Mart haftasonu gelmişti. Temizliğe giriştim. Bir hafta sonra yola çıkacağım için evi temiz bırakmak gerekirdi. Tertemiz, bal dök yala olmalıydı. Babamdan kalma alışkanlık işte. Yok yok bu cümlede bir kelime hatası yok. Titiz olan babamdı bizde; annem aldırmazdı. Misafir geleceği zaman misal; ikimizi de hizaya çeken, yatak çarşaf nizamını, pasta börek ikram programını planlayan babamdı hep. Tatile gidileceği zaman da, tatil öncesi temizlik icadını çıkartan babamdır. Bi babam, bi Iskender zaten. Neymiş efendim? Tatil dönüşü yoldan gelmiş insan rehavetiyle, tertemiz evine girip, kahveni yapıp; bir hafta, 10 gün, 15 gün veya bir ay, her ne kadar zaman geçmişse o kadar zamandır uzak kaldığın televizyonunun başına geçip kanal değiştirecekmişsin gönlünce köpüğünü höpürdeterekten... Sen yokken neler olmuş bir bir havadisleri alıp normal hayata adapte olmaya çalışacakmışsın tertemiz.
yani eskiden öyleydi, televizyon seyredilirdi. Haber bültenleri filan...
Herneyse ben temizliğe giriştim. 'Cleaning' adını verdiğim bir playlistim var; temizlik yaparken hep o playlisti açarım. Yarısı bakkal. Yani elektrik süpürgesi açıkken 'ayyy hangi parçayı kaçırdım acep son 10 dakika’da demeyeceğim bir playlist. Basement Jax’den 'take me back to your house' ile başlayıp, 'I belong to me so don't call me baby' ile biten bir playlist.
Öyle bir temizlik yapasım varmış ki, akşama kadar mıyıl mıyıl, süpürdüm süpürdüm sildim, arada kahve yaptım, kahve bitti ben silmeye devam ettim. Lambaların üstlerinden dolap içlerine kadar bütün tozları aldım. Kıyafetler bitti, kitapları yerleştirdim. bulaşık bitti tabak çanakları yerleştirdim, arada bir bardak kırdım. 'oohhh nazar çıktı' dedim; kırıkları süpürdüm. En sonunda her yerin bal dök yala vaziyette olduğuna kanaat getirince de yukardan ortanca bavulu indirdim. Bi iki parça birşey koyarak siftah yaptım. Sonra daha erken olduğunu düşünerek öylece bıraktım odanın ortasında ağzı açık vaziyette.
Yolculuğa ve Istanbul’a odaklanmıştım. Tilburg’da neler oluyor; ofistekiler ne yaptı, Santiago ortaya çıktı mı; hiç aklıma bile takılmıyordu. Switch location, switch language, switch mode şeklinde kendimi yolculuk moduna sokmuştum. O hafta ofise gitmem de gerekmemişti. evden fazladan bir iki iş bitirmiş zaman kazanmıştım. Bunun da moda girmemde etkisi oldu tabi. Yola çıkmadan iki gün önce trenle Amsterdam’a gidip siparişleri aldım. Hollanda’da herşey sıradan görünüyordu. Trenler yoğun, sessiz kompartman herzamanki gibi sessiz ve dingin; tren camları kirli, düzlüklerde yayılan anguslar tembel, bilet kontrol memurları işgüzar, yel değirmenleri fırıl fırıl vs vs.
Amsterdam'dan dönerken akşam oluyordu; Trenden inince bisiklet parkına yöneldim; giderken kilitlediğim bisikletimi yüzlerce bisikletin arasından bulup çözdüm. Hava hafif kararmaya başlamıştı. Market kapanmadan gidip birşeyler alayım dedim. Marketin önüne geldiğimde sokağın karşısında Santigo’yu gördüm. Yine bir ayağını yere sürterek, elinde eskimiş bir market poşeti ile başı önde, pek etrafına bakmadan yürüyordu. Beni görmedi haliyle, bağırsam da duyacak gibi görünmüyordu. ayrıca ne diye bağıracaktım canım arkasından?
işte besbelli korona morona değildi, sapa sağlam alışverişini yapmış evine gidiyordu. Markete girerken 'millet ne yaygaracı' dedim kendi kendime; Olric olsaydı yanımda, ona derdim de yoktu. Evde kalmayı tercih etmişti, kusura bakmayayım da alışveriş yaparken çok çekilmez oluyormuşum.
Haklıdır belki de; alışveriş yapmayı seven biri olduğum söylenemez. Alışveriş merkezleri ve marketlerden hiç hoşlanmadığım için, hayret verici derece planlı ve hızlı bir şekilde alacağımı alıp çıkarım. Markete girdiğim anda tek bir hedefim vardır. Kasaya ulaşma hız rekorumu kırmak. Bana alışverişte geçirilen zaman her zaman hayatımdan çalınmış zaman gibi gelmiştir. Tüm o cezbedici ambalajlar ve bütün reyonlardan sarayla geçip her bir ürünü görmeni sağlayan sıkıcı market düzeni seni ihtiyacın olmayan şeyleri almaya zorlayan hani. Asıl ihtiyacın olan şeyi almayı unuttuğunu fark edersin eve geldiğinde. Hem de hemen hemen her seferinde.
Tuz.
Tuz asla göz önünde değildir markette.
En anlamsız reyonun en alt rafında durur. Neden?
Çünkü tuzu almak zorundasın.
İllaki arayıp bulacaksın ve o lanet tuzu sepetine koyacaksın. Market sana tuz satmak zorunda hissetmez kendini.
Eve geldiğimde tuzu almayı unutmuştum. Tuzu almayı unuttuğum son üçüncü alışverişimdi ve gerçekten bu durum canımı sıkmıştı. Yaşama karşı konsantrasyonum duşüyordu. 'Kafamda bi tuhaflık’ denilen durum nüksediyordu. Kafamı sürekli kendi aleminde düşünürken bulmaya başlamıştım. İncir çekirdeğini doldurmayan şeyler.
Mesela incir çekirdeğini neyle doldurursun gibi...
O akşamdı galiba: Hollanda sağlık bakanı açıklama yaptı. Corona vakamız 56 yaşında bir erkek ve ailesi ile birlikte Elizabeth hastanemizde karantinadalar. Durumları iyi; henüz endişelenecek birşey yok minvalinde bir açıklamaydı. Ben de endişelenmiyordum zaten.
Neden endişelenmiyordum?
'Huyunuz öyle efendimiz’ dedi Olric.
- herkes endişelenmeye başladığında gevşiyorsunuz siz.
- saçmalık!
- muhakkak efendimiz.
O hafta sadece pazartesi ve salı ofise uğradım. Italya’da durum sarpa sarıyordu. Hafta sonu gelmeden sokağa çıkma yasağı ilan edilecekti. Hollanda’da hala tek vaka bizim zavallı Tilburg kasabamızdaki 56 yaşındaki adam ve ailesiydi. Fakat bu adamcağızın karnavala katıldığı bilgisi haber bültenleri sayesinde yayıldıkça, insanlarda hafif bir gerginlik baş göstermişti. Yola çıkacağımı bilenler Turkiye’deki durumu merak ediyorlardı. 'Henüz hiç yok!’ dediğimde yüzlerinde ister istemez bir şaşkınlık peydah oluyordu. 80 milyon ülkede bir vaka bile yok öyle mi? üstelik komşunuz Iran’da da vaka sayları Italya’ya yaklaşmaya başlamışken' diyorlardı. 'Valla da öyle’ diyordum. 'Şu anda en güvenli yer Türkiye.’
İşin aslını sorarsanız; öyle şişmiştim ki Tilburg’dan, Istanbul burnumda tütüyordu ve açıkçası gündem umrumda değildi. Uçak, havaalanı... Yolculuk riski... En ufak bir kaygı duymuyordum. Oysa zamanlamamın muhteşem olduğunu çok yakında anlayacaktm.
Galiba hayatımda ilk defa Istanbul’dan bu kadar uzak kalmıştım. Ama bu tek taraflı bir soğukluk değildi. Istanbul da kendini uzaklaştırmak için elinden geleni ardına koymamıştı. Özellikle son zamanlarda sürekli istenmediğimi hissettiriyordu. Dışarıya ittikçe itiyordu. En son Rumeli Fenerine kadar itmişti. Ben de gurur yapmıştım işte. Domuz inadı vardır bende. Son bir iki senedir Istanbul'u hep teğet geçiyordum. Uçakta bile koridor bileti alıp alçalırken kafamı çeviriyor; gözgöze gelmemeye çalışıyordum. Hasretimden çatlayana kadar...
Sonunda çatladım tabi.
Peki ya Istanbul? Biraz olsun özlemiş midir beni Olric?
-This is a rhethorical question!
-Ingilizce konuşma benimle Olric.
-pardon efendimiz; bence insan doğup büyüdüğü şehre bu kadar tavır yapmamalı.
- Olric, İnsan nedir daha önce anlatılmıştı sana, hatırla! hani, ağaçları kesen ve sonra onları....
- 'kağıt yapan' efendimiz. Sonrası da var söyleyeyim mi?
-Yok orada kalalım. getir bi kağıt liste yapalım.
Istanbula gidince yapılacaklar listesi.
1. Kiracıyla Telekoma gidilecek devir işlemi için.
2. Eniştem ameliyat olacaktı Acıbadem hastanesinde ziyaret edilecek.
3. Sarıyer'deki banka şubesine uğrayıp dilekçe verilecek. Gitmişken bi levrek yeriz artık .
4. Apartman yöneticisine toplantı kararları için vekaletname bırakılacak.
5. Çamlıca tepesine çıkılacak.
6. vapura binilecek.
7. Kitapçıya gidilecek.
8. İstanbul modern'e gidilecek.
9. Geri kalan günlerde cihangirde bir teras bulup, dönüş zamanı gelene kadar denize karşı güneşlenilecek.
-Maçı unuttunuz efendimiz.
-ben unutsam da unutturmaz bizimkiler merak etme.
7 Mart
Cumartesi Uçağım rahat bi saatte olduğu için oldukça paniksiz bir sabahtı.
