21 Ağustos 2020 Cuma

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #10

Sayısız sığınak vardır, ancak kurtuluş yolu tektir; ama kurtuluş olasılıkları yine de sığınaklar kadar çoktur. Bir hedef var, ama yol yok: bizim yol dediğimiz şey, bir duraksamadır. 
                                                                                                                         Kafka


iki motivasyonum vardı. İlki; olanı biteni idrak etmek için bir sığınağa çekilme güdüsü; ikincisi ise kulübeye kurttan önce varıp, saldırıya karşı tedbir alma güdüsü.
Korku’da anlaşılmayacak birşey yoktur diyor Alfred Hitchkok. Sonuçta hepimiz çocukken birşeylerden korkmadık mı? bugün bizi korkutan şeyin dünkinden bir farkı yok pek. Kırmızı başlığın altından çıkan kurt kafası. Bu seferki yalnızca başka bir kurt.

Yola çıkmadan önce teçhizatlanmak gerekiyordu. Maske almam konusunda baskı vardı. Eczaneye uğradım. Kapı kapalıydı ve önünde sıra vardı. Kapının üstünde 'hepimizin sağlığı için lütfen sıraya uyalım.’  notu asılmıştı. Sırada bekleyen insanlara dikkat ettim,  herkes çok gergindi, normalde böyle kuyruklarda küçük küçük laflamalar, ortaya söylenmeler filan olur bilirsiniz; çıt çıkmıyordu. Beklerken sıkıldım ve çok yalnız hissettim; sık sık Hollandada hissettiğim yalnızlıktandı.
Sonunda sıra bana geldi ve dükkana girdim. Eczacılar maskeli değildi henüz. Maske satıp satmadıklarını sordum.  Uçağa bineceğimi maske istediğimi söyledim. Eczacı 'filtreli' öneriyoruz dedi, 'olur' dedim.
- First defense ister misiniz? alsanız iyi olur.
- Aslında ben de onu soracaktım. Annem ve babamın yanına gideceğim, biraz da tedirginim, bloker filan gibi bişey...
lafımı bitirmemi beklemeden, 'size bağışıklık sistemi kuvvetlendirici 15 günlük kür beta glukan, propolis tablet, el dezenfektanı, cep kolonyası,  filtreli maske ve first defense vermemiz gerekir' dedi.
‘öyle diyorsanız...’diyebildim.
Baktı teslim bayrağını çoktan çekmişim devam etti.
Beta glukan’dan üç kutu veriyorum anneniz babanız da kullansın, bir kutusu bedavaya gelecek.
'iyi ozaman’ dedim.
Eczaneden çıktığımda, hemen çıkar çıkmaz değilse de bir kaç adım attıktan sonra kendime geldim ve sinirim bozuldu, gülmeye başladım. Güpegündüz soyulmuştum. Direkt polise mi gitsem diye düşündüm. 'Memur bey  Galata Kulesinin üstünde uçan kuşlara baktığım için kuş başına 5 lira aldılar benden' diye şikayet edesim vardı. Fatura’da, maskeye tam 56 TL ödediğim yazıyordu.
hey allam...

Watsons diye bir kozmetik dükkanına girdim. Selpak ıslak mendil filan almak için. Ben girerken bir kadın söylenerek hışımla çıktı dükkandan. Kasiyer de arkasından bağırıyordu.
'Haksızsınız tabi, maaşımdan  kesecekler...’
yine olayın tam ortasına düşmüştüm. Kasiyer kızcağız sinirden titriyordu. Diğer çalışanlar yatıştırmaya çalıştılar. Bu esnada 'olay nedir?' diye sorabildim. Gülsuyu kolonyasının  alkol oranı tartışmasından çıkmış kavga. Müşteri kolonya bulamayınca kasiyer gülsuyu önermiş. Müşteri alkol derecesini sormuş, kasiyer 'aynı' demiş. Kadın da almış. 10 dakka sonra ağzı açık şekilde getirip kızın önüne atmış açık şişeyi. Meğer 70 dereceymiş satın aldığı gülsuyu kolonyası. 10 derecelik alkol farkından kavga çıkıyordu; insanlar o derece gergin ve sinirliydi.




