1 Haziran 2020 Pazartesi

AÇIK VE SEÇİK BIR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #9



'Ne yapmalı? Bu soruya hemen bir karşılık bulmak istenirse, elbette salt aklın verisiyle, ya da oradan buradan derlenmiş bir iki düşüncenin bileşimi ile bazı geçici çareler ortaya atılabilir. Insan ilk bakışta bu geçici çarelerin kendi buluşu olduğunu sanabilir. Oysa örneğin salt aklın verisi diye nitelendirilen kavramın biraz incelenmesi, bunun çoğunlukla toplumun etkisiyle elde edilen kalıplar olduğunu gösterecektir. Salt aklın verileri, insanı gevşetmeye fırsat vermeyen amansız bir çalışmanın zorunluğuna itebilir. Oblomovluk ve eğlence düşkünlüğü dünyada eşi görülmemiş bir baskıyla yok edilmek istenebilir.Bütün  kişisel bunalımlar ucuz yaşantılara dönüşle ilgili bütün buhranlar birer birer sindirilmek istenebilir. Herkes zaaflarını gizleyerek yalnız güçlerini ortaya koyar.işte görünüşte toplumsal eylemi gerçekleştirmek, ileriye götürmek için salt akılla bulunduğu sanılan ve her çeşit eylem icin kaçınılmaz ilkeler olarak ortaya atılan bu temel davranışlarda bile, kişinin ve çürümüş toplumun değiştirmek istemedikleri öz varlıklarını bilinçsizce koruma isteminin gizli baskılarını arayacaksın! Bilimsel bir kuşkuyla önce bütün zaaflarını çekinmeden ortaya atacaksın! Olmadık bir yerde ortaya çıkmalarını önleyecek ve toplumsal eylemdeki ortaklarını umutsuzluğa düşürmekten böylece kurtulacaksın.' 


Öğlene doğru Gökçe’nin telefonuyla uyandım. Panik tonu vardı sesinde.

- Nerdesin sen?
- Galata’dayım.
-Napıyosun orda?
-Kitap okuyorum.
-onda mi kaldın?
-Hayır!
-Doğru söyle nerdesin? Akşam da bi tuhaftı sesin nerde kalacağını geçiştirdin.
-yaa... akşam geç oldu sonra...biraz da içtik,  e siz de işe gitceksiniz diye...
-eee
-Büyük Londra oteli var ya perada, orda kalıyım dedim.
-Anlamadım?
-Neyi?
-Sen otelde mi kaldın yani gece?  Tek başına!
-evet sen de yap arada, iyi gelir. Nolmuş yani alla alla?
- noolsun...Her neyse,
haberleri gördün mü bari?

-noolmuş?
-Turkiye’de ilk korona vakası.
-nerde?
-onu bilmiyoruz.
-kimmiş?
-bilinmiyor. Ama bakanın yuzu çamur gibiydi valla. Çok vaka var da saklıyorlar diyolar.
-olabilir geçen gün maçta Mehmet de söylüyordu; pilot arkadaşı varmış. Bizzat pozitif testli yolcu taşıdığını söylemiş. Güyya Ankara’da bir otel, bir aydır karantinadaymış filan. Gerçi bu işin desenformasyonu çok olur onu da hesaba katmak lazım.
-Bana bak, kalk gel oralarda kalma. Bak virüs filan kaparsın almam seni eve.
-çok geç.
-neden?
-yahu benim şu anda korona olmadığımı nerden biliyorsun? Belki de çoktan kaptım. Semptomlar hemen çıkmıyor ki.
-Ya valla bak, daha dolanma ortalıkta ya gir, ya çık.
-Eyvallah; bi Engin Abiye uğrayacağım oradan geçerim size.
-iyi.
-Döner alıyim mi gelirken?
-Hayırrrr!!!.
-iyi be ne kızıyosun?

