Biraz geç kalmış bir yorum olacağı için bu yorumu bloga taşıyayım dedim.
Özellikle Mithad Selim gibi, denizinde dalgasında, kedisinde martısında, sarışınında kumralında, metrobüsünde vapurunda: bu kadar yumuşak tabiatlı bir insanı delirtecek ne filmi çekmiş bizim Wim Wenders diye acayip merak ettim ve Perfect Days’i izlemek için yanıp tutuştum bütün hafta (Yazıya vuruldum bu arada)
Evet bütün hafta…
çok işim vardı bi sürü dünyayı kurtarıyordum onun için ancak yazabiliyorum.
Wim wenders’la şehir gezmeye bayılıyorum. Adam tam benim kafada. İlk defa gittiğiniz bir şehirde görmeyi planlamadığınız ne varsa onu çekiyor. Sırf bunun için bile onu sevebilirim. Ama onu en çok Buena Vista Social Club’i çektiği icin seviyorum. O bu filmi çekmeseydi ben şu anda bu ben ve burada olmazdım. (Burası kişisel tarihime giriyor dikkate almayınız.)
Ama bu ayrıntıyı veriyorum ki Wim Wenders sinemasına ne kadar subjektif yaklastığımı bilin. Ve fekat, bununla beraber eleştiri olmayan film eleştirisi yazısında Mithad Selim’in ‘bu filmleri seyrederken ne yiyor içiyorsanız…’ çıkışını çok haklı buluyorum. O yazıdaki bir çok şeyi haklı buluyorum ve biraderinin cevaben yazdığı pek çok seyi de çok haklı buluyorum.
Filmi seyrettiğim için de her ikinize de teşekkür ederim ama, bu filmi bazı yerlerine karnımı tuta tuta güldüğüm Mithad Selim’in eleştiri olmayan film eleştirisini okumasaydım seyreder miydim bilemiyorum yani.
Gelelim mevzuya,
film eleştirisi olan bir yazı yazacağım bu noktadan sonra. Spoiler de içerebilir hiç içermeyedebilir bilemiyorum yazının gidişhatını öngöremiyorum. Ama filmi seyredince okursanız daha bi iyi olabilir sanki. Neyse…
Yine aklımda deli sorular.
Wim Wenders abicim sen bu hikayeyi bize niye anlattın?
Niye Tokyo? Niye Tokyo da bir tuvalet? Tokyo’da asgari ücret kaç yen?
Hayata Hirayama’nın perspektifinden bakabilmek, hem o kadar izole/yalnız olup hem o kadar ‘iyi hissetmek’ etrafında dönen yaşamı izlerken; you know what mean 😉 kafasında bir iyi hissetmeden bahsediyorum, hem o kadar dertli olup hem o kadar yumuşak kalabilmek… Bütün bunlar için nasıl bir işte çalışıp kaç para kazaniyor olmak lazım Turkiye Cumhuriyetinde?
Soruyorum çünkü çok yeşilleniyorum bu kafaya ezelden beri.
Soruyorum çünkü ben bu hesabı yapamadım zamanında.
Ve kendimi yollara vurdum.
Güneylere giderim diye planlamıştım ama, kendimi her allahın günü yaz kış demeden sulu zırtlak ağlayan bulutların altında yaşarken buldum. Başını gökyüzüne kaldırdığın anda alnının ortasına şıp diye yapıştırıyor yağmur.
You know what I mean?
15 gün güneş çıkmadığı oluyor kışın.
Yani Wim Wenders abicim ekönömi denen birşey var insan hayatında hiç duymuş muydun?
Hafifleyelim hafifleyelim de nereye kadar? Bütün dünyevi hırslarımızdan vaz geçelim; eşyayı itelim, yemeği zevkten çıkartıp hayatta kalabilme düzeyine indirelim, suyu sabunu haftada bir görelim… Bütün bunlar mümkün, ama bu koşullarda yaşayan birinin kitabı sahafta, müziği spotify’da bulmuş olsa bile, iki satır ‘you know what I mean kafası’ yaşaması mümkün değil Turkiye Cumhuriyetinde. Tokyo’yu bilmem, onun için soruyorum asgari ücret kaç yen diye.