HAVAALANI
Taksinin bagajından bavulumu çıkarttım. İç hatlar gidiş kapısı sensörü beni görüp kapıyı açtığında bir bilim kurgu filminin havaalanı sahnesine düşmüştüm sanki. Kesinlikle 1 hafta öncesinden eser yoktu. Hersey çok farklıydı. Bi'kere garipsenecek kadar kalabalıktı ve etrafta dolaşan maskeli insanlar vardı. Herkes nereye gidiyordu böyle? O gergin enerjiyi vücudunuzun her hücresinde hissediyordunuz. Tedirginlik bulaşıcıydı, korku bulaşıcıydı, gerginlik bulaşıcıydı, çünkü korona .bulaşıcıydı. 
İnsan?
bulaştırıcı.
Herkes birbirine bulaştırıyordu korkusunu. 
Bizim gibi kalabalık ve fazla içli dışlı sosyal yaşama alışmış toplumlarda bu bir avantaja dönüşebilir; tedbir artar diye düşünmüştüm önce. Ama o gün kimsenin benim de dahil bir başkasının aldığı tedbire güvendiği yoktu. Diken üstündeydik. Uçağa alınmayı beklerken yanıma bir kadın oturdu. 3 m maskesi, ellerinde eldivenleri vardı: boğazını kapatan bir fular... Ben henüz takmamıştım maskemi, uçağa binince takarım diye düşünüyordum. Onu öyle görünce takmaya karar verdim. OOOvvv bu kadar rahatsız birşey olduğunu düşünmemiştim takana kadar. Önce boğulacak gibi oldum. Burnumdan mı ağzımdan mı nefes alsam bilemedim. Anında çıkartma refleksi gösterdim ama özellikle uyarmışlardı. Maskenizi taktıktan sonra olabildiğince maskeye dokunmamaya çalışın. Asla ikide bir takıp çıkartmayın. Elinizle taşıdığınız virüsü bakteriyi maske sayesinde bünyenize kolaylıkla davet edersiniz demişlerdi. Işte o an 'The fucking end of the world' diye düşündüm. Bundan sonra bu şekil mi yaşayacaktık? Yarım ve ılık nefesler soluyarak... yağmurlarda ıslanmak istedim. Yola çıkmakla aptalca birşey yaptığımı da düşünmeye başlamıştım. Bu psikolojiden kurtulmam gerekiyordu. Maskeli kadının yanından kalkıp tekrar dükkanların olduğu bölüme doğru yürüdüm. D&R’ı gördüm. Ne kadar OT, Kafa, tuhaf vs. varsa topladım. Kendimi meşgul etmeye karar verdim. Uçağa biner binmez kulaklıklarımı taktım Bodrum'a inene kadar kafamı kaldırmadan okudum.
 Ne okudum, ne anladım hatırlamıyorum ama tek birşey düşünüyordum artık hiç birşey eskisi gibi olmayacaktı ve akli dengemi korumak icin eskisinden daha çok çaba sarfetmem gerekecekti. 
’Tutun kızım düşeceksin' diye uyardı ve  uyandırdı bi teyze sesi.
havaalanı otobüsünün içindeydik. Tutunmuyordum ve shuttle hareket edince dengem bozulmuştu haliyle. 
‘Yaa teyzeciğim işte onu yapamıyorum ben, bi yapabilsem'

Spinoza’nın dediğine göre; insanın stabil durumunu korumasının ilk şartı var olmayı istemesiydi. Var olmaya mı yok olmaya mı meyilliydim buna bi karar vermek gerekirdi.
‘Live or die but don’t poison everything!’

Tutunmaya çalışmayıp var olmaya karar verdim. Pekiala tutunmadan da varolunabiliyordu. Bulut gibi. Varlık yokluk söz konusuyken tutunmanın önemi yoktu. En azından o gün öyle hissediyordum. Diğer hissettiğim şeyler ise, sinir bozucu bir başağrısı ve yorgunluktu.

bavulumu alır almaz kendimi tuvalete attım ve olabildiğince dezenfekte etmeye çalıştım üstümü  başımı. Bütün kaslarım gerilmişti, sanki her yerimde virüs varmış gibi hissediyordum. Uzerimdeki sweatshirti çıkartıp bir poşete koydum. bavuldan yenisini giydim. Eczacnın verdiği dezenfektan spreyle bavulumu, çantamı, telefonumu elimin değebileceği herşeyi temizlemeye çalıştım. Yaptığım herşey saçma sapan geliyordu ama kendimi alamıyordum. Saçımı da yıkasam mı diye bile düşündüğümü itiraf ediyorum. Tek kaygım bizimkilere virüsü götürmediğimden  emin olmaktı ve ne yazık ki hiç değildim. Sürekli kendimi yokluyordum. Ateşim var mı boğazımdaki kaşıntı neden? Bu baş ağrısı da nerden çıktı? Midem de mi bulanıyor yoksa? vs. vs.
Lavaboda elimi yıkarken bir kaç kere vazgeçmek geçti içimden. Sonra deliliğime hakim olmaya karar verdim. Bir kaç nefes aldım dışarıya çıktım. Bizimkileri aradım. Beni almak için geldiklerini biliyordum. 

Annem sarılmak icin atılacak gibi oldu hemen durdurdum. Babam bavulumu bagaja koymak istedi ona da izin vermedim. 
-herkes bi geri çekilsin.  diye şarladım, dakka bir gol bir.
‘Tamam tamam’ diyerek sindiler. 


LİMON AĞACI

Paranoyayı üzerimden atmak kolay olmadı. Özellikle ilk bir kaç saat yanıma yaklaşılacak gibi değildi. Keçileri iyice kaçırmış olduğumu düşünüyorlardı. Bir makine çamaşır yıkadım. Çamaşırları asarken annem aşağıdan seslendi; 

-çayını karton bardakta mı istersin?
-anlamadım?
-hayır içtikten sonra imha edeceksen, yazık olmasın ince bellime.  
 
alay ediyorlardı tabiki benimle. Çünkü onlar için endişeleniyordum.

Çayımı alıp bahçeye çıktım. Hava öyle ılık öyle güzeldi ki... Mucizevi bi coğrafya diye düşünüyor insan baharla coşan toprağın üzerindeki bitkileri, çiçekleri, yeşili ve bilimum diğer renkleri görünce.
Sonunda rahat bir nefes almıştım. Herşey yolundaydı.
Burada bekleyebilirdim dünyanın sonunu.

Limon ağacına takıldı gözüm.
when life gives you lemons... çayına atacaksın bi dilim.
tamam tamam cıvımak yok.
hayat sana limon verdiyse yüzünü ekşitmek yok.
zaten o kadar ekşi değiller, bu ağaçtakiler tatlı limon. Meyve niyetine yersin, o denli.
Hayat sana limonun bile tatlısını veriyor ve sen...

orada o bahçede yeni yeşeren baharın içinde otururken belki rahatlamış; fakat aynı zamanda oldukça umutsuz olduğumu hissettim.
Şöyle bi not almışım diziyi izlerken.
’sometimes doing the right thing feels like commiting a crime.'

evde kal!

Bizim gibilerin evde kalabilmesi için kimlerin kalmaması gerekiyor bu memlekette?

Ah drifter ah!
'gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini.... '



1 Haziran 2020 Pazartesi

AÇIK VE SEÇİK BIR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #9



'Ne yapmalı? Bu soruya hemen bir karşılık bulmak istenirse, elbette salt aklın verisiyle, ya da oradan buradan derlenmiş bir iki düşüncenin bileşimi ile bazı geçici çareler ortaya atılabilir. Insan ilk bakışta bu geçici çarelerin kendi buluşu olduğunu sanabilir. Oysa örneğin salt aklın verisi diye nitelendirilen kavramın biraz incelenmesi, bunun çoğunlukla toplumun etkisiyle elde edilen kalıplar olduğunu gösterecektir. Salt aklın verileri, insanı gevşetmeye fırsat vermeyen amansız bir çalışmanın zorunluğuna itebilir. Oblomovluk ve eğlence düşkünlüğü dünyada eşi görülmemiş bir baskıyla yok edilmek istenebilir.Bütün  kişisel bunalımlar ucuz yaşantılara dönüşle ilgili bütün buhranlar birer birer sindirilmek istenebilir. Herkes zaaflarını gizleyerek yalnız güçlerini ortaya koyar.işte görünüşte toplumsal eylemi gerçekleştirmek, ileriye götürmek için salt akılla bulunduğu sanılan ve her çeşit eylem icin kaçınılmaz ilkeler olarak ortaya atılan bu temel davranışlarda bile, kişinin ve çürümüş toplumun değiştirmek istemedikleri öz varlıklarını bilinçsizce koruma isteminin gizli baskılarını arayacaksın! Bilimsel bir kuşkuyla önce bütün zaaflarını çekinmeden ortaya atacaksın! Olmadık bir yerde ortaya çıkmalarını önleyecek ve toplumsal eylemdeki ortaklarını umutsuzluğa düşürmekten böylece kurtulacaksın.' 


Öğlene doğru Gökçe’nin telefonuyla uyandım. Panik tonu vardı sesinde.

- Nerdesin sen?
- Galata’dayım.
-Napıyosun orda?
-Kitap okuyorum.
-onda mi kaldın?
-Hayır!
-Doğru söyle nerdesin? Akşam da bi tuhaftı sesin nerde kalacağını geçiştirdin.
-yaa... akşam geç oldu sonra...biraz da içtik,  e siz de işe gitceksiniz diye...
-eee
-Büyük Londra oteli var ya perada, orda kalıyım dedim.
-Anlamadım?
-Neyi?
-Sen otelde mi kaldın yani gece?  Tek başına!
-evet sen de yap arada, iyi gelir. Nolmuş yani alla alla?
- noolsun...Her neyse,
haberleri gördün mü bari?

-noolmuş?
-Turkiye’de ilk korona vakası.
-nerde?
-onu bilmiyoruz.
-kimmiş?
-bilinmiyor. Ama bakanın yuzu çamur gibiydi valla. Çok vaka var da saklıyorlar diyolar.
-olabilir geçen gün maçta Mehmet de söylüyordu; pilot arkadaşı varmış. Bizzat pozitif testli yolcu taşıdığını söylemiş. Güyya Ankara’da bir otel, bir aydır karantinadaymış filan. Gerçi bu işin desenformasyonu çok olur onu da hesaba katmak lazım.
-Bana bak, kalk gel oralarda kalma. Bak virüs filan kaparsın almam seni eve.
-çok geç.
-neden?
-yahu benim şu anda korona olmadığımı nerden biliyorsun? Belki de çoktan kaptım. Semptomlar hemen çıkmıyor ki.
-Ya valla bak, daha dolanma ortalıkta ya gir, ya çık.
-Eyvallah; bi Engin Abiye uğrayacağım oradan geçerim size.
-iyi.
-Döner alıyim mi gelirken?
-Hayırrrr!!!.
-iyi be ne kızıyosun?

Sonunda canım Turkiyem için de itiraf zamanı gelmiş; masa toplanmış, Korona vakalarının açıklanmasına karar verilmişti. Kamuya bilgi vermek şarttı, ancak bu bilgi nasıl verilecek ne kadarı verilecekti? mültecisiyle, evsiziyle, işçisiyle, işsiziyle nüfusu 80 milyonu geçmiş bir ülkeye salgın tehlikesi haberi nasıl verilecekti? Vuhan unutulmuş; artık odak Italya’daydı. Italya ve İran çığrından  çıkmıştı. Ölü sayısı Italya'da günde beşyüze, iran'da ikiyüze dayanmıştı.
Dünya sağlık örgütü 'transparency' diyordu.
Hadi ordan. sensin transparan!

Haber bültenleri tekrar seyredilmeye başlanmıştı.
ilk günler şöyleydi kamu bilgilendirme işi hatırlayalım;

Üzülerek bildiriyoruz Türkiye’de ilk korona vakasının yerini,  konumunu, yaşını, önceki sağlık durumunu bildiremiyoruz. Yanlış anlamayın güvenlik açısından hep. Ancak ellerinizi yıkayın. yalnız öyle eskiden yıkadığınız gibi şıpınişi değil,  'doktor el yıkaması' diye birşey var, açın bakın internetten; Mehmet Öz Amerikan komikçisi programında gösteriyor, iyice öğrenin öyle yıkayın. Tamam tamam, su kesilmeyecek! valla bak, borcu olanın da suyu kesilmeyecek! Güzelce yıkanın. Virus 80 derce alkolde ölüyor kesin bilgi, yani evet!  kolonya büyük nimet,  bol bol sürün aman içmeyin. Bak içenleriniz olmuş, öyle birşey yok! aman ha! Bir iki ay dayanalım, yazın geçecek zaten; acık oturalım kıçımızın üstüne. Anne babamıza yaklaşmayalım, telefonla internetle iletişelim,  Ha bi de, bizim bu betimiz benzimiz atmış halimize bakıp da panik yapmayalım. Başı ağrıyan acile koşmasın. Bir iki güne korona hattı açıcaz zaten bi bekleyin.  Psikolojik olarak da çökmeyelim. O da virüs kadar fena çünkü.