Sonunda canım Turkiyem için de itiraf zamanı gelmiş; masa toplanmış, Korona vakalarının açıklanmasına karar verilmişti. Kamuya bilgi vermek şarttı, ancak bu bilgi nasıl verilecek ne kadarı verilecekti? mültecisiyle, evsiziyle, işçisiyle, işsiziyle nüfusu 80 milyonu geçmiş bir ülkeye salgın tehlikesi haberi nasıl verilecekti? Vuhan unutulmuş; artık odak Italya’daydı. Italya ve İran çığrından  çıkmıştı. Ölü sayısı Italya'da günde beşyüze, iran'da ikiyüze dayanmıştı.
Dünya sağlık örgütü 'transparency' diyordu.
Hadi ordan. sensin transparan!

Haber bültenleri tekrar seyredilmeye başlanmıştı.
ilk günler şöyleydi kamu bilgilendirme işi hatırlayalım;

Üzülerek bildiriyoruz Türkiye’de ilk korona vakasının yerini,  konumunu, yaşını, önceki sağlık durumunu bildiremiyoruz. Yanlış anlamayın güvenlik açısından hep. Ancak ellerinizi yıkayın. yalnız öyle eskiden yıkadığınız gibi şıpınişi değil,  'doktor el yıkaması' diye birşey var, açın bakın internetten; Mehmet Öz Amerikan komikçisi programında gösteriyor, iyice öğrenin öyle yıkayın. Tamam tamam, su kesilmeyecek! valla bak, borcu olanın da suyu kesilmeyecek! Güzelce yıkanın. Virus 80 derce alkolde ölüyor kesin bilgi, yani evet!  kolonya büyük nimet,  bol bol sürün aman içmeyin. Bak içenleriniz olmuş, öyle birşey yok! aman ha! Bir iki ay dayanalım, yazın geçecek zaten; acık oturalım kıçımızın üstüne. Anne babamıza yaklaşmayalım, telefonla internetle iletişelim,  Ha bi de, bizim bu betimiz benzimiz atmış halimize bakıp da panik yapmayalım. Başı ağrıyan acile koşmasın. Bir iki güne korona hattı açıcaz zaten bi bekleyin.  Psikolojik olarak da çökmeyelim. O da virüs kadar fena çünkü.

Bence çok başarılıydı.
Halkımız bunu bu şekilde okuyup, kendi çıkarımlarını yapmadan, her kafadan fazla ahkam kesmeden denileni yaparsa herşey kontrol altında, super bi şekilde atlatırdık bu melaneti. Ama işte;
'There is something funny about the human condition, and civilized intelligence can be a joke of its own ideas.’

Panik bir anda alev aldı. İlk vaka, bizim komşu/ arkadaşın babası/ zonguldaktaymiş/Konya’da Konya’da/ hayır olm istanbulda! filan gibi yurdun pek çok yerinden değişik ilk vaka haberleri geldikçe; vaka sayısı toplamı  problemi kesin olarak çözülemese de; işlem sonucunun 1 olmadıgı anlaşılıyordu.
Artık izole ama hepimiz bağlıydık. Özellikle haber bültenlerine ve ardandan doktor-yorumcu; uzman yorumcu’lu korona özel sessionlarına.

bir kaç gün boyle telefon elde; kulak televizyon’da yaşadık.

Benim favorim Mehmet Ceyhan’dı. taaki şey diyene kadar...(neyse boşverin orasını)
Evet Mehmet Ceyhan’ın söylediklerini ciddiye alıyordum. Çünkü sakin sakin başlıyor ama sonra sinirleniyordu, yayını terk ediyordu. O bi tane kıvırcık var, her akşam onu haşlıyordu.
Özellikle işte Türk genine daha az bulaşıyor filan gibi geyikli doktorlara çıkışması hoşuma gidiyordu. Bir keresinde ağlatacaktı beni hatta. O şuursuzlardan biri şöyle bir yorum yaptı canlı yayında, 80 milyonun önünde utanmadan:
‘Yani biz panikliyoruz korkuyoruz da şu da bir gerçek, virüsun öldürme oranı %5 in altında aslında’ gibi bişey diyecek oldu.
Mehmet Ceyhan’ın yorumu şöyleydi.
'sizin anneniz babanız hayatta mı?  çünkü anneniz babanız öldüğünde ölüm oranı %100’dür.’

işte o an fena oldum.
Kalkıp mutfağa gittim, annemi aradım. Babam açtı.

- naber?
- iyidir yavru kuş senden naber, nasıl gidiyo Istanbul?
- yavru kuş mu? pişmiş tavuk diycen artık, bahtsız bedevi de olur?
gülüyor. Gel kızın arıyor diye sesleniyor anneme.
Anneme tutuşturuyor telefonu, programa geri döne derdinde bir an önce belliki. Tüm Türkiye gibi o da kilitlenmiş televizyona.
annemin ilk sorusu:
- naptin, ne zaman donuyorsun hollanda’ya?
- valla ne bileyim, biletim pazara da, şimdi baktım Tilburg’da durum kötü görünüyor. sadece bugün 87 yeni vaka diye açıklamış sağlık bakanlığı, 10 kişi ölmüş. Hergün double yapıyor rakamlar.
-yaa vah vah.
-hiç dönesim yok şimdi. Bi Maria’yi arayıp, yoklama çekicem ona göre bi aksiyon almam lazım.
-buraya gel, azıcık tatil olur.
- anne sen kaç yaşında olduğunu düşünüyorsun? bangır bangır bağırıyorlar 65 üstü risk grubu, ananıza babanıza yaklaşmayın diye... sen hangi alemde yaşıyorsun acaba? Bi de ben, okadar yurtdışından geldim; daha kendim covit miyim değil miyim belli değil.
- Yahu o öyle 14 gün dediklerine bakma 4-5 günde belirtiler çıkıyormuş. 14 gün max. güvenli olsun diye.
- e belki ben hafif atlattım;  zaten geldiğimin üçüncü günü epey başım ağrıyordu boğazım da kaşınıyordu
- çok içmişindir de ondandır.
- hey allam güldürme beni.
- fazla evham iyi değil, sen beni dinle atla gel, madem dönmüyorsun Hollanda’ya,  biraz tatil yaparsın burda iyi gelir. Ben seni karantinaya alırım burda. O kanalları da fazla seyretmeyin, her kafadan bi ses çıkıyor.
- Siz niye seyrediyorsunuz?
-kim seyrediyor?
- e babam koştura koştura gitti sana tutuşturdu telefonu.
-Yok be, O film seyrediyor. Gelmişiz 70 yaşına, nasıl öleceğimizi tartışan adamları mı seyredicez? Insanı evhamdan, bunalımdan öldürür bunlar. sende!

annemin bakış açısı boyleydi.
Kafam karışmıştı haliyle. Bu kadın hayatım boyunca kafamı karıştırmaktan başka birşey yapmadı zaten. O kadar kendi fikrine güvenli, kendi dik kafalılığında tutarlı ve kararlıydı ki... söylediği herşey make sense’di.

Maria’yı aradım. O gün itibariyle Hollanda’da günler açısından açık ve seçik olma yolunda önemli adımlar atılmıştı. Rivm diye bir web linkine tıklayıp, o gün kaç kişiye test yapılmış, bu testlerden kaç kişinin testi pozitif çıkmış, bu pozitif çıkanlar demografik olarak Hollanda’da nasıl bir yayılım göstermiş; bu pozitif çıkanlardan kaç tanesi sağlık çalışanıymış, kaç kişi hastaneye yatırılmış bu hastaneye yatırılanların kaçı yoğun bakım ünitesine alınmış, kaç kişi vefat etmiş ve bu vefat edenlerin en genci kaç, en yaşlısı kaç yaşındaymış? Bir de yoğun bakıma alınan ve vefat edenlerin yüzde kaçının ciddi sağlık sorunları varmış öğrenebiliyordunuz.
Dahası,
Bu web linkindeki aktüel bilgi her gün saat 14:00 (yani Türkiye saatiyle 16:00, o tarihte) itibariyle yenileniyordu, Hollandaca ve ingilizce olarak.

Buna rağmen hala bir bakıma belirsizliğini koruyan detaylar yok değildi. Maria ısrarla gelme diyordu.
- Kapatmayacaklar işyerlerini bunlar. Herd immunity, en kötü intelligent lock down filan gibi birşeyler mırıldanıyorlar. Valla bunların niyeti kötü.
- İznim pazara kadar.
- mazeret bildirirsin. Ben de öyle yapıcam bir kaç hafta gitmeyi düşünmüyorum, evden takılıcam.
- Düşünüyorum da, işler daha kötüye gider de kapatırlarsa, kalırım burda; gerçi iyi mi olur kötü mü olur diye de kafam karışıyor. Başvurum var biliyorsun.
- Sürekli oturum izni için mi?
-Aynen, Haziranda başvurucam kısmetse.
-vay be becerdin bu işi desene. Seviniyorum senin için.
-Valla hiç emin değilim şu an becerdiğimden.
-Evet zamanlama çok kötü hakkaten. görüyor musun Santiago ne işler açtı basımıza?
-Ne dedin?
-Santiago diyorum.
-Nolmuş ona?
-E Hollanda’ya virüsü getiren O ya?
-Nası ya?
-Valla biz şirketçe ilk vakanın Santiago olduğuna inanıyoruz.
-Şu an şaka yapıyorsun değil mi?
- Hayır.
- Yav açıklanmadı mı?adam 59 yaşındaymış.
- O değilse de babası diye düşünüyoruz.
- Hayır niye böyle bir şey düşünüyoruz?
- Çünkü Santiago ortada yok.
-Nasıl ya?
- Valla Santiago kayıp.
-E ben gördüm onu.
-Nerde, nezaman?
-Buraya gelmeden önce. Bizim sokağın orada. Sapasağlam yürüyordu.
-Emin misin?
-Eminim tabi, Santiago’yu başka biriyle karıştırman mümkün mü?
-Doğru. Bak bu çok ilginç, çünkü karnavaldan beri onu son gören sensin öyleyse. Telefonu filan kapalı hep.
- E gitmedi mi kimse evine?
- Ben gitmedim, ama muhakkak ulaşmaya çalışan olmuştur. Şu an kimse kimseye gitmiyor zaten.
-vay canına. çok merak ettim şimdi. Gelişmelerden haberdar et ve kendine dikkat et bak.
- Sen de, ve gelme!



Telefonu kapattıktan sonra Hollanda’ya dönmeden bir kaç gün de olsa Annemlerin yanına Bodrum’a gitmeye karar verdim. Olric’in de dediği gibi en kötü yakarım dönüşü diye düşündüm.
Gökçe bu kararı son derece riskli ve aptalca bulsa da iknada başarılı olamadı. Biletimi almıştım yatmadan önce.



Devamı gelecek! :)

31 Mayıs 2020 Pazar

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #8

'Mısra 509: Gene böyle yaldızlı ve...

Tarih bir tahriften ibarettir. tarih geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil.’'

ve bir de ne demişti şair
''tabir edilesi değil
tamir edilesi rüyalarım var.''