Evden çıkmadan son yediğim park cezasını bile ödemeye zaman bulabilmiştim.
Schipol’e gitmek için trene bindim. Kompartmanda koltukların hemen hemen hepsi doluydu. Rotterdam’dan sonra tren sadece havalanı yolcusuyla dolmuştu. Bavullar filan.
Her milletten insan vardı. Çinli ve Italyan ve ispanyol ve Belcikalı ve Alman... Hepimiz bi yere gidiyorduk işte. Kompartmandaki son boş kalan iki kişilik koltuğu kaptım ama hemen arkamdan bi
kadın gelip oturunca yanıma, bavulumu ilerdeki tekerlekli sandalye, bisiklet ve bavullar için ayrılmış kısma koymak zorunda kaldım. bir iki istasyon sonra yeni binen bir yolcu kendi bavulunu yerleştirmek icin benim bavulumu tutup biraz öteye koydu. Aldırmadım. Yine de gözucuyla bakıyordum. Hollanda’da bisiklet hırsızlığından sonra en yaygın suç, trende bavul hırsızlığı çünkü. Bavulsuz istanbula inmek çok büyük hayal kırıklığı olurdu. özellikle dört gözle; tatlı sürprizlerle muhteşem dönüşümü bekleyenler için.
Schipol’e her zamanki gibi vaktinden önce varmıştım. pasaporttan geçmeden biraz kafeteryada oyalandım. Yüzlerce insanın yiyecek içeceklerini taşıdığı hemen hemen hiç temizlenmeyen o tepsilerden biriyle kendime uygun bir masa aradım kafeteryada. Buldum da; iki ufaklık koştırmacalı bir oyun oynuyorlardı. Çocuklardan biri dizlerinin üstüne kapaklandı ve ağlamaya başladı. Annesi geldi yerden kaldırdı onu. Bir süre masalarına dönüp birşeyler yiyerek oyalandılar ama fazla sürmedi bu sakinlikleri. annelerinin baska birseyle ilgilendiği an, yeniden koşturmacalı oyuna geri döndüler. Etraftaki diğer insanları da izliyordum ama iki ufaklık sürekli dikkatimi dağıtıyordu. Kitap okurken odaklanmaya izin vermeyen sinek gibiydiler. Hem hareketli hem sesli, ama sevimliydiler. Onlara dalmışım; vaktin geldini farkedince kapıya doğru ilerledim.
Istanbul uçağı yolcusunun neredeyse tamamı Türktü. Belki bir iki aktarmalı yabancı yolcu vardı o kadar. Kabin bagajı yine her zamanki gibi problem oldu. Kimisi kendi başüstünde, bavuluna yer bulamayınca vızıldandı filan. Ben rahattım. sadece kabanımı katlayıp yerleştirdim ve milletin debelenmesini seyrettim. Herkes birbirinin bavulunu, eşyasını, torbasını elledi durdu. Sonra uçak havalandı. Turk Hava Yolları yemekleri ve içkileri dağıttı. Herkes bi kendine geldi filan.
Size bir şey itiraf edeyim mi? Thy menülerini seviyorum ve başarılı buluyorum. Bence iddialılar. THY mutfağıyla yarışan az havayolu bulursunuz. Bazıları ’kaldırılsın, bilet fiyatından düşürülsün’ diyor da; ne bileyim, ben seviyorum işte. özellikle turistlerle uçarken yanımdakinin yediği tavuk soteden etkilenip 'mmm nice wow' filan gibi sesler çıkarması hoşuma gidiyor.
-salataya dokunmuyorsunuz ama hiç efendimiz?
-salatalığın kabuğunu soymuyorlar Olric, gıcık oluyorum.
-bir dilim kabuğu soyulmamış salatalık için bütün salatayı çöpe gönderiyorsunuz.
-bana ebeveynlik taslama Olric. işine bak sen.
Yemekler yendikten ve boşlar toplandıktan sonra farklı birşey oldu. Cabin crew şefi tüm yolculara form dağıttı. Corona bilgi iletişim formu. Hepimizden yurt dışındaki ikamet adreslerimiz ve iletişim bilgilerimiz toplandı bu formla. Formun arkasında bir takım direktifler vardı; vardığınız yerde ateşinizi ölçün, öksürük ateş vs gibi hastalık belirtileri gösterirseniz kendinizi karantinaya alın, durumunuzu takip edin filan gibi. Kimsenin iplediğini sanmıyorum. Yanımdaki adam mesela doğru düzgün doldurmadı bile formu, öyle söyleyeyim. Ne de olsa biz Türktük, korona bize bulaşmazdı.
Yarım saate kaptan piste yumuşak iniş yapacak ve biz korona-free Hollanda yolcuları seksen iki milyonun arasına dağılacaktık.
şimdi düşünüyorum da;
dünya ne kalabalıktı o gün. Metrekareye ne çok insan düşüyordu. Trenler, uçaklar, sıralar, banklar, kontuarlar, otobüsler, taksiler...
- Taksi bayan?
- sigara içebiliyor muyuz???/
Devam edecek!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder