28 Şubat 2013 Perşembe

24 Şubat 2013 Pazar

drifter's pick!! kısa film; The Unlikely Mind of Howard Nimph



konu: beynini bilgisayara yükleyen ilk insan'ın hikayesi
tür: /sci-fi/dram/rom com/tarihi/gizemli/yok daha neler!

Film 
2012'de 7. Chicicago Bilimkurgu Kısa Film Festivali'nde gösterilmiş.

embed code yaptım ama -hide adds- linkine tıklamadan filme ulaşılmıyor. yapacak bişey yok; virüs filan girerse karışmam ona göre.

21 Şubat 2013 Perşembe

drifter's pick; PASSANGERS

 fikir çok güzel ama gerçekleştirebilmiş olmak asıl etkileyici olan.
bu fotoğraflar John Schabel'in 1994- 1996 yılları arasında çektiği fotoğraflardan oluşmuş bir seri. 
seriye YOLCULAR adını vermiş;
Fotoğraflar 35 mm nikon  havaalanı penceresinden teleobjektifle çekilmiş. 
nefis.








20 Şubat 2013 Çarşamba


bırakın ah kederimle başbaşa bırakın [beni]
oturacak ve solup gideceğim burada,
ta ki hiçbirşey olmyana dek bir ruhtan başka
ve yitirene dek bu kilden şekli.

o zaman eğer şans eseri bu ormanda
patikasız yerlerde, yürüse biri
görecek gölgemi 
kasvetin ortasında.
duyacak hafif bir rüzgarda sesimi.

-William Blake feat. TOOSUK-

çok güzel günün şarkısı



rerere rarara gassaray gassaray cimbombom!

17 Şubat 2013 Pazar

Drifter proudly presents!; ve bu parçayı son zamanlarda dinlediğim en iyi remix ilan ediyorum!!!




klasiklere ucuz roman muamelesi;

OldCastle Books yayınevi klasikleri niye pulp fictiıon süsü verilmiş kapaklarla basmış acaba?




ağzında pipoyla Aşüfte Tess ve
Kafayı çizen Robinson Crusoe, 



Gatsby'ye bak sen! 
hangi papatyayı koparacağını bilirmiş!

şimdi fark ettim; sigaraları... hepsinin ağzında...

16 Şubat 2013 Cumartesi

hayal mi sanrı mı film mi belli değil!

         

çok güzel halelülü... 

14 Şubat 2013 Perşembe

bence sevgililer günüyle 1 nisan eşşek şakası günü'nün tarihleri yer değiştirsin;
valla bak öyle daha bi iyi olur!

sevgililer günü özel:


13 Şubat 2013 Çarşamba

8 Şubat 2013 Cuma

cuma parçası;


ben from corduroy- come together

Pessoa / uzaklıklar, Eski Denizler


Bazı kitaplar vardır, kütüphanenizden 1 hafta uzaklaşsa yoksunluğunu duyarsınız. Mesela eve gelen bir misafire, "ben bunu okuyup verebilir miyim?" dediğinde "tabi" derken bile tuhaf bir endişeye kapılırsınız; sanki daha o anda hissedersiniz yokluğunu...
ya da hisseder misiniz?
bilmem..
yani yaparsınız edersiniz diyorum ama,
herkese olmuyordur belki de..
bana oluyor bazen de o bakımdan...
neyse,
bana böyle hissettiren kitaplardan biri Huzursuzluğun Kitabı'dır.
Başımın ucunda durmuyor olsa da "başucu kitabı" kabilinden benim için...

Ben üniversite'de edebiyat okudum; Bu da ne saçma bir cümle tabi; Topu topu 4 senede insan nasıl edebiyat okumuş oluyorsa artık... olmuyor tabi;
üniversite'de çok az edebiyat okudum;
bunun en büyük kanıtıdır ki; üniversiteden mezun olduğumda "Pessoa" hakkında hiç birşey bilmiyordum. Adını duymamıştım.

çook sonraları;
hyperreal personalities/ hiperreal kişilikler olgusundan bahseden bir makalede karşıma çıktı. üstelik makale medya ve psikoloji bağlamında "imaj" kavramını inceliyordu ve Pessoa'dan sadece bir paragraf kadar bahsediyordu. Ve o paragraftan sonra Pessoa'nın peşine düşmemek imkansızdı. "Pessoa" Pessoa tarafından neredeyse istemsizce yaratılmış, hiperreal bir edebiyat projesiydi" ve çok ilginçti. Belki de bu yüzden şiirlerinden önce hayatını /günlüğünü merak ettim.
Huzursuzluğun Kitabı takip ettiğim bir kişisel blog gibi... Pessoa şahane bir blogger olurdu yaşasaydı, çok da keyif alırdı kanımca...