Haftasonu rüya gibi geçmiş; arkadaşlarla hasret giderilmiş, sivas maçı berabere bitmiş, epey bi sigara ve alkol tüketilmişti. Yeni hafta baslamış, gece yürüyüşünden mütevellit gözaltındaki kadınlar -32 tanesi birden- sabahın ilk ışıklarıyla serbest bırakılmış, herkes işine gücüne dağılmıştı. Ben de telekom, banka şubesi, noter, vergi dairesi filan gibi sevimsiz işleri biran önce bitirip azıcık keyfini çıkartmak istiyordum şehrin. Ama nereye gitsem turist muamelesi çekiyordu istanbul bana. Özellikle Gayrettepe telekom maceram fiyaskoydu. Bildiğim yollar bildiğim yerlere çıkmıyor, binaların giriş kapıları açılmıyor, metroya binicem, akbilim bile yükleme yapmıyordu. 'Vay anasına, varsan baksan iki yıl uğramadık!  Dünyanın hiç bir yerinde bu kadar yabancı hissetmedim' diye düşündüm. O beylik cümle var ya; 'İçine etmişler şehrin!’;  hah işte, sağa sola bakıp içimden sürekli bu cümleyi tekrarlıyordum. Ama sonra birşey oluyordu mesela;  metro’da bi genç, akbilimin çalışmadığını görüp ’ben basarım siz geçin‘, diyor; bankta oturan amca, 'girişi arkaya aldılar kızım, soldan dönüver' diye işaret ediyor, bi köpek miskin ve ’başımı okşasana acık’ bakışlarıyla bacağıma sürtünüyor, bi kedi miyavlıyor, aygazvari salak bi korna sesi duyuluyor ve bütün bunlar beni gevşetmeye yetiyordu.

Ilk günler akşamları epeydir yüz yüze görüşmediğim insanlarla buluşup, musaitlik durumuna göre yemek yiyor; kahve veya bi kadeh bişey içiyor; sosyal bağlantıları taze tutma girişimleri gibi tutunma refleksleri veriyordum. Her reunion beklediğim tadı vermiyordu yalnız. Muhabbetin bir yerinde bir mekandan söz açılıyordu mesela; ‘aaa orası kapandı tatlım; o binanın altına bilmem ne açıldı.’ 'Kemaller mi, hiç görüşemiyorum, galiba onlar da Izmir’e taşınacaklardı filan gibi cümleler geldikçe ve ben kafayı buldukça daha moody bir hüzün çöküyordu içime. Ayrıca insanlarla iletişim halinde olmakla, fiziki dünyada sosyalleşmek arasında büyük fark vardı. Iki yıldan uzun bir süredir görmediğim dostlardan biriyle otururken ayıldım ki, ben artık bu şehirde yaşamıyordum ve her ne kadar hayatındaki değişikliklerden haberdar olsam da, aslında bu değişikliklerin onu ne kadar değiştirdiğinin farkında değildim.
Nereye dönecektim ben? Ne sanıyordum? yarın da bugün gibi mi olur sanıyordum o gün?

Kafamda Keane çalıyordu. tatlı tatlı sokuyordu lafı.
you say you wonder your own land, but when I think about it, I don’t see how you can

Önce Olric yapıyor sandım. Oysa o pek dayanıklı değildi içmeye; birinci kadehte sızar kalırdı cenin vaziyette bi köşede.

susmuyordu Keane.
you’re aching,
you’re breaking
and I can see the pain in your eyes,

says everybody’s changing and I don’t know why.’
Mırıldanıyor musun sen? dedi Ebru.
Bazen dedim.
Bi kadeh daha söyleyelim mi? diye sordu. Hayır dedim, artık kalkayım, bu aksam Gokce’deyim geç olmadan evin yolunu bulayım, malum beyaz yaka onlar, yarın işe gidecekler, efendi gibi kapıyı çalarak gireyim eve.
Peki dedi. Çok özlemiştim seni. Neyse yakında döneceksin, araya kapatırız.
kafenin önünde öpüşerek ayrıldık. O caddeye doğru yürüdü ben asmalı’dan aşağıya... Bulvara inip cihangire gitmek için bi taksiye binecektim. Akşam kızıllığı içime işledi. Sanki burnumdan girdi boğazımdan geçti, midemi yaktı resmen. Yürüsem mi dedim biraz. Perapalasın oraya çıktım. Pera müzesinin önünden Galatasaraya yürürüm diye düşünüyordum. Tuyapın orası tuhaf bi otopark-tostçu filan gibi bişey olmuş. ’Kime peşkeş çekmişler acaba burayı, manzarası da on numaradır buranın’ diye düşündüm. Ama o kadar itici ki, insanın içinden oturup bi çay bile içmek gelmiyor yani. Yanında da o çirkinler abidesi trt binası. Güzelim Londra otelinin tam karşısında aynalı bir saçmalık. Aynalı bina nedir kardeşim orada? Ve bu devlet televizyonunun binası yani. Herşeyi dönüştürdünüz de, bi buna mı yok bütçe? Hayret. Ben Londra otelinin yerinde olsam, ön ayak olur, bi kampanya başlatırım şu trt binasını yenileme için para topluyoruz Allah rızası için desen...etraftaki esnaftan ; müşteriden filan... diye icimde söylenirken;
Kafamı kaldırdım.
Londra oteline şöyle bir baktım.
Balkonlu odalarına.
Öyle esti ve kendimi resepsiyonun önünde buldum. Balkonlu odalardan müsait olan var mı diye sordum.
3. kat balkonlu oda müsait dedi resepsiyonist arkadaş.
Kimliğimi ve kredi kartımı uzattım.
Ödemeyi çıkarken alırız, kimlik yeterli dedi.
- Papağan duruyor mu?
- Tabiki. Duvarın arkasında.
- eskiden barın yanında durmuyor muydu?
- ara ara yerini değiştirmemizi istiyor.
-Keyfi yerinde mi?
-yerinde yerinde.
-Konuşuyor mu?
-Canı isterse.
-yabani yine yani.
-yaşlı da.
-Bi türk kahvesi alabilir miyim odaya?
-Tabi siz çıkın ben göndertiyorum.


Odaya çıktım. Dökülüyordu, ama temizdi. Tam beklediğim gibiydi.  Bakımsız mobilyaları ve old fashioned dekorasyonu yıllardır aynı. Bu otelde sadece yataklar yenilenir. Istanbul’da değişmeyen çok az mekandan biridir Londra Oteli. Yıllardır aynı aile tarafından işletilir, odalar makul fiyatlıdır, temizdir ama sadece ihtiyaç halinde masraf yapılır. Ve otel çalışanları süper insanlardır. Güvenlidir. Bundan yıllar önce perada bi kulüpte anahtarımı kaybedip sabaha karşı sokakta kalınca keşfetmiştik burayı. Şans işte.
Biliyordum zaman durmuştu Londra Otelinde. Sanki bir isyandı. Biliyordum değişmediğini. Ve ben doğru yerdeydim. Hay impulsiveliğimi seveyim. Gökçe’ye gelmeyeceğimi haber verdim beklemesinler diye. Sonra da balkonda kahvemi içtim bir güzel, halis uzerinden güneşi batırdım ve balata karşı fotoğraf çektim. Çok huzurluydum.










"I get these moments when I have to lie down because everything feels sort of too much and I look up and see the blue, or the grey, or the black and I feel myself melting into it. And, for like a split second, I feel free. And happy. Innocent. Like a dog, or an alien, or a baby."





DEVAMI VAR HALIYLE....

30 Mayıs 2020 Cumartesi

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 7


Pazar günü Istanbul’a uyandım. Hava güzeldi. Çok güzeldi. Acıkmıştım. Bizimkiler sağolsunlar oldukça organik bir kahvaltı hazırlamışlardı simit çay detaylı. Ama ben pide, lahmacun, börek filan yemek istiyordum sabah sabah. Yiyeceğimden de değil belki; masada olsaydı...  Simit, çay, beyaz peynir, organik zeytin; çeşitli otlar; özlediğim şeyler bunlar değildi. Tilburg’da kralını buluyordum bunların. Evet, simit de dahil.
Bişey demedim. Çıkıntılık yapmak, mide bulandırmak, heves kaçırmak istemedim.

 Ne demiş Dostoyevski?

Bana kalırsa insanın en iyi tanımlanması şöyle olmalı: İki ayaklı nankör bir yaratık. Hepsi bu kadarla kalsa gene iyi. Çünkü böylece en büyük kusuru unutulmuş olurdu. İnsanın en büyük kusuru, Nuh tufanından başlayıp Schlezwig-Holstein dönemine değin süren, alnının kara yazgısı olan erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve buna bağlı olarak ölçüsüzlük. Ölçüsüzlüğün erdemsizlikten ileri geldiği çoktandır bilinen bir gerçektir.

Erdemsiz damgası yememeli insan bi lahmacun uğruna.

Çayımı tazelemeye kalktığımda Merve’ye mesaj geldi. Telefondan başını kaldırınca sordu:

- Akşam gece yürüyüşü var gelicen mi?
- O ne be?
- kadınlar günü şeysi.
- Kadınlar günü mü?  sahi, 8 mart değil mi bugün? zaman, mekan, durum... hepsi karışık bende şimdi daha bi kendime gelemedim. Gece yürüyüşü de yeni moda mı?
- Feminist gece yürüyüşü. Bu sene bi başka coşkulu. Kadın cinayetlerine protesto filan.
- Yürütmezler yav olay çıkar.
- Çıkar, çıkıyo tabi, olay çıkmadan olmaz zaten.
- Akşam maç var ben maça davetliyim,  sen yürü.
- yook, pazartesi iş var yürüyemem ben de.
- e sen yürüme, ben yürüme; kim yürüyecek?
- yürürler onlar dert etme sen. hahaha!
- Hem kadınım, hem emekçiyim ben. simdi de tatildeyim. Bi çay da bana doldur ayaktayken.

Sonra bi kuş geldi balkon demirine tünedi.



'sohbet muhabbet bi yere kadar, bi çıksana balkona' der gibi baktı.

Balkona çıktım. Denize baktım. sol köşeden,  kıvrılan akyolun üstünden boğaz görünüyordu, bir iki gemi vardı hatta. Tam karşımda ise set set binalar; kimisinin yüzleri soyulmuş, iyice eskimiş; kimisi yenilenmiş. Tuhaf bi texture. Başkurtla pürtelaşı ayırt etmeye çalıştım. On küsur sene önce Başkurtta oturduğum evi aradım bitişiknizam balkonların içinde. Biri önde biri arkada iki odası vardı.  Üçlü kanepem sığmadığı  için balkona koymuştuk. freelance çeviri yaparak haftasonuna partileyecek parayı kazanmaya çalıştığım gamsız hayatımın o doneminin pazar günleri geldi aklıma ve o kanepe balkondaki... bütün gün sigara sarıp kuşları seyrettiğim üstünde. Gökçe’ye sordum.
- Başkurttaki evimi hatırlıyor musun?
- evet tabi.
- şu yıkık binanın iki çaprazındaki mi sence?
- bakayım... hımmm.... yook bence buradan görünmüyor. o gösterdiğin çok yukarda; sıraselvilerin ucu ora.
- hadi ya?
- evet gözün yanılıyor. Bak şu binayı görüyor musun?  o Purtelaş'ta işte.
- aa evet sokağın kıvrıldığı yer. buradan görünmüyor haklısın. Ahmet’in bakkal da görünmüyor.
-yok görünmez.


Çok sağlıklı ve huzurlu hissettim bir an. Ve keyifli ve enerjik. Kendimi sokaklara vurmak, yürümek, bir iki mekana uğramak istiyordum. Ama bir tutukluk vardı bizim kızlarda, bi uyumsuzluk vardı aramızda sanki. Sıla hasretinin verdiği eforiye yordum. Onlardaki pazar mahmurluğuyla çarpışıyordu. Kimsenin benimle sokak arşınlayası yoktu haliyle.

Kahvaltıdan sonra bi bahaneyle kapının önüne çıkıp kedi sevdim; peynir filan verdim. Biraz yürüdüm, sonra biraz daha... Baktım kazancı, sonra Ülker sokağın başına gelmişim. Oldu olacak bi meydana çıkayım dedim, çıkamadım.
Meydan yoktu.
Panikledim.
Etap’a döndüm.
Etap’tan hesap sorasım geldi. ‘Sen buna nasıl izin verdin’ der gibi baktım binanın yüzüne. Sonra Garanti şubesine baktım aynı ifadeyle. Tekrar meydana döndüm. öfkemi kusacak yer arıyordum; kızacak biri, bişey. Kendime kızacak halim yoktu ya.  Ne eksik, tek tek ayırdına varmaya çalıştım. Boğazım yanıyordu. Gözlerimde daha önce hissetmediğim bir ağrı hissettim. Harbiye tarafına gözüm takıldı. Mete caddesi bi garip görünüyordu. Hayır hayır Mete caddesi ayan beyan görünüyordu. Durduğum yerden Mete caddesini görmek saçma birşeydi. Arkamı döndüm.Gezi pastanesi köşede duruyordu da yanında bir inşaat vardı. anlam veremediğim bir boşluk... Tekrar otele ve bankaya döndüm. Yıkılın karşımdan diyecek oldum.
Meydan yoktu. yok olmuştu. Yanımdan geçen insanlara Taksim meydanı nerede diye sorasım geldi? Burası! diyeceklerdi.
Olric ‘lütfen efendimiz, yapmayın.’ dedi. 'Nefes alın.’
Nefessiz kalmıştım.

- Peki ya hava kararınca ne olacak?

eller yukarı 

gece soğuktan diken diken ürpermiş bir meydan saati gördüm:bir,diyordu. tramvay rayları bilenmiş,gizli yağmurların hınzırlığından,kaldırımlar incecik ıslanmıştı. nikotin ve alkol sonra kolkola girdiler,hayalet taksilerin sabaha doğru aktığı köşebaşından,büyük parmakkapı sokağına devrildiler. bayrakları yırtılmış bir geceydi bu:her pasajında hain namluları saklanmış,her telefon zilinde ölüm haberleri parlayan;yıldızları dönük,yenik bir gece. arka beyoğlunda,allah bilir,her on dakikada bir kadın yırtılıyordu. birazdan orman bıyıklı çöpçüler,sokak aralarından,siklamen rujlu dudaklar,balgam tabiatında gözler,kesik memeler süpüreceklerdi. halbuki ömer haybo,iç cebinde,neuilly(seine) damgalı mektuplar;birbiir ardınca bitmez tükenmez cıgaralara biniyor,gecenin sabaha bulaştığı yerde asıl kaybettiğini,yani kendisini arıyordu:çirkin,tutkulara tutkun ve en önemlsi ulaşılmaz hergele! aslında ömer haybo kim? doğudan bakarsan yaşaması en yüksek S. saatinde bozulmış yarı gavur bir batılı;batıdan bakarsan hiçbir vakit gerçek kimiliğini "ibraz edememiş"uyurgezer bir doğulu! bütün bunların dışında cinnet çarşısının dişlileri arasında,(kim ne derse desin),ölümle alışverişi olan,yarı insan yarı alkol bir hayal!böyle böyle çarşımızın gerçeğine ulaşıyoruz:bir saatinden tut bir başka saaatine git,işte bu beyoğlunda ölünmekle çürünmek arası bir kirlilik yaşanıyor; tek tek,boyanmış dudak,kırık diş,traşlı ense ve bozuk böbrek olarak!
ama dur,önce beyoğlu kim? benim,yani beyoğluyum. piçim,bir rivayete göre bir bizans tekfurunun piçiyim,bir başkasına göre soho'nun ve st-germaindes-pres'nin. tünelin oralarda galip dede caddesinden başlıyorum; bar bar,otel otel,meyhane meyhane,bir alkol yalnızlık ve nikotin ağacı gibi açılıp,taksim meydanında bitmiyorum. nasıl bitebilirim? 



Devam edecek...