Bence çok başarılıydı.
Halkımız bunu bu şekilde okuyup, kendi çıkarımlarını yapmadan, her kafadan fazla ahkam kesmeden denileni yaparsa herşey kontrol altında, super bi şekilde atlatırdık bu melaneti. Ama işte;
'There is something funny about the human condition, and civilized intelligence can be a joke of its own ideas.’

Panik bir anda alev aldı. İlk vaka, bizim komşu/ arkadaşın babası/ zonguldaktaymiş/Konya’da Konya’da/ hayır olm istanbulda! filan gibi yurdun pek çok yerinden değişik ilk vaka haberleri geldikçe; vaka sayısı toplamı  problemi kesin olarak çözülemese de; işlem sonucunun 1 olmadıgı anlaşılıyordu.
Artık izole ama hepimiz bağlıydık. Özellikle haber bültenlerine ve ardandan doktor-yorumcu; uzman yorumcu’lu korona özel sessionlarına.

bir kaç gün boyle telefon elde; kulak televizyon’da yaşadık.

Benim favorim Mehmet Ceyhan’dı. taaki şey diyene kadar...(neyse boşverin orasını)
Evet Mehmet Ceyhan’ın söylediklerini ciddiye alıyordum. Çünkü sakin sakin başlıyor ama sonra sinirleniyordu, yayını terk ediyordu. O bi tane kıvırcık var, her akşam onu haşlıyordu.
Özellikle işte Türk genine daha az bulaşıyor filan gibi geyikli doktorlara çıkışması hoşuma gidiyordu. Bir keresinde ağlatacaktı beni hatta. O şuursuzlardan biri şöyle bir yorum yaptı canlı yayında, 80 milyonun önünde utanmadan:
‘Yani biz panikliyoruz korkuyoruz da şu da bir gerçek, virüsun öldürme oranı %5 in altında aslında’ gibi bişey diyecek oldu.
Mehmet Ceyhan’ın yorumu şöyleydi.
'sizin anneniz babanız hayatta mı?  çünkü anneniz babanız öldüğünde ölüm oranı %100’dür.’

işte o an fena oldum.
Kalkıp mutfağa gittim, annemi aradım. Babam açtı.

- naber?
- iyidir yavru kuş senden naber, nasıl gidiyo Istanbul?
- yavru kuş mu? pişmiş tavuk diycen artık, bahtsız bedevi de olur?
gülüyor. Gel kızın arıyor diye sesleniyor anneme.
Anneme tutuşturuyor telefonu, programa geri döne derdinde bir an önce belliki. Tüm Türkiye gibi o da kilitlenmiş televizyona.
annemin ilk sorusu:
- naptin, ne zaman donuyorsun hollanda’ya?
- valla ne bileyim, biletim pazara da, şimdi baktım Tilburg’da durum kötü görünüyor. sadece bugün 87 yeni vaka diye açıklamış sağlık bakanlığı, 10 kişi ölmüş. Hergün double yapıyor rakamlar.
-yaa vah vah.
-hiç dönesim yok şimdi. Bi Maria’yi arayıp, yoklama çekicem ona göre bi aksiyon almam lazım.
-buraya gel, azıcık tatil olur.
- anne sen kaç yaşında olduğunu düşünüyorsun? bangır bangır bağırıyorlar 65 üstü risk grubu, ananıza babanıza yaklaşmayın diye... sen hangi alemde yaşıyorsun acaba? Bi de ben, okadar yurtdışından geldim; daha kendim covit miyim değil miyim belli değil.
- Yahu o öyle 14 gün dediklerine bakma 4-5 günde belirtiler çıkıyormuş. 14 gün max. güvenli olsun diye.
- e belki ben hafif atlattım;  zaten geldiğimin üçüncü günü epey başım ağrıyordu boğazım da kaşınıyordu
- çok içmişindir de ondandır.
- hey allam güldürme beni.
- fazla evham iyi değil, sen beni dinle atla gel, madem dönmüyorsun Hollanda’ya,  biraz tatil yaparsın burda iyi gelir. Ben seni karantinaya alırım burda. O kanalları da fazla seyretmeyin, her kafadan bi ses çıkıyor.
- Siz niye seyrediyorsunuz?
-kim seyrediyor?
- e babam koştura koştura gitti sana tutuşturdu telefonu.
-Yok be, O film seyrediyor. Gelmişiz 70 yaşına, nasıl öleceğimizi tartışan adamları mı seyredicez? Insanı evhamdan, bunalımdan öldürür bunlar. sende!

annemin bakış açısı boyleydi.
Kafam karışmıştı haliyle. Bu kadın hayatım boyunca kafamı karıştırmaktan başka birşey yapmadı zaten. O kadar kendi fikrine güvenli, kendi dik kafalılığında tutarlı ve kararlıydı ki... söylediği herşey make sense’di.

Maria’yı aradım. O gün itibariyle Hollanda’da günler açısından açık ve seçik olma yolunda önemli adımlar atılmıştı. Rivm diye bir web linkine tıklayıp, o gün kaç kişiye test yapılmış, bu testlerden kaç kişinin testi pozitif çıkmış, bu pozitif çıkanlar demografik olarak Hollanda’da nasıl bir yayılım göstermiş; bu pozitif çıkanlardan kaç tanesi sağlık çalışanıymış, kaç kişi hastaneye yatırılmış bu hastaneye yatırılanların kaçı yoğun bakım ünitesine alınmış, kaç kişi vefat etmiş ve bu vefat edenlerin en genci kaç, en yaşlısı kaç yaşındaymış? Bir de yoğun bakıma alınan ve vefat edenlerin yüzde kaçının ciddi sağlık sorunları varmış öğrenebiliyordunuz.
Dahası,
Bu web linkindeki aktüel bilgi her gün saat 14:00 (yani Türkiye saatiyle 16:00, o tarihte) itibariyle yenileniyordu, Hollandaca ve ingilizce olarak.

Buna rağmen hala bir bakıma belirsizliğini koruyan detaylar yok değildi. Maria ısrarla gelme diyordu.
- Kapatmayacaklar işyerlerini bunlar. Herd immunity, en kötü intelligent lock down filan gibi birşeyler mırıldanıyorlar. Valla bunların niyeti kötü.
- İznim pazara kadar.
- mazeret bildirirsin. Ben de öyle yapıcam bir kaç hafta gitmeyi düşünmüyorum, evden takılıcam.
- Düşünüyorum da, işler daha kötüye gider de kapatırlarsa, kalırım burda; gerçi iyi mi olur kötü mü olur diye de kafam karışıyor. Başvurum var biliyorsun.
- Sürekli oturum izni için mi?
-Aynen, Haziranda başvurucam kısmetse.
-vay be becerdin bu işi desene. Seviniyorum senin için.
-Valla hiç emin değilim şu an becerdiğimden.
-Evet zamanlama çok kötü hakkaten. görüyor musun Santiago ne işler açtı basımıza?
-Ne dedin?
-Santiago diyorum.
-Nolmuş ona?
-E Hollanda’ya virüsü getiren O ya?
-Nası ya?
-Valla biz şirketçe ilk vakanın Santiago olduğuna inanıyoruz.
-Şu an şaka yapıyorsun değil mi?
- Hayır.
- Yav açıklanmadı mı?adam 59 yaşındaymış.
- O değilse de babası diye düşünüyoruz.
- Hayır niye böyle bir şey düşünüyoruz?
- Çünkü Santiago ortada yok.
-Nasıl ya?
- Valla Santiago kayıp.
-E ben gördüm onu.
-Nerde, nezaman?
-Buraya gelmeden önce. Bizim sokağın orada. Sapasağlam yürüyordu.
-Emin misin?
-Eminim tabi, Santiago’yu başka biriyle karıştırman mümkün mü?
-Doğru. Bak bu çok ilginç, çünkü karnavaldan beri onu son gören sensin öyleyse. Telefonu filan kapalı hep.
- E gitmedi mi kimse evine?
- Ben gitmedim, ama muhakkak ulaşmaya çalışan olmuştur. Şu an kimse kimseye gitmiyor zaten.
-vay canına. çok merak ettim şimdi. Gelişmelerden haberdar et ve kendine dikkat et bak.
- Sen de, ve gelme!



Telefonu kapattıktan sonra Hollanda’ya dönmeden bir kaç gün de olsa Annemlerin yanına Bodrum’a gitmeye karar verdim. Olric’in de dediği gibi en kötü yakarım dönüşü diye düşündüm.
Gökçe bu kararı son derece riskli ve aptalca bulsa da iknada başarılı olamadı. Biletimi almıştım yatmadan önce.



Devamı gelecek! :)

31 Mayıs 2020 Pazar

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #8

'Mısra 509: Gene böyle yaldızlı ve...

Tarih bir tahriften ibarettir. tarih geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil.’'

ve bir de ne demişti şair
''tabir edilesi değil
tamir edilesi rüyalarım var.''

Haftasonu rüya gibi geçmiş; arkadaşlarla hasret giderilmiş, sivas maçı berabere bitmiş, epey bi sigara ve alkol tüketilmişti. Yeni hafta baslamış, gece yürüyüşünden mütevellit gözaltındaki kadınlar -32 tanesi birden- sabahın ilk ışıklarıyla serbest bırakılmış, herkes işine gücüne dağılmıştı. Ben de telekom, banka şubesi, noter, vergi dairesi filan gibi sevimsiz işleri biran önce bitirip azıcık keyfini çıkartmak istiyordum şehrin. Ama nereye gitsem turist muamelesi çekiyordu istanbul bana. Özellikle Gayrettepe telekom maceram fiyaskoydu. Bildiğim yollar bildiğim yerlere çıkmıyor, binaların giriş kapıları açılmıyor, metroya binicem, akbilim bile yükleme yapmıyordu. 'Vay anasına, varsan baksan iki yıl uğramadık!  Dünyanın hiç bir yerinde bu kadar yabancı hissetmedim' diye düşündüm. O beylik cümle var ya; 'İçine etmişler şehrin!’;  hah işte, sağa sola bakıp içimden sürekli bu cümleyi tekrarlıyordum. Ama sonra birşey oluyordu mesela;  metro’da bi genç, akbilimin çalışmadığını görüp ’ben basarım siz geçin‘, diyor; bankta oturan amca, 'girişi arkaya aldılar kızım, soldan dönüver' diye işaret ediyor, bi köpek miskin ve ’başımı okşasana acık’ bakışlarıyla bacağıma sürtünüyor, bi kedi miyavlıyor, aygazvari salak bi korna sesi duyuluyor ve bütün bunlar beni gevşetmeye yetiyordu.

Ilk günler akşamları epeydir yüz yüze görüşmediğim insanlarla buluşup, musaitlik durumuna göre yemek yiyor; kahve veya bi kadeh bişey içiyor; sosyal bağlantıları taze tutma girişimleri gibi tutunma refleksleri veriyordum. Her reunion beklediğim tadı vermiyordu yalnız. Muhabbetin bir yerinde bir mekandan söz açılıyordu mesela; ‘aaa orası kapandı tatlım; o binanın altına bilmem ne açıldı.’ 'Kemaller mi, hiç görüşemiyorum, galiba onlar da Izmir’e taşınacaklardı filan gibi cümleler geldikçe ve ben kafayı buldukça daha moody bir hüzün çöküyordu içime. Ayrıca insanlarla iletişim halinde olmakla, fiziki dünyada sosyalleşmek arasında büyük fark vardı. Iki yıldan uzun bir süredir görmediğim dostlardan biriyle otururken ayıldım ki, ben artık bu şehirde yaşamıyordum ve her ne kadar hayatındaki değişikliklerden haberdar olsam da, aslında bu değişikliklerin onu ne kadar değiştirdiğinin farkında değildim.
Nereye dönecektim ben? Ne sanıyordum? yarın da bugün gibi mi olur sanıyordum o gün?

Kafamda Keane çalıyordu. tatlı tatlı sokuyordu lafı.
you say you wonder your own land, but when I think about it, I don’t see how you can

Önce Olric yapıyor sandım. Oysa o pek dayanıklı değildi içmeye; birinci kadehte sızar kalırdı cenin vaziyette bi köşede.

susmuyordu Keane.
you’re aching,
you’re breaking
and I can see the pain in your eyes,

says everybody’s changing and I don’t know why.’
Mırıldanıyor musun sen? dedi Ebru.
Bazen dedim.
Bi kadeh daha söyleyelim mi? diye sordu. Hayır dedim, artık kalkayım, bu aksam Gokce’deyim geç olmadan evin yolunu bulayım, malum beyaz yaka onlar, yarın işe gidecekler, efendi gibi kapıyı çalarak gireyim eve.
Peki dedi. Çok özlemiştim seni. Neyse yakında döneceksin, araya kapatırız.
kafenin önünde öpüşerek ayrıldık. O caddeye doğru yürüdü ben asmalı’dan aşağıya... Bulvara inip cihangire gitmek için bi taksiye binecektim. Akşam kızıllığı içime işledi. Sanki burnumdan girdi boğazımdan geçti, midemi yaktı resmen. Yürüsem mi dedim biraz. Perapalasın oraya çıktım. Pera müzesinin önünden Galatasaraya yürürüm diye düşünüyordum. Tuyapın orası tuhaf bi otopark-tostçu filan gibi bişey olmuş. ’Kime peşkeş çekmişler acaba burayı, manzarası da on numaradır buranın’ diye düşündüm. Ama o kadar itici ki, insanın içinden oturup bi çay bile içmek gelmiyor yani. Yanında da o çirkinler abidesi trt binası. Güzelim Londra otelinin tam karşısında aynalı bir saçmalık. Aynalı bina nedir kardeşim orada? Ve bu devlet televizyonunun binası yani. Herşeyi dönüştürdünüz de, bi buna mı yok bütçe? Hayret. Ben Londra otelinin yerinde olsam, ön ayak olur, bi kampanya başlatırım şu trt binasını yenileme için para topluyoruz Allah rızası için desen...etraftaki esnaftan ; müşteriden filan... diye icimde söylenirken;
Kafamı kaldırdım.
Londra oteline şöyle bir baktım.
Balkonlu odalarına.
Öyle esti ve kendimi resepsiyonun önünde buldum. Balkonlu odalardan müsait olan var mı diye sordum.
3. kat balkonlu oda müsait dedi resepsiyonist arkadaş.
Kimliğimi ve kredi kartımı uzattım.
Ödemeyi çıkarken alırız, kimlik yeterli dedi.
- Papağan duruyor mu?
- Tabiki. Duvarın arkasında.
- eskiden barın yanında durmuyor muydu?
- ara ara yerini değiştirmemizi istiyor.
-Keyfi yerinde mi?
-yerinde yerinde.
-Konuşuyor mu?
-Canı isterse.
-yabani yine yani.
-yaşlı da.
-Bi türk kahvesi alabilir miyim odaya?
-Tabi siz çıkın ben göndertiyorum.


Odaya çıktım. Dökülüyordu, ama temizdi. Tam beklediğim gibiydi.  Bakımsız mobilyaları ve old fashioned dekorasyonu yıllardır aynı. Bu otelde sadece yataklar yenilenir. Istanbul’da değişmeyen çok az mekandan biridir Londra Oteli. Yıllardır aynı aile tarafından işletilir, odalar makul fiyatlıdır, temizdir ama sadece ihtiyaç halinde masraf yapılır. Ve otel çalışanları süper insanlardır. Güvenlidir. Bundan yıllar önce perada bi kulüpte anahtarımı kaybedip sabaha karşı sokakta kalınca keşfetmiştik burayı. Şans işte.
Biliyordum zaman durmuştu Londra Otelinde. Sanki bir isyandı. Biliyordum değişmediğini. Ve ben doğru yerdeydim. Hay impulsiveliğimi seveyim. Gökçe’ye gelmeyeceğimi haber verdim beklemesinler diye. Sonra da balkonda kahvemi içtim bir güzel, halis uzerinden güneşi batırdım ve balata karşı fotoğraf çektim. Çok huzurluydum.










"I get these moments when I have to lie down because everything feels sort of too much and I look up and see the blue, or the grey, or the black and I feel myself melting into it. And, for like a split second, I feel free. And happy. Innocent. Like a dog, or an alien, or a baby."





DEVAMI VAR HALIYLE....