğruna çöpe atmak istemez ve direnir. O direndikçe biz eğleniriz. Acı içinde kıvranmaktadır aslında. 


istikrarlılığa a karşı özgürlük

özgürlüğüne düşkün olduğu için mi istikrarlı iliskiden kaçmaktadır?  Dairesini yaşamak için dekore etmemiştir. bavulu salonun ortasında durmaktadır.  Herkese kendisi de dahil olmak üzere isim takar ama kedisinin isimi yoktur.

kedi

Böyle bir kedi olamaz. Bir de sarman ki sormayın. Filmde başına gelmeyen kalmadı hayvancağızın gıkı çıkmadı. 



Parti kafası
Filmi seyrederken en keyif aldığım sahnelerden birisi de parti sahnesiydi. 1950’lerin ev partileri böyle oluyormuş demek. 
Buyrun keyifli seyirler!
















24 Kasım 2019 Pazar

ROMANTIK MARATON # 1 PATERSON

Genelde esas oğlan esas kızla kaderin cilveli kafalarında, çeşitli badireler atlataraktan, mutlu son güzergahına saptığında film biter malum.  Romantik filmin olayı nedir arkadaşlar? Kadınla adam kavuştuğunda yani 'gerçek aşk’ ya da bize 'gerçek olduğu yutturulmaya çalışılan aşk' vuku bulduğunda bi yutkunmak, bi oh çekmek ve özellikle de bir kaç, gün, ay, yıl vs sonrasını düşünmemektir.

Bu sebepten mütevellit Paterson bildiğiniz romantik filmlerden değil.
Ama izlediğim, 'kelimenin tam anlamıyla en romantik' filmlerden biri.

kelimenin tam anlamı:


romantik
sıfat
  1. 1. 
    davranışlarında duyguların, düşlerin ve coşkuların aşırı biçimde etkisi bulunan (kimse).
  2. 2. 
    gerçekçi olmayan, düşçü (kimse, görüş).



karakterlerimiz; yani esas oğlan (Adam Driver) ve esas kız (Golshifteh Farahani) gerçek aşk boyutuna film başlamadan epey bi önce geçmiş; orada öylece kalmış, kendilerine sıradan ve ötekilere (biz izleyicilere) son derece tuhaf görünen gündelik yaşamlarına devam etmektedirler.


Esas oğlan New Jersey eyaletinin Paterson kasabasında (bu arada Türklerin de en yoğun olarak yaşadığı Amerikan kasabasıdır ama filmde ne hikmetse bir tekine bile rastlayamadık) otobüs şoförüdür. Bildiğin Otobüs Şoförü. Kendi ismi de kasabanın ismi gibi Paterson’dur. Aslında yüzüne baktığınızda bazen 16-17 yaşlarında bir oğlan çocuğuna bakıyormuşsunuz hissi yaratan bu uzun genç adam,  aynı kasabadan çıkmış meşhur şair William Carlos Williams hayranıdır; tıpkı onun gibi kimisine 'insan kibrit kutusuna şiir yazar mı canım?' dedirten cinsten şiirler yazmaktadır ve içten içe kendini onunla özdeşleştirmektedir. (O konuya sonra değineceğim)

Güzeller güzeli Iran asıllı karısı Laura ise... onu nasıl tarif edeyim bilemedim bir an!
Yani etrafınızda öyle biri olsa, hipnotize olur işi gücü bırakır onu seyredersiniz; o derece ilginç bir kişilik.
Monokrom takıntısından evdeki bütün nesneleri (kendi kıyafetleri ve yiyecekler de dahil) siyah ya da beyaza bazen her ikisine de boyayan, her gün dekorasyon değiştiren, en büyük hayali siyah beyaz cupcakeler pişirip onları sataraktan zengin olmak ile; internette reklamını görüp vurulduğu siyah beyaz harlequin gitarını çalmayı öğrenip ünlü bir country şarkıcısı olmak arasında gidip gelen bir kadın düşünün.

şöyle ki:




gelelim filmin cupidine yani Jim Jarmusch’a... Bence yaşadığımız çağın ilginç yönetmenlerinden biri. şanslıyız yani. Guardian’da çıkan bir review’da onun için şöyle diyordu yazar;

As a film-maker, Jarmusch likes to make movies about the world’s little details; about drifters and seekers and the rambling detours that add up to a life. (ny times)

belki de ondan pek seviyorumdur :D

Mevzumuz aşk olduğuna göre, onun aşka bakışından bahsedelim.
Soru: Aşkın gözü astiğmat mıdır? kör müdür?
bilemiyorum da;
Jim jarmusch bayağı şaşı bakıyor kanımca.

'aşk ve hayranlık birbirini besleyen hisler, bu konuda bir anlaşalım' diyor jarmusch.
'zaman kısıtlamamız yok tadını çıkarın' diye ekliyor. Romantikliği buradan geliyor.

'Kız öyle güzel uyuyor ve sabahları yarı uyur yarı uyanık sayıklarken öyle çıplak oluyor ki, akşam yemek diye önüme çamurdan cupcake getirse yerim.’
veya
'oğlan öyle sevecen ve öyle hayran ve öyle uzun ve dünyaya öyle yavru köpek gibi bakıyor ki; tüm dünya bir gün onun yazdıklarını okumalı ve ben de onun ilham perisi olduğum icin dünyanın en mutlu, en mühim kadını olmalıyım.’

Çok tatlılar çok.

onlar bu kafalarda takılırken, bu saçmalığa bizim (seyirci) gibi ağzı sulanarak bakmayan tek karakter (herhalde dünyanın en kafası bozuk köpeği odur) Marvin. 


bu arada Palm D’Or’da Adam Driver’la birlikte ödül almış. 'Palm Dog’ unvanına sahip.

///

filmde başka ilişkilere de tanık oluyoruz ki, her aşık şanslı olacak diye bir şey yok tabi.

misal 
Everett ve Marie’nin  hikayesi.




Bu da enteresan bir bakış açısı değil mi?
Bu noktada yine Barthes’den alıntı yapmak istiyorum.

‘Aşık olduğum için deliyim, bunu söyleyebildiğim için de değilim, imgemi ikilerim; kendi gözümde çılgın (sabuklamamı bilirim), başkasının gözünde yalnızca mantıksızım.' 

Biraz da şiirden bahsedelim.
Jarmusch William Carlos Williams’i neden gözümüze gözümüze sokuyor?

Mithad Selim yazının bundan sonraki kısmını okusun diye :b (Bugün yazdığı 'no story’ başlıklı şahane öyküsü’nü siz de okuyun neden bahsettiğimi anlayacaksınız. )

William Carlos Williams aslında bugün St. Mary’s General Hospital olarak bilinen hastanede ölene kadar doktorluk yapmış bir Pediatrist (neyse sulandırmayalım).   Biyografi yazarı Linda Wagner soyle yazmış onun hakkında:
yazar olmak için, pediyatrist olmak için çalıştığından daha fazla çalıştı.
çünkü
yazmak onun için bir
'equipment for living, a necessary guide amid the bewilderments of life’ tı

(yaşamın şaşırtıcılığı/hayret uyandırıcılığıyla karşı karşıya kaldığında ihtiyac duyduğu hayatta kalma teçhizatı gibiydi yazmak onun icin.)

Herkese keyifli seyirler.