Hiç bir zaman gece uykusundan uyandırıp ‘beni uyku tutmadı kalk bi yürüyelim’ diyemeyeceği arkadaşlarından biri...
‘insanlar yürümeyi bilmiyorlar ki hep birbirlerinin üstüne üstüne yürüyorlar.’
Aruoba’ya bu cümleyi yazdığı ve haklı olduğu için rahmet okudu.
O güzelim kitaptan aklına gelen ilk aforizmanın bu olmasına da içerledi biraz. Sahi nereye kayboldu o ‘De Ki İşte’den sonra en sevdiğim Aruoba kitabı? diye kitaplığa göz ucuyla baktı ama çok uzun zamandır ortada olmadığını hatırlayarak ve artık yaşamadığı evlerinden birinin deposunda olabileceğini düşünerek fazla da aramadı.
Her zaman böyle müşkülpesent miydi? İnsanları severdi de çünkü.
mesele bu muydu yani? yürünecek insan kalmamasının sebebi
insanların üstüne üstüne yürümeleri mi yoksa: üstüne yürürken görünmez duvarlarına çarpıp beyin kanamasından ölmeleri miydi?
Beşiktaş’ta pazar sokağındaki kirayı paylaştığı ilk evi geldi gözünün önüne. Karşı apartmandaki öğrenci evini perdeleyen avludaki çınar ağacının yaprakları rüzgarda salındı zihninde. Hayatının sonuna kadar çeviri yaparak geçinebileceğini sandığı o yeni mezun günlerinden artık kim olduğunu bilmediği bir kendisiyle karşılaştı yeniden. Ev arkadaşı okuldayken balkona bir sandalye çeker bir kitaba dalar, akşama kadar aylak aylak vakit geçirirdi. Gece uyku kaçtı mı saat kaç olursa olsun halihazırda sokakta olan biri mutlaka bulunurdu. Ama zaman geçtikçe o noctrun hayvanlarının büyük bir kısmı geceleri uyumaya karar vermişti hayatlarının geri kalanında. Bir kısmı da netflixe filan takılıyordur herhalde diye tamamladı düşüncesini. ‘Huzursuzlar bile rahata alıştı.’
Geçmişi düşünürken içinde ne o mekanlara ne de o insanlara dair büyük bir özlem ya da yoksunluk duymadığını fark etti. Yürüme’den bir alıntı daha geldi aklına. "Bir yeri gerçekten ve toptan terketmeyen, yeni bir yola çıkamaz.
Tanrı Lût’a boşuna dememişti ya, geriye bakmayacaksın diye."
Zaten blogdaki o paragrafı okuyup yürümeli bir sahil sahnesi canlandırdığında daha önce yürüdüğü sahillerin hiç biri gelmemişti gözünün önüne: ne Tarabya sahili, ne köprü üstü ne de izmir kordon. Çocukluğunda Nilay’la çekirdek çitleyerek birbirlerine heyecanla hoşlandıkları çocukları anlattıkları yazlık sahili bile gelmemişti aklına.
Buna biraz canı sıkılacak gbi olduysa da faza durmadı üstünde.
Geçmişe dair herşeyi severdi, bütün hikayeleri, bütün müzikleri, bütün giysileri, bütün, bütün, bütün../ ama aklı hep henüz sapılmamış bir yolda, orada bulacağını umduğu bilinmeyenin balındaydı.
Yoksa bir yere varmak için değil sadece yolda olmak için mi yola çıkılıyordu? Da Vinci'nin bir diğer şifresi de bu muydu mesela. 'Bir yere varmak icin değil yolda olmaktan da yorulunurdu.' bütün harfleri çıkmış olsa da, bu 9 kelimelik cümlenin de içinde bir muamma bir mahrem gizliydi.
Bunu da artık Cabanyal plajının sahil yolunda yürürken düşünürdü.
Aynı anda Valensiya'yı düşünmek kadar keyfini yerine getirecek birşey olduğu geldi aklına
Ve yine Jerry’e öykündü. George, Kramer ve Elaine’i düşünüyordu. 'Dünyanın sorunu yeterince oldfashioned kaçık olmaması!' dedi kendi kendine. Eskiden her mahallede temiz delirmiş biri olurdu, dairesinde tavuk besleyen filan. Seinfeld’in tüm sezonlarını onlarca kez seyretmesine rağmen özellikle kış aylarında ne zaman 'ismail abi'sizliği başına vursa 6 sezonundan başlayarak (çünkü Seinfeld dizisinin en efsane sezonunun 6 sezonu olduğunu düşünürdü) 7,4,5,3 vs diye tüm bölümleri izleme maratonuna kaptırırdı kendini. Etrafında George, Elaine ve Kramer gibi insanlar olmuş olsa canının hiç sıkılmayacağını düşünürdü.
Jerry’nin bu kaçıklara sımsıkı tutunmasının sebebini bir kez daha iliklerinde hissetti. Sebep jerry’nin outcastliğinden çok diğer insanların sıkıcılıklarıydı. Yeni nesil anne babaların patalojik durumları, yalnız şehir insanının kapitalist tutkuları, kendini doğaya kapatmış inziva insanının mindfulnesslığı…Herkesin birşeyin peşinde olması… Jerry bunlardan bunalırdı, tutunacağı George, Elaine ve Kramer olmasaydı.
Birden yani hayatını kendini Jerry’nin yerine koyduğu bir sitkom gibi hayal edince içini yine sımsıcak ama sıcacık bir nefesle doldurdu ve o nefesi de bir önceki gibi hemen bırakmadı.
pencereden bakarken görüp durağa gidene kadar takip ettiği yaşlı kadın geldi aklına yine. Otobüse binmeden önce yeşil şişelerin ayrıştırıldığı geridönüşüm konteynerine şarap şişelerini attığını düşündüğü kadın. Sahi nereye gidiyordu bir pazar günü, iyi kalite kaşmir paltosunu giymiş, öğleden sonra, hava bir dereceyken, eğrilmiş omurgasıyla? Kadını ve eğrilmiş omurgasını düşününce I D’nin kinesiologist olduğunu hatırladı birden ve tüm bu yarım saatlik pencere önü dalışını, yine evrenin kendisine birşey söylemek istiyor olabileceğine yordu. Ama o şeyin ne olduğunu hiç bulamadı.
Bütün gece Seinfeld bölümlerini seyretti ardı ardına, kendini Jerry’nin yerine koydu ve hiç sıkılmadı.
Uykusu gelince gece kremlerini sürdü, lenslerini çıkarttı. telefonunu şarja koydu. Huzurluydu ve bir iki dakika içinde de uykuya daldı.
Titreşim sesine uyandığında gözü radyonun üstündeki saati gösteren dijital sayıları seçti. Uykuyla uyanıklık arasında 02:02’nin saati mi tarihi mi ilan ettiğini anlayamadı bir an, bekledi, oysa radyodaki digital sayalar sadece saati gösterirdi. Eczanenin bilborduna değil de radyonun saatine bakıyor olduğuna ayıldığında komidinin üstündeki telefonun ışığı bir kez daha yandı söndü ve bu yarı uyuyan zihnini eni konu uyandırmış oldu. gerçekten mesaj gelmişti. Başucundaki lambayı yaktı, telefona uzandı gözlüğünü taktı ve I.D’den gelen mesajı okudu:
Hala uyanıksan sizin oradaki parkın köşesinde buluşalım mı?’ Yazıyordu.
ilk atılan mesajsa altına düşmüştü.
‘ Uyanık mısın?’
Gözlerine inanmadı. Hayalperestlerin en genel özelliklerinden biriydi bu. Gözlerine sadece canları öyle istediğinde inanırlardı onun dışında;
'Gözleri kapalı ve herşeyi yanlış anlayarak yaşamak' gibisi yoktu. Strawberry Fields forever!!!
Yok artık dedi kendi kendine. Bu saatte!
ve hala uykuda olduğunu varsayarak gözlüğünü çıkarttı ışığı kapattı ve uykusuna kaldığı yerden devam etti.
THE END...
Hikayenin başı icin tık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder