21 Nisan 2020 Salı

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 4

tıpkı Kurt Vonnegut’un dediği gibi, 'and so it goes...'

En nihayetinde dünya acayip bir yerdi. Kimseye çaktırmadan dönüyordu bir kere.   
zaman desen, eni konu uyutuyordu insanı.
hepi topu 150, 200 saat. 1 hafta, 10 gün.
Gündem değişiyordu. Kasırga geçmiş ama havadaki kasvet geçecek gibi görünmüyordu. İznimi henüz onaylatmamış olsam da, biletimi almış olmanın verdiği 'belirlilik’ duygusu hafif enerjimi yükseltmişti sanki.

o gün

Napacak bu adam, gönderecek mi hakkaten bütün mültecileri şimdi? diye sordu  Maria. 'Yok be yav’ dedim. Hepsi nereye sığar? 'Bi hesapları vardır onların; danışıklı döğüştür yine'. 
'Valla danışıklı mı bilmem de, Yunan basını panik vaziyette' dedi. 'Ada halkı sokaklara dökülmüş.’
- Ne diyorlar?
- Millet canının derdinde, ekonomik kriz bir yandan, para yok, herkes patlayacak yer arıyor. Çocuk  kadın dinlemiyorlar, itip kakıyorlarmış. Yunan polisi de çanak tutuyormuş.
- yaa, ne acı değil mi? hatırlasana daha dün ada halkı kucak açmıştı, Yunan askeri sarıp sarmalıyordu çocuklara oyuncak çikolata veriyordu. ne oldu da bütün o şefkat hınca bıraktı yerini?

Eva kafasını elindeki telefonun ekranından kaldırdı, lafa girdi. 'Anlaşmaya göre yakaladıklarını geri gönderebilirlermiş ama Turkiye’ye, öyle okudum ben.’

Maria ‘ Nasıl bir dünya kardeşim bu? biri diyor ki hımmmm kafamı bozmayın hepsini gönderirim; öbürü diyor ki; banane anlaşmamız var; ben de yakalar geri gönderirim. İnnnnsan  kardeşim bunlar insan, bu nasıl iş? böyle bir 'yanlış kullanım’ ı hak ediyorlar mı? diyerek isyan etti.  

Maria’nın zaman zaman kabaran devrimci damarını bilmeyen yok. Heyecanlandığında ve sinirlendiğinde tatlı bir aksanla garip garip kelimeleri cümle içinde kullanışına bayılıyorum. Bu seferki çok düşündürücü. Yani o an, genel geyik içinde geldi geçti ama sonradan düşündürttü beni. 'missusage of the refugees’ nereden buldu bu kelimeyi de söyleyiverdi bir çırpıda?
aslında çok manidar bir ifade. Tam olarak çevirisi yapılamıyor sanki. Yanlış kullanımdan çok hor kullanım desek daha yaklaşıyor sanki anlamına. Gerçi yanlış, hor önemli değil, vurgu kullanımda.

‘Mülteci mevzuu bizde hassas mevzu!’ dedim. 'Muhalefet bile ağzını açıp bişey söyleyemiyor bu konu hakkında. Burda maaşallah herkes herşeyi konuşuyor. Biz bişey diyemeyiz kardeşim; biz bilmeyiz, başımız bilir; O ne derse o.'  

Ama durum ortada diyor Maria; sen desen de demesen de,  insanlar memleketlerindeki savaştan ölümden kaçmaya, aileleriyle güvende hissedecekleri, insanca yasayacakları bir yere gitmeye çalışıyorlar. Burası belliki Türkiye  değil veya Yunanistan da değil. Dolayısıyla  bir takım başka insanlar bu insanları yaşamak istemedikleri bir yerde tutması için, bir başka insana para veriyor. Sonra O insan, bambaşka bir insan tarafindan başka bir şeyle taciz ediliyor diye bu insanları bir takım başka insanların yaşadığı ve aslında tam olarak bu insanların gitmek istediği yer olan yere göndermekle tehdit ediyor. Bir takım başka insanlar da daha önceden yaptıklarını düşündükleri anlaşmaya dayanarak soz konusu insanları -ki bu insanlar savaş travmasıyla ordan oraya savrulmaktalar 8 yıldır- yaşamak istemedikleri yere tekrar göndermeye kalkıyorlar. Ama kimse yahu bu anlaşmayı kime sordunuz da yaptınız? yapmaya hakkınız var mıydı demiyor.

İşte diyorum gördün mü bak daha anlatırken bukkadar laf ettin; yine de bişey anlaşılmadı, dolayısıyla bakmak lazım, kimin neye hakkı var; uluslararası anlaşmaların içerikleri bizi aşar. İşçisin sen işçi kal, sigaranı iç kahveni iç, henüz kafana bomba yağmıyor diye mutlu ol biraz.

Maria’nin hararetinden kafeteryanın camı buhar olmuştu, Eva keyif kaçıran bu muhabbetle hepi topu 15 dak olan kahve molasını heder etmek istemediği için yavaştan tırtıl tırtıl uzaklaştı.
Casper gelmişti masanın ucunda dikildi, oturmadı. 

Karnaval zamanı ofise gelecek olan var mı aranızda dedi?
Maria 'biz çalışmıyoruz’ diye cevap verdi beni de dahil ederek. 'Parade’e gitçez.'
‘Ben izin istedim zaten’ diye kendi adıma konuştum.
 Hafta’ya mı?  derken epey şaşırmış görünüyordu Casper, süper saçma birşey yaptığımı anlatır bir ifadeyle. 
-Unut onu, ekipte çok eksik var. Onaylamazlar. 
haftaya değil, Martın ikinci haftasına istedim. 
-Karnaval haftaya...  Gerçi martın ikinci haftası da zor bence. 
-felaket tellallığı yapma;  kimmiş eksik hem? 
-Claudia’nın kardeşi evleniyormuş Hırvatistan’a gitti, sonra Santiago... 
-Bu mudur? 
-e zaten kaç kişiyiz?
- Valla idare edeceksiniz bi hafta.  Su kaynattım ben, hem Santiago döner karnavala.
- hehe evet kesin karnavalda çıkar ortaya...zaten gittiğinden de şüpheliyim; evde yatıyo da olabilir.

Maria, sana dişçi yazıyorum dedi hemen Casper uzaklaşınca. 'Dişçiye gitmem gerek' dersin. süper mazeret. 
- Geçen yıl müdürlerden biri Turkiye'ye sırf implant yaptırmak için gitmişti. Orada hem daha ucuz hem daha iyi diyorlar bakım. öyle mi hakkaten? öyledir tabi, Yunanistan bile burdan iyi fiyat performansta. 
'ne münasebet yav!' diye parladım.
-tatile çıkmak benim yasal hakkım, istediğim zaman çıkarım burası Hollanda arkadaş yalandan mazerete ihtiyacım yok; öyle olacaksa Türkiye’de kalırdım suyu mu çıkmıştı memleketin?
-öyle diyorsan...

öyle diyordum. kafamı bozmasınlardı basardım istifayi şubat ortasında, ya da alırdım 3 ay mazeret izni kalırlardı dımdızlak. Sağım solum belli olmazdı benim. Bu Hollandalılar beni daha bilmiyorlardı. Beni ve sağnak gibi gelen bulantılarımı.

Belki bir gün, tam şu anı, trene binme zamanının gelmesini iki büklüm beklediğim şu kasvetli anı düşününce yüreğimin hızla çarptığını duyacak ve ' Her şey o gün, o anda başlamıştı.' diyeceğim. Ve kendimi (geçmişte, yalnızca geçmişte) kabul etmek elimden gelecek belki.

Maria’nin telefonu çaldı; henüz kahve molasının bitimine beş altı dakika vardı. Telefona baktı kimin aradığını görmek için. Yüzünde yaramaz bir gülümseme belirdi, belliki yakın biri arıyordu; pavel, abisi veya annesi. Espirili bir tonda açacaktı muhtemelen; öyle ‘alo’demişti. Ama on saniye içinde yüzündeki tebessüm donmuş; yanakları düşmüş, gözleri dolmuş, ağzından tek kelime çıkmamıştı. Dinliyordu. Telefonun ucundaki kim se; hiç güzel şeyler söylemiyordu belliki. Bir terslik olduğunu anlayıp, su getirmeye gittim. Suyu getirene kadar ağzından tek kelime çıkmamıştı, gözlerini dolduran yaşlar yanaklarından sessizce süzülmeye başlamıştı.  Bir süre sonra peki deyip telefonu kapattı. Suyu uzattım. içti. Bekliyordum, söylesin diye. Nefes aldı, verdi. Ifadesini normale döndürdü. ‘Anneannem’ dedi. Bu sabah evinde yerde bulmuşlar. Holde, kapıya yakın... Tamamlayamadı cümlesini.
'Hayallah!' diyebildim. Çok üzüldüm.
Ağlamıyordu.
hatta sakindi.
'Yaşlıydı epey, bir iki haftadır da hastaydı iyileşemedi demekki. Asıl Annem fenadır şimdi. saatine baktı, telaşlandı hafiften "Aramam lazım, beni idare etsene. Biraz geç döneyim ofise ben' dediğinde üzüntüsünü annesi icin duyduğu endişeyle bastırdığını fark ettim. Kriz ananda soğuk kanlıydı o da benim gibi. Başkalarını düşünmeye fırsat bulabiliyordu.

