Romandan şu alıntıyla başlayalım
“ 'vahşi birşeyi asla sevme Bay Bell’ dedi Holly. ‘Doc’un da yanlışı buydu işte. Vahşi şeyleri tutup eve getirirdi hep. Kanadı yaralı bir şahin mesela. Bir keresinde bacağı kırık bir vaşak getirmişti. Yavru filan da degildi ha. Ama vahşi bir şeye kalbini veremezsin; bunu yaptıkça onlar daha da güçlenir. Bir gün ormana kaçacak kadar güçlü hissederler. yada bir ağaca uçacak kadar, sonra daha yüksek bir ağaca. sonra da gökyüzüne. İşte sonun bu olur. Mr. Bell. Eğer vahşi birseyi sevmeye teslim olursan sonunda kendini gökyüzüne bakar bulursun.”
(“Never love a wild thing, Mr. Bell,' Holly advised him. 'That was Doc's mistake. He was always lugging home wild things. A hawk with a hurt wing. One time it was a full-grown bobcat with a broken leg. But you can't give your heart to a wild thing: the more you do, the stronger they get. Until they're strong enough to run into the woods. Or fly into a tree. Then a taller tree. Then the sky. That's how you'll end up, Mr. Bell. If you let yourself love a wild thing. You'll end up looking at the sky.” )
Capote böyle diyor romanda; Blake Edwards, Çılgınlar Kraliçesinin yönetmeni, bunu ana karakterimiz Holy’e (Audrey Hepburn) ilk ağızdan söyletiyor. Son derece dokunaklı bir sahne gerçekten.
Breakfast at Tiffany’s romantik komedilerin hasıdır bence. Tam bir kült. Mekanlarıyla, kostümleriyle, olay örgüsüyle ve anlatımıyla zamansız.
Yaralı vahşi bir kuşun aşka düşme macerasını anlatır. Holly asıl adı Lola May, küçük bir Amerikan kasabasından kaçıp New York’un crème de la crème cemiyet hayatının tam ortasına bir şekilde konmuştur. Filmin ortalarına gelene kadar bu kızın tam olarak olayı nedir hiç anlayamayız. Film ilerledikçe kendisinin de ne aradığını, nereye gittiğini hiç bilmediğini fark ederiz.
meşhur Moon River performansı:
Tesadüf bu ya, aşk onu bulmuştur bir şekilde.
Holly film boyunca tüm zarafetiyle ve tatlılığıyla kaçınılmaz olan aşktan seke seke kaçar durur.
Havası kimedir? Kendine mi?
Holly Manhattan’ın göbeğinde bir ev tutmuştur. Sosyetenin gözbebeğidir diyebiliriz. Parti kraliçesidir. Yolda gören ‘bu herhalde bir milyarderin kızı veya karısı filan’ der. Öyle bir tavır içinde takılmaktadır. Şey gibi... Edie Sedwick gibi. (ama o gerçekten mirasyediydi) Bizimkisi başarılı bir çakmadır oysa. Bu da tuhaf bir paradox bu arada. Edie’nin yaşam tarzı olarak Holy’den etkilendiği söylenir. (Gerçeğin taklidini taklit etmesi paradoxu - sulandırmayalım.)
Malum bu film aynı zamanda bir ikon kraliçesi yaratmıştır. Gözlükler, gölgeli saçlar, little black dress, inciler, babet ayakkabılar vs. vs.
Filmi seyrederken Holly’nin bir sanatçı oldugunu farketmelisiniz. Onun sanat eseri kendisidir. Tüm o stiliyle kendini yaratmıştır. Bir de isim koymuştur. Asıl adı Lola May’dir. İşte bütün bu emeği bir aşk uğruna çöpe atmak istemez ve direnir. O direndikçe biz eğleniriz. Acı içinde kıvranmaktadır aslında.
istikrarlılığa a karşı özgürlük
özgürlüğüne düşkün olduğu için mi istikrarlı iliskiden kaçmaktadır? Dairesini yaşamak için dekore etmemiştir. bavulu salonun ortasında durmaktadır. Herkese kendisi de dahil olmak üzere isim takar ama kedisinin isimi yoktur.
kedi
Böyle bir kedi olamaz. Bir de sarman ki sormayın. Filmde başına gelmeyen kalmadı hayvancağızın gıkı çıkmadı.