Neyse;
Başka bir kitap var elimde şimdi. 
Uzaklıklar, Eski Denizler;
Herbiri aynı adamın "öbür kendisi" olan 4 şairin; yani Alberto  Caeiro, Alvaro De Campos, Ricardo Reis ve Fernando Pessoa'nın şiirleri-
nin;
-burası çok önemli-
Cevat Çapan (ki en sevdiğim Edebi-Çevirmen'dir kendisi) çevirisi.

Kapak resmini çok tuhaf bulduğumu belirtmeliyim. Ama kapağın hiç önemi yok,

Şiirlere geçmeden önce Cevat Çapan'ın Pessoa'yı anlattığı iki sayfalık bir bölüm var. O bölümde Cevat Çapan, Pessoa'nın yabancılaşma ve kimlik arayışı serüvenini açıkladığı "Yabancılaşmanın Ormanında" başlıklı bir yazısından alıntı yapıyor. Ben de aynen koyuyorum;

"1912 yılında birtakım pagan nitelikli şiirler yazmayı düşündüm. -Alvaro De Campos'un biçeminden değişik-Ölçüsüz uyaksız bir şeyler karaladım ve sonra bundan vazgeçtim. Gene de, o bulanık alacakaranlıkta bunları yazan birinin belli belirsiz bir görüntüsü ortaya çıktı.(böylece ben farkına varmadan Ricardo Reis doğmuştu.) Bir buçuk, iki yıl sonra, Sa- Carneiro'ya bir oyun oynamak geçti içimden . Kişiliği biraz karmaşık pastoral bir şair yaratmak ve onu, Sa Carneiro'ya gerçekmiş gibi tanıtmak istedim. Bir kaç gün bu işle uğraştımsa da bir yere varamadım. Tam vazgeçmek üzereydim ki, bir gün  -8 Mart 1914 günüydü bu- çekmeceleri olan yüksekçe bir dolabın önünden bir tomar kağıt alıp (her fırsatta yaptığım gibi) ayakta yazmaya başladım. Nasıl olduğunu açıklayamayacağım bir coşkuyla art arda 30 kadar şiir yazdım. Hayatımın zafer günüydü bu; bir daha da böyle bir günüm olacağını sanmıyorum. Önce bir başlık koydum yazdıklarıma: "Sürülerin Çobanı" Bunun ardından hemen Alberto Caeiro adını verdiğim biri belirdi içimde. Değimin saçmalığını bağışla ama böylece içimdeki ustam ortaya çıkmış oldu. İlk duyduğum heyecan buydu. 30 şiiri tamamladıktan sonra da başka bir kağıda hiç ara vermeden Fernando Pessoa imzasıyla " Eğik Yağmur" u yazdım.Hemen o anda ve eksiksiz olarak. 

Fernando Pessoa- Alberto Caeiro'nun Fernando Pessoa'nın kendisine dönmesiydi bu. Ya da daha doğrusu, Fernando Pessoa'nın Alberto Caeiro olarak var olmayışına bir tepkiydi. Alberto Caeiro ortaya çıkınca doğal ve iç güdüsel olarak ona bir takım tilmizler bulmaya çalıştım. Henüz tam olarak ortaya çıkmamış olan Ricardo Reis'i sahte paganizminden kurtarıp ona kendi adını ve kişiliğini kazandırdım; çünkü heyecanımın doruğuna ulaştığım o anda onu görebiliyordum. Ve birden Reis'e karşıt bir kaynaktan bir başka kişi korkusuzca belirdi. Bir darbede ve hiç ara vermeden Alvaro de Campos'un "Zafer Şarkısı" önümdeydi. O adlı şiir ve o adı taşıyan şair." 


hissiyatı nefis anlatmış;

bu blogpost'a bir resim koymak için google image search yapıp üstteki fotoğrafını seçmemin sebebi o bakışı gözlüksüz gözlerinde görmek. Gözleri erken bozulanlardan demek ki Pessoa çünkü diğer fotoğraflarında hep gözlüklü.

ve şu şiir:

özruhsalöykü

numaracı biridir şair.
Öyle ustaca numara yapar ki,
Gerçekten acı çekerken bile
Rol yapıyormuş gibi görünür.

Ve yazdıklarını okuyanların 
İyice hissettikleri 
Onun çifte acısı değil,
Sahte acılarıdır kendilerinin

Böylece döner durur raylarda 
Eğlendirmek için aklımızı
Kalp adını verdiğimiz 
O küçük oyuncak tren. 
(1931)  





7 Şubat 2013 Perşembe

gecenin şarkısı


bu vokalden çok etkileniyorum. 

3 Şubat 2013 Pazar

driftin' in amsterdam / notlar

son amsterdam postu alternatif gezginler için aldığım ufak notlardan mütevellit buyrun buradan...

ev kiralayacaksanız Jordaan bölgesinden kiralayın;  merkeze yürüme 15 dakika/ istanbul'un cihangiri gibi diyelim.

yemek: 

Tai neemiş kardeşim?
bu holandalılar pek bi düşmüşler Tai food'a.. ortalık tai restoranından geçilmiyor.
Önereceğiniz iyi restorant var mı diyorsunuz, hemen "aa işte bilmem ne grachtstraat'ta bilmemne restorant var şahane tai food yapıyo" diye bir cevap alıyorsunuz, siniriniz bozuluyor.
Sormayın zaten Holandalıya ne yesem diye...
pek yemekten içmekten anlamıyorlar... 
Böyle benim gibi uzakdoğu mutfağına ağız burun yapan varsa birkaç önerim olacak; 

1. Moeders Restaurant ; iyi kalite geleneksel dutch yemekleri yapan sürprizli bir lokanta.


Moeders anne demek;
lokantanın tüm duvarları yüzlerce vesikalık fotoğrafla kaplanmış; önünden geçerken fotoğrafçı sanıyorsunuz; içeri girince çok tuhaf geliyor dekorasyon;
fotoğraflara yakından bakınca %80'inin orta yaşın üstünde teyze fotoğrafları olduğunu görüyorsunuz;  alla allaaa  ne garip yahu derken, menü geliyor.  allahtan ilk sayfada tüm sorularınızın cevabını alıyorsunuz; 

o teyzeler bu lokantada yemek yemeğe gelen ve cüzdanında annesinin fotoğrafını taşıyan müşterilerin anneleri...

menü üç bölüme ayrılmış çünkü lokantanın üç aşçısı var ve her biri ayrı bir yemekte "mmm lezizz" ustalığına erişmiş.  
tabak çatal bardak kadeh hep tek eş çünkü, açılışa gelenler evlerinden getirmişler. zaten yemekler öyle leziz ki kimsenin tabağa bardağa baktığı yok; ilk sayfadaki açıklamada yazıyor olmasaydı ben de anlamazdım zaten. 

fiyatlara gelince ucuz olduğunu söyleyemem ana yemekler 15- 20€ civarında. içeceği tatlısı kahvesi derken kişi başı 50€'yu gözden çıkarmak gerekir.

adres
Rozengracht 251
http://www.moeders.com/

2. muhteşem bir konsept var; dine and smoke :))

allam bu amsterdam nassı biyer dedirtiyor... 

Barney's  Farm Bar Restaurant/ Uptown

şöyle ki; Bu Barney's tam ehlikeyifler için. yemek, içmek, üflemek hepsi birarada..
(ne yazık ki normal sigara içmek için dışarı kapının önüne çıkmanız gerekiyor...) 
üstelik gece 11'den sonra diji müziği başlıyor...

http://www.barneysfarmshop.com/coffeeshops-and-cafes/barneys-farm-bar-restaurant-uptown-31682.html
  

kahvaltı için 
adını söyleyebilmek için asla kendimi yormayacağım bir yer web adresi aşağıda. 
http://www.vlaamschbroodhuys.nl/
Dimitri ve karısı yaratmışlar bu unlu mammüller & cafe konseptini... 
Dimitri'nin sandviçleri kahvaltı için makul... 

bir de  
"bagels and beans" göreceksiniz heryerde; bir simit sarayının yerini tutmaz tabi ama o da iyi bişey yani. 