'Olur tabi’ dedim. 'Birşeye ihtiyacın var mı, iyi misin? kalabilirim istersen.'
'Yok yok gelirim ben de içeri, beni annemle konuşmak geriyor sadece’ dedi.

Ofise doğru yürürken tuhaf hissediyordum.  Herşeyi konuşuyorduk Maria’yla. savaştan, hastalıktan, beğenmediğimiz yönetim şekillerinden, açlıktan, yoksulluktan, mültecilerden, ( çok bilirmişiz gibi) müzikten, filmden, diziden...ahkam kesmediğimiz birşey yoktu.  Hemen hemen herşeyi konuşuyorduk. Ölümden hiç konuşmamıştık. Benim için kolay konuşulacak bir mevzu değildir hiç bir zaman ölüm.

Ölüm üzerine ahkam kesmekten korkarım. Rahatsız eder beni bu, tüylerimi ürpertir. Ölüm mevzubahisse empati kuramam karşımdakiyle. Ne hissediyor bilemem, tahmin yürütemem ve kaçarım. Bu hep böyle olmustur. Bu güne kadar pek çok arkadaşım kırılmıştır bana, yakınlarının cenazelerine katılmadığım için, geç başsağlığı dilediğim veya dilemediğim için. Bilmezler, anlamazlar kendimle ilgili çözemediğim bir durum olduğunu bunun. Bazı insanlar için çok sıradandır ölümden bahsetmek. Bazıları aslını astarını iyice öğrenmek ister. ‘AAA vah vah vah başınız sağolsun hay allah  nasıl olmuş, kaç yaşındaydı, genç miydi? yalnız mı yaşıyordu? Ne zaman haber aldınız? cenazesi ne zaman kalkacak?.... Ben donar kalırım, boğazımda boğulurum, susarım, pısarım.

İşte Maria’yla dostluğumuzda bu aşamaya gelmiştik. Şimdi benim bu ilkel yönümle karşılaşacaktı. Onunla bir kaç dakika içinde yeniden bir araya geldigimizde ne konuşacaktım, nasıl davranmalıydım asla bilmiyordum, hiç bilmiyordum. İçim sıkılıyordu. Ve beynim boştu.  Ölüm kalım üzerine düşünmeye başladım. Kendimi alamıyordum ama zorlanıyordum. Üstelik aile fertlerinden birini kaybetmek başka birşeydi. En son kiminle konuşmuştum hatırlamaya çalıştım. Hatırlar hatırlamaz da canım daha da sıkıldı, kendime utandım.  Barthes’in kitabı geldi aklıma. Onun o  kitabı, aldığım günden beri kitaplığımda durur. İlk cümlesini bile okumadım. Okumadığım tek kitabıdır. Yas Günlüğü. Annesinin ölümünden sonra ölümle ve yasla ilgili yazdığı...abartıyorum diye düşünüyorsunuz belki de ama söylüyorum. Bu benim fobim; yas tutan insanla yalnız kalma korkusu.  Kitap diyorum kitap. yani düşünün, o kadar...

öğle arasına kadar görmedim onu.

