gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini. Kocaman dalga dalga bulutlar yere o kadar yakın duruyorlar ki, insanın kement atıp birini tutası geliyor.- ister başının altına yastık yap ister midene indir. Bir tabak bol sulu fasülyeyi kocaman bir parça bulut etiyle götür, sonra da biraz kestirmek üzere uzan. Ne hayat ama! (hayalperestler- Patti Smith)
Bu yıl biraz geç kalmış olsam da yollarını gözlediğiniz 4. Geleneksel
Drifter Ödüllerini açıklamaya başlıyorum. Bu yıl ki kategorilerimiz şöyle:
Yılın en süper reklamı
yılın kısası
yılın animasyonu
yılın dumuru
yılın kitabı
yılın karikatürü
yılın dizisi
yılın filmi
Mabelard Şiir ödülü
yılın sergisi
yılın videoklibi
yılın en super tasarımı
yılın sanatçısı
yılın golü
Yılın en güzel müzikleri
Bu maratonun kaplumbağası olsam da finish çizgisini gördüm ya... bu da birşeydir!
Geldik Romantik maratonumuzun son drifter's pick filmine... Yani Grease'e. Öncelikle kabul edelim Grease bir kız filmidir. Hiç bir erkeğin bu filmden bir kız kadar zevk alabileceğine inanmıyorum.
Grease'i seçmemin sebebi ilk aşk hikayem olduğu içindir. (Uuuuuuuu!!!!)
evet arkadaşlar büyük itiraf ediyorum; Danny Zuko ilk aşkımdır. Uzunca bir süre onu arayıp durdum. bütün lise yıllarımda, belki üniversitenin de bir bolümünde; düne kadar dermişim :)) şaka şaka sulandırıyorum. Ama onun yüzünden uzunca bir süre, 'ben kimselere aşık olamayacağım herhalde' diye düşündüğüm doğrudur.
Maria'ya sordum bir kaç gün önce. Hatırlıyor musun Grease' ilk seyrettiğin zamanı diye?
'tarih, gün, saat verebilirim' dedi.
'sen de mi?' dedim.
bu bana şunu düşündürttü:
Bizim kuşak kadınları için Grease filmden öte kendisiyle ilgili bir anı galiba.
onun için ben size kendi anımı anlatacağım;
12 veya 13 yaşlarında olmalıyım, haftasonu için amcamlardayım. sıkıntıdan patlıyorum. (Çocukken hiç sevmezdim kendi evimden başka yerde kalmayı, arkadaşlarımın evinde kalayım diye hiç yalvardığımı hatırlamıyorum. Annem zorla itelerdi, tek çocugum zaten, antisosyal olmayayım diye zaar.) kuzenim benden bir kaç yaş küçük. Pek ilgimi çekmiyor odası, oyuncakları filan. Zaten ben hazırlıktayım, ingilizce öğreniyorum ki, onunla ortak hiç bir mevzum olamaz peh!!! (nasıl zalimce tepeden baktıysam artık ukte yaptı demek ki o zamanlar ; büyüyünce gitti Amerikalı bi adamla evlendi, şimdi orada yaşıyor :D)
Neyse, kaderin cilvesi televizyon açık, film başladı.
ilk görüşte aşk mıydı hatırlamıyorum. Hangi sahnesinde aşka düşmüştüm bilmiyorum. Tek bildiğim film bittiğinde başka hiç bir şey düşünemiyordum. Film beni hipnotize etmişti. Rüyada gibiydim ve uyanmak istemiyordum. Ağlayasım vardı gibi, bir daha ne zaman görebileceğim meçhul, ne yaşamıştım ben?...
sürekli seyrettiğim sahneleri düşünüyordum, 'you're the one that i want'i söylediklerinde kendimden geçtiğim için sadece 'u u u' kısmını aklımda tutabilmiştim ama son parçayı unutmamak için surekli Çen çen çegini çençibab thats the way it şubeee kısmını içimden tekrarlayıp duruyordum. uyduraraktan tabi. uydurukça da olsa şarkının nakarat melodisini ezberlemiştim. Böylece babama sorabildim.
Çen çen şarkısını biliyor musun?
Çünkü babam kahramanım. Annemle evlenmeden önce ankarada djlik yapmış, batı müziği hastası bi
tip; bilebilir yani.
yine de umudum az.
Dönem, laura brinigan donemi. madonna, sandra, samantha fox ...bu!
'Çen çen' diyorum.
'bilmiyorum öylee bir şarkı, kim söylüyor?' diyor.
- filmde duydum çok güzel şarkı hadi baba, sen mutlaka biliyorsundur!!!!
melodiyi mırıldanıyorum, kelimeleri düşünmeden papağan gibi, kulağımda kalan sesleri tekrar ediyorum.
- hem dans da ediyorlar, bak! ellerini böyle böyle yapıyorlar... (elllerimle buggie woggie figurleri yapmaya çalışıyorum; o zaman onun bugi wugi dansi oldugunu bilmiyorum tabi.)
babam gülmeye başlıyor. Komiğim çünkü.
"Hadi hadi, git odanı topla; annen sabah söyleniyordu" diyor.
kös kös odama gidiyorum.
moralim sıfır.
Günlüğüme filan yazıcam, sahneleri vs. hatırlayabildiğim kadarını...
isimleri hatırlamaya çalışıyorum; Danny, Sandy, frençi tamam, rizzo'yu ve sevgilisini hatırlayamıyorum bir türlü. oysa o karaktere bayılmıştım,
kıyafetlerine,sesine filan...
işte tam bunları düşüne-yazarken; salondan bir gümbürtüyle frankie valli'nin o funk introsu yükseliyor. Daaaaaaaaa darada darada darada darada da......sonra o funk gitar rifi giriyor.
O anı, hissettiğm heyecanı, sevinci asla unutamam.
Şu an bile tüylerim diken diken diyebilirim.
Babam, alaaddinin cini gibi!
salona koşuyorum, annem de mutfaktan fırlamış, ne oluyor diye.
Şok geçiriyorum resmen.
AKAI marka Analog Makara teybi var babamın, kutusundan çok nadir çıkarttığı. Koleksiyonunun bir parçası çünkü. Ben çok daha küçükken 3-4 yaşlarındayken sık sık sesimi kaydettiği, şarkı söyletip ‘kuzunun biri su içiyormuş pırıl pırıl dereden’ gibi şiir filan okuttuğu; kendilerince yarım yamalak turkçemle dalga geçip eğlendikleri bir antika alet bana göre. Eve Yeni muzik seti gelip anfiye baglandığında gözden düşmüş; büfenin üst rafında duran, eski günleri yadetmeye yarayan bir koleksiyon parçası. Muzik sever bir misafir geldiğinde, babam illa o quadrofonik vivaldi dört mevsim makarasını çıkarır, misafiri 4 hoparlorün tam ortasına oturtur; zavallı misafirin her hoparloörden ayrı bir enstruman sesi duymak suretiyle muazzam bir deneyim yasayıp keyiften dört köşe olmasını beklerdi. Ne yazık ki çok az insan onu anlayabilirdi.
Işte bu mucize alet o gün bana Grease soundtrackini çalıyordu ve ben o gün 12 veya 13 yaşımda ex kafası yaşıyor; frankie valli'yle kopuyordum. (o gün onun frankie valli oldugunu bilmiyordum tabi John Travolta söylüyor bütün parçaları sanıyordum.)
o gün o soundtrack'i bizimkilerin sabrını taşırana kadar dinledim sanırım. Muhtemelen bir süre sonra odama gönderilmişimdir.
Yani benim ilk aşkım Grease'dir. Dolayısıyla romantizm benim icin müziktir. Aşk müzikle yapılır, müzik aşkla filan... biri olmadan diğeri olamaz.
teenager’lığım üstünde bilinç altı bilinç üstü , her türlü etkiyi yapmıştır. Sevgili dediğin dans edip, duet yapabilen, araba tamir edebilen, serseri ama iyi kapli olacak. Bu kriterlere uymadığı için çok çıkma teklifi reddetmişliğim vardır.
müzik zevkim üstünde keza. O soundtracki yüzlerce defa dinlemişimdir, her bir parçayı ezbere bilirim. Lise kankam Begüm'le evde filmi sahne sahne oynamışlığımız vardır; Summer Lovin duetini
söyleyip bilimum kasetlere çekmişizdir. Kavga çıkmasın diye bir bölümünde o Danny kısımlarını
söylemiştir diğer bölümünde ben.)
Grease'i bir kez daha izleyip o günleri yad etmek gerçekten güzel oldu. Ama bugün başka bir gözle bakıyorum tabi.
Hatırladığıdan daha az masum bir film. Sandy ve diğerleri arasındaki sosyal sınıf farkı şimdi dikkatimi çekiyor. Problem Sandy'nin sarışınlığı değil, diğerlerine göre daha Amerikan amerikan bir aileden gelmesi. Zuko, knickie, rizzo, frenchie, dans yarışmasındaki latino afet, hepsi aslında göçmen ailelerin çocukları. T-birds ve Pink Lady's gruplaşması bir komplex kalkanı.
bir diğer önemli detay filmin 1975 de çekilmiş, 1958 yılının gençliğini resmeden bir film olması. Kızların aklı dansta, partide; oğlanların aklı cinsellikte haliyle. Bu anlamda epey gerçekçi ve epey açık saçık bir film. Bu seyrettiğimde şöyle bir replik yakaladım çok güldüm.
yani demek istediğim oldukça direkt ama masum bir açık saçıklığı var filmin.
Bugün baktığımda oyunculuk anlamında Rizzo'yu canlandıran Stockard Channing ve Frenchie'yi canlandıran Didi Conn'u hala çok başarılı buluyorum.
O zaman opening credits videosundaki binlerce kez dinlemiş olmama rağmen, hala bayıla bayıla dinlediğim 'Grease is the word' parçasıyla maratona noktayı koyalım.
Etgar Keret'in Kneller's Happy Campers (Kneller'in Mutlu Kampı) Tanrı Olmak İsteyen Otobüs
Şoförü kitabının kapanış öyküsu. Bilek kesenler de bu öykünün filmi, ama bence bir bağlantı kurmaya çalışmadan izlemelisiniz. (tabi öyküyü okumuş olanlar için söylüyorum; okumayanlar da okuyacaklarsa, filmden bağımsız düşünerek okusunlar bence.)
Baştan sulandıracağım bu kez kusura bakmayın; öyküyü okuduğumda da, filmi seyrettiğimde de dedim ki kendi kendime, bir gün olur da 'Etgar Keret intihar etti' filan diye bir haber okursam asla inanmam.
Hayatın içindeki acılara; umutsuzluklara; tuhaflıklara iştahlı bir ilgiyle hatta bazen öykünmeyle bakan birisi çünkü Etgar Keret. Onun için bunlar, deneyimin bir parçası ve aslolan da deneyim. Onun için seviyoruz kendisini; Avi pardo'yu da...
gelelim filme;
(bi kere Tom Waits'in dead and lovely'si çalmaya başlıyor daha ilk sahneden bu bile filmi seyretmek için yeterli bir gerekçe. )
Diyelim ki hayatınızın anlamı olduğunu düşündüğünüz insan bir gün hayatınızdan çıkmaya karar veriyor. Sizi yalnız; hayatınızı anlamsız bırakıyor diyelim. Fazla yalnız ve anlamsız hissedince, siz de hayatınızdan çıkmaya karar verdiniz. Gittiğiniz yerin nasıl bir yer olacacağını bir düşünün bakalım.
Esas oğlan Zia (filmdeki adı bu) Desree'den ayrılmanın hayatında yarattığı boşluk duygusuyla başedemediğini düşündüğü bir anında karar verir ve bileklerini keser. Tekrar gözlerini açtığında ölüdür ve kendisi gibi intihar eden diğer tuhaf ötesi insanlarla birlikte dünyanın hemen hemen aynısı bir paralel dünyada bulur kendini. Her şey aynıdır sadece renksiz bir dünyadır bilek kesenlerin dünyası; insanların yüzleri ifadesiz ve donuk; gökyüzü yıldızsız, yeryüzü ağaçsız, çiçekler renksizdir filan.
Tam intihar ettiğine pişman olmak üzereyken Desree'nin de intihar edip bilek kesenler dünyasına geldiğini öğrenir ve onu aramak icin yola çıkar. Bundan sonrası tatlı bir yol ve aşk hikayesi; yolda TomWaits 'e (Kneller) rastlarlar filan....
Bilekkesenler; Bir Aşk Hikayesi'ni Romantik Maratonun bir parçası yapmamın sebebi aşkın ve aşksızlığın, içinde yaşadığımız dünyayı algılayışımızdaki etkisi üzerinde durması. Aşkı kaybetmek; dahası umudu
kaybetmek; bir daha aşık olamayacağını düşünmek; asla öyle hissedemeyeceğini kabullenmek... kendini renksiz, soluk, heyecansız, anlamsız bir dünyaya hapsetmek gibi birşey olsa gerek diyor film özetle... Bunu tatlı bir yol hikayesiyle anlatıyor.
şöyle diyaloglar filan:
Zia:
You remember the other day when you
were talking about missing things from life and how you wanted to go
back and I told you I didn't miss anything?
Mikal:
Yeah.
Zia:
Well... When I'm here, with you, I kind of miss myself, the way I used to be.
Mikal:
What were you like?
Zia:
I was happy at a time...
ayrıca Keret'in öyküsünden farklı bir sonla kapanıyor mevzu.
Böylece geldik Maratonun son filmine yani Grease'e....