Bira 

Bu Belçikalılar bira'dan anlıyorlar kardeşim.
şimdi belçika da nerden çıktı diyeceksiniz.
ben Belçika birası seviyorum o bakımdan...

neyse kendi birasını yapan bir yer var Windmill- Amsterdam Brouwerij;
sadece üçle sekiz arasında açık. 
5 biralık deneme sepeti var; küçük bardaklarla deniyorsunuz sonra beğendiğinizden devam ediyorsunuz filan...
 biraz uzak merkeze ama Lidsplein'den tram 10,  Dam'dan 14 gidiyor. 
adresi: Funenkade 7, 1018 AL Amsterdam tel. brouwerij: 020 • 6228325. web sitesi: http://www.brouwerijhetij.nl/index_en.htm 

bira için cafe belgigue de güzel.

Not: Heineken Experinece’a gitmeyin!

coffeeshop hususuna gelince; 

alışveriş için grasshopper'sdan şaşmayın; hemen central station'un karşınında; 
kandinski de olur.
onun dışında bir yer vardı bir kadıncağız ve annesi vardı zaten mekan hiç coffeshop gibi değildi; yeşillik botanik bahçesi gibi bir yerdi. yağmurdan kaçarken tesadüfen girdim. meğerse özelliği tamamen organik üretim olmasıymış; daha çok medical strain ürünler satıyordu ve çok sevimli bir mekandı. üstelik diğer tüm coffeeshopların aksine çok güzel müzik çalıyordu. Ne yazık ki ne adını ne sokağını hatırlıyorum. 

mekan olarak nispeten sevimli olan bir diğeri de Jolly Joker. onun dışında vakit geçirilecek yerler değil coffeeshoplar.  

görülesi müzeler 
yani malum Rembrandt ve Van Gogh müzelerine gitmezseniz ayıp olur. 
işkence müzesi, çakma Madam Tusseud's, Dungeon's museum, flower museum, sex museum filan gibi gereksiz bir sürü turistik müze var ki önündeki kuyruğa bakarak pekiala Japon büyükelçiliği filan sanabilirsiniz. gitmeyin ne gerek var...
onun yerine tavsiye edebileceğim 3 müze: 

Foam Museum/ üç katlı fotoğraf müzesi  
http://www.foam.org/

Eye Film Museum
http://www.eyefilm.nl/

ve 
Modern Sanatlar müzesi/ Stedelijk Museum
http://www.stedelijk.nl/

Bit pazarı/ Flea Markt
Waterloo Flea Merket'ten bahsedecekler, kışın hiç bişey yok nerdeyse; hayal kırıklığı oldu benim için onun yerine 9 küçük sokak denilen "9 little street" dükkanlarını tavsiye ediyorum. 
http://www.theninestreets.com/

vintage, tasarım, antika ve secondhand clothing dükkanları var bu bölgede...
3-10€'ya çok iyi durumda plak bulabilirsiniz..
ve bir de; Singel Meydanında Cuma günleri 2'den sonra ikinci el kitap pazarı kuruluyor. 


grafitti ve street art meraklılarına özel  blog post


street art/ amsterdam


benim gibi grafitti hastasıysanız bilirsiniz ki; amsterdam'a uğramayan street artist rüştünü ispat etmiş olmuyor. Şehrin merkezinde duvar boyamak oldukça meşakkatli; ciddi bir izin alma sürecinden geçmeniz gerekiyor. sıkı denetim var. ( izin aldıktan sonra da ne anladım ben graffitiden; mantığa ters bi kere...) Neyse sonuç olarak amsterdam sokaklarında en meşhur graffiticilerin piece of art denilecek işlerini bulmak ve fotoğraflamak için yağmur çamur demeyip sokak sokak gezdim;
buyrun;




















hepsi birbirinden şaheser tamam ama benim asıl ilgilendiğim tek bir graffitici vardı; Laser 3.14;
çünkü o bir şair, Tosun ekolünden diyebiliriz.









amsterdam'da yaşayanlar her sabah başka bir şiire uyanıyor, 
"the mirror saw me sad" diyor bir sabah, bir başka gün "sometimes it helps to dream" diyor.
bazen kafası bozuluyor...



Laser gerçekten enteresan biri; suya yazı yazanlardan; genelde inşaatlarda kullanılan iskele tahtalarına platformlarına falan yazıyor; çok hisli ama pek umursamıyor ve biliniyor ki inşaat çalışması bitince onun yazdıkları da yok oluyor. 
ona hayranım!

ve diğer çektiğim graffiti fotoğrafları için buyrun.