öğle arasında kafeterya’ya gittiğimde arkadaki masa’da oturuyordu; Nispeten küçük olan, gençlerin muhabbetinden başımız şiştiğinde veya daha özel şeyler konuşacağımız zaman tercih ettiğimiz 4 kişilik masaya geçmişti. Yanına gitmem icab ediyordu tabi. Bense kafeteryanın girişinde duruyordum. Hala nasıl davranmak lazım onu düşünüyordum. Ne söylesem iğreti duracaktı, çünkü fazla gerilmiş bu yüzden de fazla hazırlık yapmıştım. Hiç doğal bir halim yoktu. Hiç birşey doğal degildi , anneannesini tanımıyordum ki. Maria’yi tanıyor muydum sanki? Iki sene önce Maria diye biri yoktu hayatımda... Zaten iki sene önce onunla ilk karşılaştığımızda bilseydim bugün anneannesini kaybedeceğini, onunla bu kadar yakınlaşmazdım. Düşüncelerimi kontrol edemiyordum bu saçmalıkta ve bu hızla akyorlardı. Ben orada dikilirken Maria beni fark etti ve el etti. ‘Buradayım’ diye kendini gösterdi. Yavaşça  masaya doğru yürümeye başladım.  Masanın üzerinde bir sürü boş yiyecek ambalajı vardı. iki kola kutusu, kenarına ketçap mayonez bulaşmış pizza tabağı vs.
'Kim bırakmış bu boşları?' dedim.
İlk cümlemin bu olmasına kendim de şaşırmıştım.
‘Ben' dedi Maria 'bir saattir yemek yiyorum iştahımı tutamıyorum.’

- Sen mi yedin bunları?
- valla ben yedim.
- abartmışsın
- valla abarttım.
- iyi misin?
- iyiyim iyi.

hakikaten normal görünüyordu. İyiydi. ‘iyi’ dedim ben de bişeyler alayım.
'Hamburger al hamburger!’ diye bağırdı arkamdan. Bana da al.
'Tovbe estafurullah!’ diyesim geldi.

Hamburger hakikaten fena görünmüyordu. Hommade hamburger... içinde karamelize soğan bile vardı. yanında patates kızartması... Hayret nereden esmiş bu öğlen bu menü? diye düşündüm. Ben de uydum şeytana. Bi de kola çektim yanına.

Oturduk bi güzel yedik hamburgerleri. Kafeterya yemeklerinden bahsettik; hamburger menüsünün arada sırada insana iyi geldiğinden, bu Hollandalıların sandviçten başka birşeyden anlamadıklarından, normal kola ile zero kola arasında saglıksızlık açısından hiç bir fark olmadığından , yani o kötü tada deymeyeceğinden filan bahsettik.
Genel geyiğimiz kaldığımız yerden devam ediyordu aynen.
birden durdu.

'Çok cadı biriydi. gerçekten öyleydi, öyle tatlı ninelerden biri değildi, baya baya cadıydı' dedi.
hazırlıksız yakalanmıştım. Tam gevşediğim bir anda gelmişti.
’aynı senin gibi, sen de öylesin’ deyiverdim. Ağzımdan bu cümle çıkmıştı.
bastı kahkahayı çok hoşuna gitmişti.
"çok doğru” dedi.  "Ona çekmişim ben. Annem mülayimdir, sessizdir. En son ziyarete gittiğimde bütün evini temizletmişti bana. üstelik annemin gönderdiği temizlikçi bir gün önce gittiği halde. 'Maria şu mutfak tezgahını bi siliver'le başlayıp balkonu yıkamayla son bulan ziyaretim onu memnun etmiş miydi acaba? Temizlikten pek memnun kalmadığını biliyorum. Gerçi hiçbirşeyden memnun olmazdı o. Mutlu biri değildi. Ama umrunda da değildi.

- Kaç yaşındaydı? dedim.
- 89.
- vay canına.
- degil mi? 89 yıl piyuuuvvv.
- annen?
- o da 71.
- vay be çok erken doğurmuş.
- sen ne diyorsun annem küçüğü; daha teyzem ve dayım var.
-ovvv.  Hayattalar mı?
- evet evet; hepsi orada. Dayım bi ara Atina’ya taşınmıştı da boşanınca geri döndü adaya. Birbirlerinden ayrılmazlar. Gang. komik tipler, hepsi sap.
- gidecek misin cenazeye?
- yok, yetişemem zaten. Akşam abime gidicez Pavel'la görüntülü konuşucaz aile eşrafıyla.  Seninkiler sağ mı?
- büyük anne büyük babalar mı?
- hıı..
- yok hepsi ölü.
-ok.

İşte böyle gelişmişti diyalog. Son derece normal ve medeni bir konuşma olmuştu. Nasıl da güzel idare etmiştim. Ama Maria’nın da hakkını yememek lazım. Ne kolay bir arkadaştı. Onunla herşey su gibi akıyordu. "Iki sene önce onunla ilk karşılaştığımızda iyi ki, 'bu insanın bir gün bir yakını ölür ben  iyisi mi hiç yakınlaşmayım' demeyip samimi bir muhabbet kurmuşum" dedim içimden kendime kıs kıs gülerek.