“ 'vahşi birşeyi asla sevme Bay Bell’ dedi Holly. ‘Doc’un da yanlışı buydu işte. Vahşi şeyleri tutup eve getirirdi hep. Kanadı yaralı bir şahin mesela. Bir keresinde bacağı kırık bir vaşak getirmişti. Yavru filan da degildi ha. Ama vahşi bir şeye kalbini veremezsin; bunu yaptıkça onlar daha da güçlenir. Bir gün ormana kaçacak kadar güçlü hissederler. yada bir ağaca uçacak kadar, sonra daha yüksek bir ağaca. sonra da gökyüzüne. İşte sonun bu olur. Mr. Bell. Eğer vahşi birseyi sevmeye teslim olursan sonunda kendini gökyüzüne bakar bulursun.”
(“Never love a wild thing, Mr. Bell,' Holly advised him. 'That was Doc's mistake. He was always lugging home wild things. A hawk with a hurt wing. One time it was a full-grown bobcat with a broken leg. But you can't give your heart to a wild thing: the more you do, the stronger they get. Until they're strong enough to run into the woods. Or fly into a tree. Then a taller tree. Then the sky. That's how you'll end up, Mr. Bell. If you let yourself love a wild thing. You'll end up looking at the sky.” )
Capote böyle diyor romanda; Blake Edwards, Çılgınlar Kraliçesinin yönetmeni, bunu ana karakterimiz Holy’e (Audrey Hepburn) ilk ağızdan söyletiyor. Son derece dokunaklı bir sahne gerçekten.
Breakfast at Tiffany’s romantik komedilerin hasıdır bence. Tam bir kült. Mekanlarıyla, kostümleriyle, olay örgüsüyle ve anlatımıyla zamansız.
Yaralı vahşi bir kuşun aşka düşme macerasını anlatır. Holly asıl adı Lola May, küçük bir Amerikan kasabasından kaçıp New York’un crème de la crème cemiyet hayatının tam ortasına bir şekilde konmuştur. Filmin ortalarına gelene kadar bu kızın tam olarak olayı nedir hiç anlayamayız. Film ilerledikçe kendisinin de ne aradığını, nereye gittiğini hiç bilmediğini fark ederiz.
meşhur Moon River performansı:
Tesadüf bu ya, aşk onu bulmuştur bir şekilde.
Holly film boyunca tüm zarafetiyle ve tatlılığıyla kaçınılmaz olan aşktan seke seke kaçar durur.
Havası kimedir? Kendine mi?
Holly Manhattan’ın göbeğinde bir ev tutmuştur. Sosyetenin gözbebeğidir diyebiliriz. Parti kraliçesidir. Yolda gören ‘bu herhalde bir milyarderin kızı veya karısı filan’ der. Öyle bir tavır içinde takılmaktadır. Şey gibi... Edie Sedwick gibi. (ama o gerçekten mirasyediydi) Bizimkisi başarılı bir çakmadır oysa. Bu da tuhaf bir paradox bu arada. Edie’nin yaşam tarzı olarak Holy’den etkilendiği söylenir. (Gerçeğin taklidini taklit etmesi paradoxu - sulandırmayalım.)
Malum bu film aynı zamanda bir ikon kraliçesi yaratmıştır. Gözlükler, gölgeli saçlar, little black dress, inciler, babet ayakkabılar vs. vs.
Filmi seyrederken Holly’nin bir sanatçı oldugunu farketmelisiniz. Onun sanat eseri kendisidir. Tüm o stiliyle kendini yaratmıştır. Bir de isim koymuştur. Asıl adı Lola May’dir. İşte bütün bu emeği bir aşk uğruna çöpe atmak istemez ve direnir. O direndikçe biz eğleniriz. Acı içinde kıvranmaktadır aslında.
istikrarlılığa a karşı özgürlük
özgürlüğüne düşkün olduğu için mi istikrarlı iliskiden kaçmaktadır? Dairesini yaşamak için dekore etmemiştir. bavulu salonun ortasında durmaktadır. Herkese kendisi de dahil olmak üzere isim takar ama kedisinin isimi yoktur.
kedi
Böyle bir kedi olamaz. Bir de sarman ki sormayın. Filmde başına gelmeyen kalmadı hayvancağızın gıkı çıkmadı.
Parti kafası
Filmi seyrederken en keyif aldığım sahnelerden birisi de parti sahnesiydi. 1950’lerin ev partileri böyle oluyormuş demek.
Buyrun keyifli seyirler!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder