26 Mayıs 2019 Pazar

pazar okumaları günün kelimesi ve çok güzel pazar günü parçası




Güneş yükselmişti, gökyüzü temizdi. Kayaların arasına daldım, küçük bir martı gibi bir oyuğun içine sokuldum, mutlulukla açık denize baktım. Vücudumu güçlü , taze ve uysa hissettim, aklım dalgaları izleyerek bir yerde kendisi de dalga oluyor, hiç karşı koymaksızın denizin oynak temposuna uyuyordu.
Sonra kalbim yavaş yavaş hırçınlaşmaya başladı, karanlık sesler yükseliyordu içimde. Kimin seslendiğini biliyordum.Bir an yalnız kalsam, içimde adlandırılmaz isteklerle, şiddetle, dengesiz umutlarla korkmuş bir halde kükrer; kükrer ve benden kurtuluş beklerdi...

Onu duymamak için, çabucak yol arkadaşım Dante'yi açtım; yalnız keder ve kuvvetten oluşmuş içimdeki şeytanı kovmak istiyordum. Sayfaları çeviriyor, rastgele bir mısra, bir dörtlük okuyor, bütün ilahiyi hatırlıyordum; Cehennemlikler ateşten sayfaların arasından bağırarak çıkıyorlardı; ötede büyük yaralı ruhlar çok yüksek bir dağa tırmanmak için çırpınıyorlardı; daha yukarıdakiler, mutlak mutluluk içindeki zümrüt çayırlarda gezinmekteydiler. Kader'in üç katlı korkunç yapısını bir inip bir çıkıyordum; sanki bu yapı benim evimmiş gibi, Cehennem , Araf ve Cennet'i kolaylıkla dolaşıyordum. Doğa-üstü mısralar üzerinde gezinerek acı duymakta, durup sevinmekteydim.

Dante'yi kapadım, uzak ufkabaktım. Bir küçük martı, karnını dalgaya dayadı, vücudunu büyük ve serin hazzın içine salıverdi. Güneşte yanmış, çıplak ayaklı bir oğlan deniz kıyısında belirdi; sevdalı madinadalar söylüyordu; bana öyle geldi ki; oğlan bunların acısını anlıyordu, çünkü sesi, kısık horozlarınkine benzemeye başlamıştı bile...
Yıllar yüzyıllar boyunca, Dantenin de yurdunda şarkılarokunmuştu. Ve nasıl sevda şarkısı erkek çocuklarını aşka hazırlıyorsa, ateşli Floransa şarkıları da İtalyan gençlerini ulusal savaşa ve özgürlüğe hazırlıyordu. Hepsi yavaş şairin ruhunu alarak tutsaklığı özgürlüğe çeviriyorlardı.
Arkamda bir gülme duydum. Birdenbire Dante'nin doruklarından aşağı yuvarlandım. Dönünce arkamda bütün yüzüyle gülen Zorba'yı gördüm.

Aleksi Zorba- Nikos Kazancakis 



Madinada : Aslının eski Venedik dilinde Matinada denilen yas şarkıları olduğu ileri sürülen bir çeşit halk şiiri. Girite özgü, genelde Lavta ile çalınan müzik üstüne okumalar gibi... Rap'in babası da denilebilir. 
şurada bir örneği var:



21 Mayıs 2019 Salı

Sonra bir de Uğur GALLENKUŞ diye bir adam var böyle kolajlar yapıyor !












projenin adı Paralel Evren; Google'layınca daha bisürüsü çıkıyor. instagram sayfası da varmış.

19 Mayıs 2019 Pazar

re re re ra ra ra!

Yine saçma sapan bir lig sezonu oldu. Allah biliyor, Başakşehire kendi sahamızda kupa kaldırtcaklar diye aklım çıktı. Öldüm öldüm hala kendime gelemedim tam,dirildim diyemiyorum.
Ama ne maçtı? Kaç gol attık sayamadım. Artık bu maçı da hakemle aldınız demezler herhalde. Yine de işte söylüyorum bu takımdan hiç haz etmedim bu sezon. Gönlümdeki cimbom bu değil kesin.
Hoca kaç maç tribünde kalcak bu sefer acep?  Bu arada hep beraber çıkmayı nasıl başarıyorlar onu hiç çözemiyorum. Hocayı görünce Hasan Allahın emri diyorum da Necatisine kadar tüm kadro pes... Çok komikler yani. Bu kaçıncı be kardeşim bi tecrübe kazanır insan o an gelince biri yerine oturur değil mi ama yok! Cümbürcemaat girecez olaya illa. Neyse öyle veya böyle şampiyonluk pek yakışır cimboma hayırlı olsun diyelim. Bu lige çok bileyiz.

12 Mayıs 2019 Pazar

bu Lichtenberg beni öldürecek;

size daha önce de bahsetmiştim elime geçen Lichtenberg aforizmaları kitabından,  tam şurda:
https://justdriftingaround.blogspot.com/2019/04/aktarmal-okumalar-2.html

Okuduça daha da ilginç buluyorum bu adamı. Bazılarına aforizma da denmez, olsa olsa düşünce balonu. Yazık twitter çağına yetişseymiş fenomen olurmuş.
İlahi Lichtenberg sen çok yaşa!

Aforizmalar:

(52)
iç huzura , hiç bir görüşü olmamak kadar iyi gelen bir şey yoktur.

(143)
İçmek, insan 35 yaşına gelmeden içmiyorsa, çoğu okurumun sandığı kadar kınanacak bir şey değildir. Bu yaş aşağı yukarı, insanın hayatındaki labirentlerden çıkıp, gelecekteki yolunun açık bir biçimde önünde uzandığını gördüğü düzlüğe adımını attığı zamandır. Bu yolun doğru olmadığını ancak o vakit görürse üzülür; başka bir yol tutması içinse , eğer gayet ayağına çabuk biri değilse, pek geç olmuştur. Bu keşif bir huzursuzluğa yol açmışsa şarap, beş altı bardak, veya Horatius'un spes dives'i kadar içildiğinde , mucizeler yaratır; insana kaybettiği konumunu kazandırır, zihin sistemi her şeyi en hoş tarafıyla görür, görüşünü tıkayan ne varsa ruh oraya dalıp gözün kuvvetlenmek, ruhun en hoş biçimde doymak için isteyebileceği renklerin, en safından pembe veya en canlısından yeşil bir ışığın aydınlattığı en güzel manzaraları ortaya çıkarır.

(6)
uzun bir mutluluk daha sırf süresi yüzünden kaybeder.

(323)
Bir kral olaydım da kıt yeteneklerimle Büyük L. diye çağrılaydım. (ahahahahahaha :D!)

(342)
söyleyin burun kıvırmanın burun silmeden önce öğrenildiği bir ülke daha var mıdır Almanya'dan başka?

(174)
Papa'ya sakal takmak, reform bu mu?

(132)
zaman zaman sekiz gün boyunca dışarıya çıkmayıp alabildiğine keyif içinde evde oturduğum oluyor; bir emir verilseydi de aynı süreyi evde mahpus geçirmem gerekseydi hasta olurdum.

(51)
Kimi ülkelerin esenliğiyle ilgili kararlar oyların çoğunluğuna göre verilir, oysa herkes itiraf eder ki, iyi insandan çok kötü insan vardır. (KAPAK!)

(216)
jüponu kırmızı-mavi geniş çizgiliydi ve bir tiyatro perdesinden yapılmışa benziyordu. En öndeki yer için çok şey verirdim, ama oyun oynanmadı. (bak bak bak, teşbihlere gel! çapkın Lichtenberg :D )

(399)
Yas tutan genç dullar niçin o kadar güzeldir? (inceleme konusu)
(tipe bak bi de inceleme konusu diye parantez açmış :D!)

(557)
Şunun açıkça farkına vardım : çoğu zaman , yatarken aklıma gelen bir fikir , ayakta dururken aklıma geldiğinden farklı oluyor, hele pek bir şey yememişsem ve yorgunsam. (Ne desem bilemedim gerçekten!)






çok güzel pazar cover'ı hem de anneler günü

11 Mayıs 2019 Cumartesi

alıntı

"Bolca boş zaman var. Kendimi hazırlamadığım şeylerden biri. Doldurulamayan zaman miktarı, hiçliğin uzun parantezi. Beyaz gürültü gibi zaman. Keşke birşeyler işleyebilseydim; örme, dokuma ne bileyim elimle yapabileceğim bir şeyler işte. Canım bir sigara çekti. Sanat galerilerinde dolaşırken gördüğüm 19. Yüzyıl tablolarını hatırlıyorum;  tüm o harem takıntısı...düzinelerce harem tablosu, divanlarda sere serpe yayılmış şişko kadınlar, başlarında örtü veya kadife başlıklar, tavus kuşu tüğleriyle serinlerken harem ağaları arkalarında nöbet tutuyor. Aslında hiç orada bulunmamış adamlar tarafından çalışılmış oturan vücut çizimleri... Bu resimlerin erotik olduğu düşünülürdü, ben de öyle olduklarını düşünürdüm oysa şimdi anlıyorum tam olarak neyle ilgili olduklarını. Bu tablolar durdurulmuş yaşamla, beklemeyle, kullanımda olmayan nesnelerle ilgiliydi. Can sıkıntısını resmeden tablolardı onlar. Ama belki de erotik olan can sıkıntısıydı. Özellikle de kadınlar erkekler için can sıkıntısı çektiğinde..."
Handmaid's Tale/ Damızlık kızın öyksü - Margret Atwood.

8 Mayıs 2019 Çarşamba

5 Mayıs 2019 Pazar

Günün sözcüğü; kenopsia



KENOPSIA: Geride bırakılan mekanların tekinsizliği

Etimoloji: (Yunanca) kenosis : boşluk + opsia : görüş

METİN:

Taşınırken tüm eşyalar evden çıktığında hissedersiniz; bir mekanın nasıl boş hissettirebileceğini...
okul kapandıktan sonra koridorda yürürken veya haftasonu karanlık bir işyeri katında;
sezondışı lunaparkta... genelde cıvıl cıvıl yaşam dolu olan bu yerler şimdi nasıl da terkedilmiş ve sessiz.

pek çok anınızın hala durduğu yerde duruyor olan mekanlarda geçtiğini unutmak kolaydır. Duvarlar hemen hemen hiç değişmemiştir. Hatta bazı aynı insanlar hala oradaymış gibi, yokluğunuzda da orada olmaya devam etmişler; oysa aslında o sizin bildiğiniz dünya ve hatırladığınız insanlar siz taşındıktan sonra aynı kapılardan geçen bir sürü başka insanla yer değiştirmiştir.

Anıları hatırlamak, kurmak için onca zaman harcadığınız hayattan bir anda ayrılmamak için etrafta dolanmaya çalışırsınız; bu oyalanmada dünyanın da size eşlik edeceğini umarak...Ama nihayetinde eşyalarınızı toplayacak ve evin içinden son kez geçip gideceksiniz.

ve siz ayrılır ayrılmaz, bir gün bile beklemeden bir başkasının yeni evi olmaya başlayacak. Kendi anılarıyla doldurulacak boş bir tuval, taze bir boya katıyla inşa ettiğiniz hayatı satın alan kişi ekolardan başka birşey bırakmayacak. Oda boş değil hiper-boş kalmıştır, toplam nüfus ekside... sakinleri öyle bariz şekilde yoklar ki neon ışınları gibi parlıyorlar. Belki de bu yüzden hayaletlere inanma eğilimindeyizdir.Belki tüm bunlar bir fantezi.
anılarımız öylesine güçlüymüş ki duvarda izi kalıyormuş; başkasına birşeyler ifade edebilecek ve boyayla kapatılamayacak kadar güçlü olduğuna dair bir fantezi...
İstediğimiz burada geçirdiğimiz zamanı işaretlemek,
odaları doldurup hatıraları hayatta tutmak.
Ve eğer evlerimiz ele geçirilirse (cinler periler tarafından belki)
bu ancak biz ele geçirdiğimiz içindir. (o cinler periler de bizizdir)
sanki gerçekten bitmemiş/yarım kalmış bi görev varmış gibi.





3 Mayıs 2019 Cuma

Drifter iftiharla sunar; Tarifsiz kederler sözlüğü!!!

Grafik tasarımcı John koenig'in "Dictionary of obscure sorrows" projesine bir demet papatya... Çünkü tarif edemediğimiz duygularımıza tercüman oluyor. Çağımız insanının çeşitli tripleri üzerine kafa yormuş sağolsun; henüz bir kelime ile ifade etmediğimiz ama bu kafa için bi kelime olsa, cümle içinde kullanırdım diyeceğiniz triplere üşenmemiş şairane bir tonla müthiş görsel tanımlar yaratmış.

İlk sözcük şey için...;  Hani herşey çoktan olmuş bitmiş, yapılmış, okunmuş, yazılmış, çizilmiş, gezilmiş, gelinmiş, aranmış bulunmuş, beğenilmiş; size de yapacak pek bişey kalmamış gibi geldiğinde yaşadığımız sendrom için.


ETYMOLOGY: From Swedish vemod, "tender sadness, pensive melancholy" + Vemdalen, the name of a Swedish town. Swedish place names are the source of IKEA's product names—the original metaphor for this idea was that these clichéd photos are a kind of prefabricated furniture that you happen to have built yourself. As a side note, the umlaut isn't proper Swedish, but I liked the idea of a little astonished face (ö) sitting in the middle of the word.


İkinci kelimemiz ise; 
İnsanın tüm yaşamı boyunca aslında hazine arar gibi anlam aradığı ve bi'an bulur gibi olduğu o an yaşadığı kafa için yaratılmış;


ETYMOLOGY From Latin, it's a play on the word "albedo," which is a measure of light reflectivity. "Ambedo" is the opposite, a measure of how much you absorb the world.


29 Nisan 2019 Pazartesi

Drifter'ın düşünce balonu

Kim yahu bu adamlar? İlk 11'de galatasaraylı futbolcu diyebileceğim bi Muslera var. Gerisi daha dün gelmiş ne idüğü belirsiz tipler... En parlak oyuncumuz gidici zaten. Bu nasıl Galatasaray, içinde bir tane numunelik Türk olmayan takım olur mu allasen? Ayrıca Fatih Sultan Terim bu arkadaşlarla nece konuşuyo mesela? Yok hiç sanmam ki şampiyon olsun bu takım. Çok zor , çok saçma olur yani.
O Diagne'ye de sinir oluyorum. Belhanda dan bile daha çok sevmiyorum.

Drifter's pick! Scrabble reklamlarına bittim!








27 Nisan 2019 Cumartesi

'konings-dag' kafası



bugun burda kral gunü;  yani kralın doğum günü!  27 nisan aklınızda olsun. Bu tarihte Hollanda'nın herhangi bir yerine yolunuz düşerse başınıza acayip şeyler gelebilir.  Parti canavarıysanız 26'yı 27'ye bağlayan gece özellikle Lahey/the hague ve Amsterdam'da deli partilere denk gelebilirsiniz.  Alışveriş canavarıysanız bütün haftasonu heryer bit pazarı, yok pahasına... akşama doğru satıcılar tüm gün bira ve benzeri şeyler içmekten hesap yapamaz hale geldiklerinden  pazarlığı hiç uzatmadan "ammman al gitsin dükkan senin diyiveriyorlar."
Ben gideyim o zaman kahvaltıda kralın beleş cupcake'lerinden kapayım..

  

25 Nisan 2019 Perşembe

günün tablosu ve bir alıntı ; Las Meninas üzerine


Theophile Gautier, Velazquez'in Las Meninas 'ını ilk kez gördüğünde , 'tablo nerede?" diye haykırmaktan kendini alıkoyamamıştır.
İlk bakışta , tablo basit bir konuyu işlemektedir. Kralın beş yaşındaki kızı infante Margarita, nedimeleri (las meninas) ve soytarılarıyla çevrelenmiş olarak tablonun ortasındadır. En dip tarafta , saray nazırının silueti görülmektedir ama biraz daha yakından ve daha dikkatle bakılınca , tabloda başka kişilerin de olduğu fark edilmektedir. Dip duvarın üzerinde bir ayna vardır ve aynadan İspanya Kralı IV. Felipe ve Avusturyalı kraliçe Maria-Anna'nın görüntüleri yansımaktadır. Ve ressamın bizzat kendisi, üzerinde çalıştığı tuvalde bize ters dönmüş olarak görülmektedir. O halde, resmi yapılan kimdir, kimlerdir? Tablonun adının belirttiği gibi , nedimeler mi, küçük prenses mi, yoksa Kral ve kraliçe mi? Tablonun mekanı nerededir? Ressamın çalıştığı atölyede mi yoksa Kral ve kraliçenin bulunduğu yerde mi? Acaba iki tablo mu vardır? Biri gördüğümüz diğeri de görmediğimiz ama yapıldığını anladığımız. Asıl tablo hangisidir? Öte yandan kral ile kraliçenin durdukları yer, aynı zamanda bizim de , seyircinin de durduğu yerdir. Las Meninas , bakanın bakılan olduğu ve tablonun kişilerinin arasına katıldığı tek resimdir. ayna kral ile kraliçenin görüntüleriyle birlikte bizimkini de yansıtmak durumundadır. 



Böylesine bir tablo , bilgiyi bir kerede ebediyete kadar verilmiş sayanları, eğer anlarlarsa , altüst edecek bir ele alış tarzına sahiptir. Bilginin bayrak yarışı gibi birikimli ilerlediğine inanan kişiler bu tabloda sadece nedimeleri göreceklerdir. 

Mehmet Ali Kılıçbay,  1993   (Kelimeler ve Şeyler ; İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi  - Michel Foucault   sunuş yazısı'ndan)


18 Nisan 2019 Perşembe

Turbo demokrasi modu: 'bişey' kafası


"Hiç birşey olmasa bile kesin bişey olmuştur biz farkında değilizdir!"

15 Nisan 2019 Pazartesi

13 Nisan 2019 Cumartesi

Beckett'in Gigi ve Dodo'sundan önce Kont'un Körleri vardı.

Dün gece müthiş bir tiyatro deneyimi yaşadım anlatmam lazım. 

Ben bu yeni interaktif tiyatro performanslarına soğuk bakan biriyim. Geleneksel tiyatro severim. Sahneye, belli bir mesafeden, mümkünse orta sıralardan, acık da tepeden bakmayı severim. İzlerken görünür olmak istemem, kalabalığın içinde, karanlıkta, statik, edilgen olmak isterim, hipnotize olmak isterim vs. 

Ama Maeterlinck dediler dayanamadım. 
Maurice Maeterlinck biraz unutulmaya bırakılmış aslında çok mühim bir Sembolist şair ve tiyatro yazarı. Belçikalı, Ghent doğumlu. (Bu Ghent de bu sıralar sürekli karşıma çıkıyor yakınlarda ziyaret edeceğim.)

Çok enteresan bir kişilik. Hem Nobel edebiyat ödülü sahibi hem de intihalci (bildiğin daktiloya çekmiş Afrikalı bir yazarcağızın kitabını).  Bi' de Kont! üstüne üstlük. 
Ama şunu söylemeden geçemeyeceğim özellikle dün yaşadığım tiyatro deneyiminden sonra...
Maeterlinck'in  'Les Aveugles' /The Blind' yani  körleri olmasaydı  Beckett'ın Godot'su Gigi ve Dodo'yu o kadar bekletmeye cüret edebilir miydi bilemiyorum. 

Sembolizm kilitse statiklik kaçınılmaz.

Statik tiyatro herkesin koşa koşa gittiği bir tiyatro türü değil elbet. Onun için dünkü performansı buradan bir kez daha imrenerek tebrik ediyorum.  

önce oyundan genel olarak bahsedeyim. 

Yaşlı bir Rahip kilise himayesinde yaşayan bir grup kör insanı doğa yürüyüşüne çıkarır. Ormanlık alanda bir tepeye ulaşırlar. Tüm bunlar aslında oyun başlamadan olmuştur. Oyun başladığında rahip ortada yoktur. Sadece nerede olduklarını bilmeyen bir grup kör insan vardır; Onların, nereye gittiğini ve ne zaman geleceğini bilmedikleri rahibi beklerken yavaş yavaş artan endişeli diyaloglarıdır oyun. 

Gelelim dünkü performansa. Tiyatro diyemiyorum çünkü öyle birşey değildi. Private tiyatro partisi filan gibi birşeydi. 15+1 ( çift sayı olsun diye komiğime gitti bu ayrıntı) kişilik seyirci kontenjanı var. 1 ay oynanacak.  

Kapıda Rahip karşılıyor bizi Kahverengi rahip kostümlü biri. Değneği var. Kapıyı açınca salona giriyoruz. Koltuk yok. sahne de yok, yani öyle bir ayrım yok diyelim. Ve karanlık. Sadece kare salonun bir duvarında boydan boya bir projeksiyon perdesindeki loş orman manzarası  içeriyi aydınlatıyor. Sanki hava kararmak üzere yıldızlar yeni belirginleşmeye başlamış. Rasgele serpilmiş bir sürü kaya görünümlü tümsek var  baya baya ağaç görünümlü ahşap sütunlar var salonda. Girer girmez olmasa da bir iki dakika içinde ormandaymışız hissine alışıyoruz.Bize mihmandarlık yapan Rahip konuşmadan eliyle istediğimiz yere oturabileceğimizi işaret ediyor.  Kimisi tümseklerin üstüne tünüyor kimisi ağaç sütunlara  yaslanıp yere oturuyor. Sadece nereye dönük oturacağımızı bilmiyoruz. Herkes yerini belirlediğinde Rahip elinde göz bantlarıyla yanımıza geliyor ve teker teker gözlerimizi bağlamaya başlıyor. Bununla kalsa iyi. Bağlama işi bittikten sonra kulağıma eğildi ve benimle gel dedi. beni kaldırdı birlikte biraz yürüdük ve beni başka bir yere oturttu. Salonun içinde farklı bir tümsek. 'Sonra istersen oyun başladıktan sonra başka bir yere de geçebilirsin. oturmak zorunda değilsin, yürüyebilirsin, ayakta durabilirsin, şimdilik burada biraz bekle' dedi. 
Bunu teker teker diğerlerine de yaptı. Böylece oyun başladığında salonun neresinde oturduğumu yakınımda kim olduğunu bilmiyordum. Yani hepimiz körleştirilip bir salona bırakılmıştık. 
Epey bi sessizlik oldu. Kimse konuşmadı bir kaç dakika. Sonra başkalarının da salona girdiğini duydum. Oyuncular olmalı diye düşündüm. herkes yavaş hareket ediyordu. Sonra biri 'sorry can I say something?' dedi. sessizlik oldu. Kimse cevap vermedi. O bişey söyleyebilir miyim diyen erkek sesi tekrar 'Priest, sir!!' diye seslendi. Yine hareket olmadı. Sustuk öyle. Bir iki dakika daha geçti galiba. Öyle duruyoruz çıt yok, artık herkes hangi hülyalara daldıysa; bekliyoruz oyun başlasın diye.   

Oyunun ilk cümlesi
Is he not coming back?

şimdi size şu linki tavsiye ediyorum. 


Gözlerinizi kapatıp dinleyin neden bahsettiğimi anlayacaksınız. 

Bu arada Maeterlinck'e devam mahiyetinde;
üzerinde sahne tasarımcısı illüstratör Otto Reigbert'in illüstrasyonunun olduğu şu kitap pek okunası! 
 
 
  

   

  

10 Nisan 2019 Çarşamba

Kravitz forever!

Maria'yla 20 cent'e Lenny kravitz best of cd'si bulduk  işe giderken arabada sesi sonuna kadar olmasada epey bi açıp üç parçayı döndür döndür dinliyoruz.
Thinkin of you
Are you gonna go my way
Cant get you off my mind.





8 Nisan 2019 Pazartesi

7 Nisan 2019 Pazar

Aktarmalı okumaları #2

Poetry dergisi 1919, ekim sayısında yayımlanan Wallace Stevens'ın şiiri; 'The Indigo Glass in the Grass'

ÇİMLER İÇİNDEKİ CAMGÖBEĞİ ŞİŞE
Hangisi gerçek-
çimler içinde bu camgöbeği camdan şişe mi,
Yoksa sardunya saksılı peyke, lekelenmiş şilte ve güneşte kuruyan tulum mu?
Hangisi gerçekten içine almış dünyayı?
Hiç biri, ya da ikisi birden.

çeviri: Talat Sait Halman 




okumayı özlediklerim oluyor
gibi yazıyorum kendime...
-hani ıssız yolda yürürken kendine fıkra anlatıp kahkaha atan adam fıkrası var ya; arada elini sallıyormuş'geç allasen' der gibi. Ardında yürüyen adamın dikkatini çekmiş, yetişip sormuş; 'kahkaha atmanızı anladım da o arada yaptığınız el hareketi ne?' diye; ' eh bazen bildiklerim denk geliyor' demiş.
inoportuno

o günün kelimesi paraketa'ydı ve ben bu kelimeyi Sait Faik'in bir hikayesinden hatırlayıvermiştim birden!

otoparkta boş park yeri bulmak için kubera mudra. 

Barefoot in the park -James Blake feat. Rosalia  güzel parçaymış.

Sahaftan kitap almayı özlüyor insan gerçekten! Ah bir de aforizmalar olunca... lotarya çeker gibi aç hangi sayfasından istersen oradan yürü...