Ölüm diyorduk değil mi? Ne yazık ki daha yeni başlamıştı; bu konu bizi epey bir süre meşgul edecekti.



“Kentte steril hayatlar yaşayanlar için ölümün keşfedilmesi ancak zorla olur. Doğal değildir, bu yüzden bir tür şok etkisi yaratır. Kötü bir talihtir ölüm.”

Devam edecek...

3 Nisan 2020 Cuma

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #3


İnsan en çok kendiyle ilgilenir; ama bu ilgi bir yönteme dayanmaz ve kendini tanıma sorunu bilimsel bir yolla çözülemezse sonsuz bunalımlar karanlığına düşer birey. Değerini tam bilmeyen kişi, gereksiz yakınmalarla gün geçtikçe daha da bozulur ve çürüyüp gider. Kişisel değeri büyütmek de küçültmek de aynı derecede zararlıdır. Yola çıkmadan önce altından kalkamayacakları bir yükün altına girenler daha işin başında ezilip kaybolurlar; gerçek değerinin çok azını ortaya koyanlar da kısa zamanda tembelleşip bir işe yaramazlar. *

Kesinlikle bir yöntemim var. Zati kendimle ilgilenme yöntemim bu benim: 'çile çekmemecilik' diye düşünüyordum. 
Olric olsaydı...Yoktu henüz.

Buda’nın neferleriyiz; çile bülbülüm çile. Bi yogaya mı dursam?
Shakespeare’nin bir oyunu vardı;  All’s well that ends well. Çok güzel çevirmişler; ‘ yeter ki sonu iyi bitsin’... ayrıca sonsuz bunalımlar karanlığında filan değildim sadece d vitamini eksikliği... Annem WhatsApp call’dan denizi gösteriyor işe yarayacağını düşünerek...     
   



"Bütün değerlerimizi önce yok sayarak işe başlamalıyız. Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelikler olabileceğini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız.” *

not: kendimi okuduğum romanlardan tanıyorum; okuduğumu anlayabildiğim kadar anlıyorum. Hep göreceli, hep durumsal. Okuduğu romanlardan beni tanıyabilen biri beri geleydi, fikir teatisi olurdu.

- anne ben dönücem. 
- nereye?
- oraya.
bir nefeslik ara veriyor, o esnada belki bir açıklama getiririm diye bekliyor sanki. mecalim yok. anlıyor bi tuhaflık olduğunu.
- ne zaman?
- şimdi.
- nasıl?
- arabayla.
- ne diyosun be?
- ne bileyim? tek kelimelik sorularına tek kelimelik yanıtlar veriyorum. 
- hey allam, tövbe estafurullah! Nooluyo? 
sonunda 'neler oluyor?' sorusunu sormak aklına geldi. 
- noolsun iç güveysinden bi tık kötü. Fenalardayım, daralıyorum. Çok sıkılıyorum. Galiba tesisat sorunum da var. Salonun tavanında, üst kattaki duşun altına denk gelen yerde bir lekelenme var, kesin su kaçağı... Hem geçenlerde de sigorta attıydı hani telefon etmiştim ya babama...
- eee?
-anne bunlar nasıl anne tepkileri yeaaa?
- ne dediğini bi anlasam bi tepki vericem de; şu an ambale vaziyette dinliyorum. Neydi o Gunay Usta var diyordun çağır onu baksın. 
-Anne adam marangoz, ne anlar tesisattan? 
-Alevi diyordun anlayan birini tanıyordur. 
-Alevi olmasıyla nasıl bir alaka kurdun şu an?
- e sen demedin mi geçen çağırdığında  gelememiş Nazım Hikmet günü yapıyorlarmış derneklerinde, hatta seni de davet etmiş. 
-eee?
-sen anlamıyorsun. Aleviler sosyaldir; birbirlerini tutarlar. Hele gurbette daha bi başka. 
-Aleviliğe mi geçeyim , ben de mi Alevi olayım diyorsun? anlamadım.
Gülüyor.
-Eşek sıpası sen benimle dalga mı geçiyorsun? 

Anlıyorum tabi anlamasana.. ne düşünerek genellemeler yaptığını, algısının yönünü, nereden geldiğini; taaa nerelere gidebileceğini...bu yargı onda neden var? anı mı bellek mi? yargılarımız kendi istatistiklerimize dayanıyor. Tuhaf. 
- anne burda hiç güneş çıkmıyor yaa....Günlerdir  renksiz ışıksız, bazen sulu zırtlak, yetti canıma.  Ben dayanamayacağım. Döneyim artık diyorum.
- iyi döön....     ne zaman?
şimdi.
- hah başladık yine, hey allam!!! 
-ama sen de tekrara düşüyorsun napiyim?
- E hani dünya üzerinde insanca yaşanacak tek kıta avrupaydı?

bi es veriyor. sigara içiyor olsa bir nefes çekti diyeceğim. 


- Iyi dön ama... ondan sonra trafikte adam önüme kırdı, emniyet şeridini işgal ediyorlar,  yok çöpçü çöpü alırken konteynırın etrafındaki çöpleri yerde bıraktı, komşunun yeni mutfak inşaatı  pazar saat sekizde başladı diye oraya buraya saldırma.

- yok valla yeminle komşunun külüne molozuna ; matkabına muhtacım. O derece. 
- taze bitti canım hepsi kentsel dönüşüme gitti komşuların. Molozları duruyor tabi lazımsa.
-şakacı anne.
- dayan azcık daha aaaa..99. merdivenden inilmez. Bahar geliyor bir iki hafta izin alır gelirsin. Mayısta gel dut yersin. bir hafta geçmeden de ben döneyim dersin. 
annlamıyorsunuz, hiç anlamıyorsunuz. 
- al bak sana azıcık denizi göstereyim.
kamerayı dışa döndürüyor. Artık resmen uzvu gibi olmuş o telefonun bazı özelliklerine nasıl bu kadar hakim olduğuna, onları bu kadar çevik ve efektif kullanışına hayret ediyorum   bazen.  Annem yarı-sayborg gibi bişey.  İşte deniz görünüyor oralarda bir yerlerde, bahçesindeki badem ağacının dallarının ucundan.
- anne nispet mi yapıyorsun? çok bunalıyorum diyorum.
- arabayla gelme, uçakla gel. Tamam mı?
...

I really do!


Kişinin esasen eyleme geçmesi, esasen trompetlerin üflenmesine bağlı değildir. 
Anımsanan şey uzaklara atılabilir, ama tıpkı Thor’un savaş çekici gibi geri döner, hatta bununla da kalmaz bir güvercin gibi anımsanmayı arzular. Evet bir güvercin gibi, her ne kadar satılsa da, kimselere ait olamaz bir güvercin, çünkü o her zaman yuvaya geri uçar.
hafıza ise doğru hatırlamayla yanlış hatırlama arasında mütemadiyen silinir. Örneğin sıla özlemi dediğimiz şey nedir? Anımsanan bir şeyin yad edilmesidir. Sıla özlemi kişinin yokluğundan kaynaklanır. **

Issızlık durgunluk kadar sarhoş edici başka birşey var mıdır? son okuduğum cümleyi zihnimde gezdirerek kitabı kapattım. Gökyüzüne baktım. ağacın dallarındaki siyah kuşlara baktım.  Cümle zihnimin odacıklarından bir başka kapıyı açtı. Edgar Allen Poe’nun kuyu ve sarkacını bilir misiniz? Şu defterde olacak alıntıladığım cümlesi... Olric getiriver bi zahmet; Alexa, sende ışıkları aç be gülüm karanlık oldu.

the blackness of darkness supervened; all sensations appeared swallowed up in a mad rushing descent as of the soul into Hades. Then silence , and stillness, and night were the universe.
Olric çeviriverdi bir çırpıda. 

'karanlığın siyahı sarıvermişti aniden; ruhun Hades’e inişi gibi, haletiruhiye çılgınca bir hızla yutuluyordu. Sonra sessizlik, ve dinginlik, ve gece kainat oluyordu.'  

-bi müzik bişey aç Olric!
- Alexa diyecektiniz efendimiz.
- hay ben sizin hiyerarşinize...

Aaa ne güzel Kaan Boşnak parçası. 




- 7 mart gidiş 15 mart dönüş, nasıl?

- bomba!
-dönüşü açık mı alsaydım Olric?
- en kötü yakarsınız efendimiz.

DEVAM EDECEK...


* Oğuz Atay - Tutunamayanlar
** Soren Kierkegaard - Hakikat Şaraptadır.

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #2



'Hayatımda gördüğüm en antipatik İspanyol bu çocuk olabilir, kıyamam n'olcak bunun hali?' diyor Maria Santiago’yu sigara içme alanında yalnız bırakıp, yeniden içeriye girmek için yürürken. “Nolcakmış?”  diyorum. “Peh!” diyor,  “inandın mı kayak tatili palavrasına?”


Santiago

Henüz yirmili yaşlarda, biraz kanca burunlu, ince yapılı- çelimsiz desek de olur; hem hafif kambur durduğu, hem de bir ayağını yere fazla sürterek yürüdüğü için aslında kendine has bir beden stili var. beğenirsin beğenmezsin... 
Genelde beğenmediklerini söyleyebilirim bizim ofistekilerin. Ha unutmadan; bir de üstüne üstlük dört-göz. Yalnız insanların onu antipatik bulmasının asıl sebebi, yukarıda utanmadan, olabildiğince sığ bir perspektiften sıraladığım fiziksel özellikleri değil tabiki sorsanız.
- Kime?
- Insanlara.
Çünkü insanlar benim kadar sığ değiller hiçbir zaman.
Santiago çoğunun sinirlerini zıplatıyor, çünkü fazla kibirli, çalışma arkadaşlarına suratsız ama sinyırlara kraldan fazla kralcı, ispiyoncu olduğunu da söyleyen var; kılkuyruk olduğunu keza...bazen de kantarın topuzunu kaçırıyor, ufak atamıyor, helak oluyor civcivler doyacaz diye.
Ama kimse asıl hikayesini bilmiyor Santiago’nun.
ben biliyorum.

Santiago henüz çocukken annesiyle babasının arasında soğuk savaş baslamış. Ispanya’nın ortalarında, Madrid yakınlarında bir kasabada yaşıyorlarmış. Anne Belediye meclisinde o zamanlar, baba da avukat. Baba büyük şehre taşınmak istiyor, annenin gözü Belediye Baskanlığında. Santiago’nun gözü bozuk ama kimin umrunda? herkes kendi derdinde. Ancak bir kaç dersten birden çakıp sınıf tekrar etmesi gerekince akılları başlarına geliyor. çok geç tabi; Santiago bir yandan sınıfta kalmış bir yandan dört-gözlüğe terfi etmiş oluyor. Sosyal anlamda ilk tökezlemesi denilebilir. iki lafın belini kırdığı arkadaşları bir üst sınıfta; yenilerini bulayım dese, bizimkinin şansına alttan gelen bebeler acımasız ve zorba.  İyice yalnızlaşıyor ister istemez. 
Ama yazlıkta Kral. 
Costa Brava’da anneannesinin büyük villası var denizin hemen dibinde. Her yaz orada takılıyor paşam. Baba avukat, cepte para.  Hep kendinden büyüklerle, plajda sabahlara kadar botellón. Bunda para, büyüklerde kimlik. Yaz bitince de kös kös okula dönmece mecburen.    
zor bir ergenlik velhasıl.
Lise’yi bitirmeye yakın annesi belediye başkan yardımcılığına yükseliyor. Eş zamanlı olarak babasının gizli ilişkisi patlıyor. Birlikte kaza mı yapmışlar ne... öyle bişey. Bildiğin rezalet! Basın filan... Akabinde boşanma. Annede histeri krizleri. Baba Madrid’e taşınıyor, bizimki de Babanın peşine takılmak istiyor Madrid’de yeni başlangıç yaparım diye düşünerekten;  anneyle papaz oluyorlar. Bir süre Madrid’de tatlı hayat, bol esrar, üniversite hazırlık filan hakgetire. Bir de üstüne kafası iyiyken kallavi bir kaza yapıyor... omurga’da hasar ve bacak kırığıyla 'hadi bununla geçmiş olsun, verilmiş sadakan varmış' diyorlar. 
Bir sonraki seçimde annesi belediye başkanı seçilip muradına eriyor ama babasına beddua etmekten geri durmamış olacak ki; babasının manitası, babasını, burodaki bir avukatla beraber olmak için terk ediyor. 
Şok!
Veya değil. 
Bunlar da tası tarağı toplayıp Londra'ya gidiyorlar. Londra nerden çıktı derseniz; büro bağlantıları filan. Santiago boş gezenin boş kalfası zati, babasına Londra ofisinden iş teklifi gelince hemen atlıyorlar. İlk bir iki yıl fena geçmiyor, pizzacıda iş bulup hayata atıldım kafası bile yaşıyor, kendi parasını kazanıp kız arkadaş bile yapıyor. o derece...
De brexit davaları filan Londra’nın tadı kaçmaya başlıyor. Santiago’nun bu başıboş halleri, manita olmayınca babanın da gözüne fazla batar oluyor haliyle. Önce bi isyanlar misyanlar, anneye yeşillenmeler: ne yazık ki anneden umduğu yeşilleri göremeyince, burnunu sürtüp babaya yalvarıyor;
baba bana okul parası! 