Wim Wenders Alman. Almanya’nın Hollanda’ya yakın bölgesinde büyümüş birisi. Almanya’yı bilemiyorum ama Hollanda’dan çok farklı olacağını sanmam. Hollanda’da vasıfsız işçi olarak, asgari ücretle calışma koşullarını iyi bilirim. Gerçekten insana ‘ben bundan sonra bu rutinde, ne uzayıp ne kısalarak yasar; ve burada, bana yeter de artar bile aşım, kaygısız başım şeklinde ölürüm yea, ‘you know what I mean kafası’ yaşatır.
Sabah yataktan kalkar, sırtına bir sewatshirt bir kot geçirir, recruitment bürosuna gidersin. Ben vasıfsız işçiyim, çalışmak istiyorum dersin. sana iş bulmaları iki gün sürmez. Atıyorum tuvalet temizleme işi mi çıktı;
önce sana tüm techizatını temin ederler, kısa bir tutorial’da işinin içeriğini ve sınırlarını anlatırlar, insan kaynaklarından biri sana işçi haklarını anlatır, güvenlik ve sağlık tipleri verilir maske eldiven vs gibi hijyenine yardımcı malzeme verilir, kullanırsın kullanmazsın o sana kalmış.. ve işe başlarsın. Maaşın istersen haftalık yatar, yani bir hafta sonunda hesabında seni ister kitapçıya ister plakçıya, ister starndart bir restorana götürecek paran olur, yağmura da aldırmazsan, başını gökyüzüne kaldırır, göğe uzanmış dalların arasında tünemiş kuşları fark eder, seslerini duymaya başlarsın, you know what I mean?
Ve bilirsin ki, artık sen istemediğin sürece bu refahını hiç kimse bozamaz.
Bunu eli kalem tutmuş birisi de olsan, bir gün patrona kafan atarsa yapabilirsin. Hocaya bilenip okulu bırakabilir, anana babana delirip evi terk edebilirsin.
Şimdi Wim abi sen diyorsun ki, dünyevi hırslarınızdan vaz geçerseniz ve kisisel izolasyonunuzu korursanız dünyanın neresinde olursanız olun iyi hissedersiniz.
Mi acaba?
Bazen ne düşünüyorum biliyor musunuz?
İnsan yirmili ve otuzlu yaşları arasında birşeyler yaşıyor ve aslında hikayesi o evrede oluşuyor. Çünkü yaşamakla meşgulüz o evrede, bildigin debeleniyoruz. Hikaye budur. Insanın aslında anlatacak hepi topu bir iki hikayesi vardır. Kimimizinki gerçekten enteresandır kimimiz de olanı biteni çok enteresan bir bakış açısıyla anlatırız.
Sinemacılar enteresan insanlardır. Her iki türlüsü de de düşünülebilir onlar için. İyi ki de öyleler. Onun için ekrana yapışıyoruz.
Ama bir nokta var.
Sinemacı o bir iki hikayesinden seçip anlattığında ve bu ilgi gördüğünde ‘sinemacı’ oluyor. Ve o noktadan sonra aslında gerçek hayatla bağlantısı kesiliyor. Yani o noktadan sonra sinemanın içinde yaşamaya başlıyor ve sonra anlatacağı hikayeler hikayenin içindeki hikayeler, fiction’un fictionu gibi. Artık yaşamı sadece tahayyül edebiliyor yaşayamıyor. Çünkü yaşaması gerekmiyor. Bilge Ceylan sinemasında da artık hissettiğim bu. Uzak’ı çeken Bilge Ceylan’ın yaşanmış bir hikayesi vardı. Bugün harika bir sinemacı ama artık yasanmış değil tahayyül edilmiş hikayeler anlatıyor. Bu fena birşey diye söylemiyorum, sadece bu böyle.
Bi Nina Simon dinlemeyelim mi?