- Ne okuycan Santiago? 
- Roterdam’da grafik dizayn. 
- Sen ne anlarsın grafik dizayndan Santiago? Pizzacı’da mı umut verdiler sana evladım?
- Baba yaa!

buna benzer bi diyalog olmuştur diye tahmin ediyorum baba oğul arasında zira Santiago babasının Hollanda’ya gelme fikrine başlarda pek sıcak bakmadığını  söylüyordu bana o gün. 

O gün

o günden önceki günün akşamı yemek sonrası,  genel,  evde takılıyordum, telefon çaldı. Santiago’nun beni arıyor olması çok tuhaf gelmişti. Yanlışlıkla çevirdi herhalde diye de çalar çalmaz açmadımdı hatta.

Epey bi çaldırınca açtımdı. 

- Hayırdır Santiago?
- iyi aksamlar, rahatsız ediyorum seni ama senden bir şey rica edeceğim. Kusura bakma biraz zor bi durumda kaldım da; yarın marketin köşesine çıksam işe giderken beni de alır mısın?
önce ‘hangi market?’ diyesim geliyor da...doğru ya Santiago bizim buralarda oturuyordu daha önce bi muhabbette geçmişti. 
-alırım araban mı bozuldu?
-arabam kayboldu.
-nası yani? Çalındı mı?
- yo- k- k!!! hani nasıl anlatacağınızı bilmediğinizde ağzınızdan çıkan son kelimenin son harfine bir kaç kere basarsınız, marşa basar gibi...ama gerisi gelmez. öyle olduydu tam da.  
'ee uzun hikaye yarın anlatırım telefonda meşgul etmeyeyim seni?’ deyip işin içinden çıkıverdiydi. 

ertesi gün sözleştiğimiz gibi marketin önünde bekliyordu. 
'Anlat!' dedim biner binmez.
biraz utanarak; ‘biraz utanıyorum, pek kimseye anlatmasan’ dedi. 
‘Aberr!’ dedim, bakarız manasında. Ispanyol’larla ingilizce konuşurken yeri geldiğinde yani birden dilim çözüldüğünde ispanyolca bi söz, deyim filan yapıştırmak pek keyiflendiriyor beni. 
gülümsedi, biraz güvendi de; başladı anlatmaya. 

O Olay özetle şöyle gelişmiş. 
Ofisten Lemy ve kız arkadaşı bunu bahçede brunch gibi bişeye davet etmişler; Bunlar aslında playstation gencliği.
Muhabbet nasıl evrildiyse akşam Belçika’ya gitmek icabetmis; Brüksel buraya arabayla 1,5- 2 saat . Gerisini pek hatırlamıyordu. Içmişler vs işte,  kendilerini kaybedinceye kadar. Sonra da trene binip gelmişler. Ayılınca arabası aklına gelmiş. Yani Bruksel’e arabayla gittikleri. Ne yazık ki nereye park ettiklerini hatırlayamamışlar. Yuh!
Üçü de!
- Çok etkilendim dedim! 
- Lütfen! dedi - aramızda kalsın babında...

Yol boyunca epey ifadesini aldım. İlgimi çekmişti, ben sordum o anlattı. ilgiyle dinledim. Hey gidi antipatik Santiago diyordum içimden. Bak sen şu tıfıla!

Ne diyordu Kierkegaard? 
“Kişinin Kendisi için bir sır oluşturması ne de müthiş birşeydir.” 
Bene vixit qui bene latuit : 'Hayatını saklayan kişi güzel yaşamıştır.'

Santiago’yla ilgili tüm bu detaylara vakıf biri olarak
Maria’nın kapısını açarken; sen bakma ona buna; bu Santiago’nun işlerine akıl sır ermez deyiverdim. 

Anımsamak (erindre) kesinlikle hatırlamakla (huske) aynı şey değildir.

DEVAM EDECEK...