Lichtenberg'in Aforizmaları (Dost Kitabevi /2000 Ankara) çev: Tevfik Turan
okudukça garipsediğim bazı çıkarımlar... Enteresan.

- Şiddetli hırsla şüpheciliği bir arada gördüğüm çok olmuştur.  (benim de bir kere görmüşlüğüm var!)

- kastettiğiniz insanları pekala biliyorum: Zihinden ve teoriden ibarettirler ve bir düğmeyi bile dikemezler. Safi kafa , bir düğme dikmeye yetecek kadar olsun el yok!  (müthiş tespit çok güldüm!!!)

- insanların hala katakullilerle yönetilmesi gerektiğine göre , dünyada her şey yolunda olamaz.
(yönetildiği veya yönetilebildiği değil yönetilmesi gerektiği... ifade çok manidar)

- okuduğunun sana hükmetmesine izin verme, sen ona hükmet!

-  Çok hoştur , yabancı bir kadının dilimizi konuştuğunu ve güzel dudaklarından hatalar döküldüğünü işitmek. Erkeklerde bu böyle değil !  (hehe yalan mı?)

- yazmak her insanda uyuyan sistemi uyandırmak bakımından mükemmeldir; ve yazan herkes de , yamanın içimizde olduğu halde daha önce açık seçik farkına varmadığımız bir şeyi uyandırdığını fark etmiştir.

- şimdilerde Fransızların o kadar sık kullandığı organizasyon kelimesi pekala bilim meselelerine de uygulanabilir. İnsanın bildiklerini organize etmesi için hipotezleri ve teorileri olmalıdır. yoksa herşey bir moloz yığınından ibaret olur.

- Rousseau der ki; sadece kendi anne-babasını tanıyan çocuk onları da tanımıyor demektir.

- Bence her fırsatta vazife icabı espiri yapmadan duramayanlardan daha berbat bi insan türü yoktur.

-Her fikir erkeği dişisini buldu. Ama onun kafasındaki fikirleri ya safi erkek, ya da safi dişiydi herhalde. Çünkü hiç yeni bir fikir doğmadı. 

- Türkler kuru yoldan sarhoş oluyor, afyonla. (ahahahah bu nasıl bi tespit yahu?)

- Altın bir kural: İnsanları görüşlerine göre değil , bu görüşlerin onları neye dönüştürdüğüne göre değerlendirmeli.

.
.
destination:

.



31 Mart 2019 Pazar

Aktarmalı okumaları #1


Şimdilerde bi durup düşünmeye vakti olmayan (muhtemelen durursa, la boom!) drifter’ın bir aktarmalı uçuş esnasında ‘Aynalı Denemeler’i okurken kendini düşünür bulmuş gibi yapması üzerine notlar:

Ece Ayhan aşkımı hiç sorgulamadım sorgulamam. İlk dizede aşk benimkisi…  Ece Ayhan’ın Nilgün Marmara aşkını hiç sorgulamadım sorgulamam. (Aşk sorgulama huyum yoktur zati) demiş ki: ‘Ben, Nilgün Marmara’yı İskenderiye’li , stigma’lı çentikli bir arkadaş sayıyorum.’

“Aydınlıkta köhneliği belirginleşen ve kentte ve konutta hiç bir şey neyse ben oyum. Öylesine bağsız ve yeğniyim ki bu hafifliğin şiddetinin bedelini bir gün öderim diye düşünüyorum.” (Nilgün Marmara- Canım Sıkıntı Sınırı şiirinden)

Eduard Munch- La danza de la vida (1899)

Kanat üstü cam kenarına denk gelmişim, kanadın ucunda kanatlı at’a güneş vurunca pegasus’un logosunun hoş olduğunu düşünüyorum. Sonra aşağıya bakıyorum. Dağlar boyutsuz. Cama yansıyan aksimde bir düşünce balonu oluşuyor, tacımın hemen üstünde. “Ön bahçede barbekü partisinde kemikleri sıyırırken dünyanın bir de arka bahçesi olduğunu bilmeyenler, bilip de bilmezden gelenler, bilip de bilmeyenlere anlatanlar, bilse de oraya hiç çıkası gelmeyenler, bi vesileyle çıkıp, çıkar çıkmaz hemen içeri geri kaçanlar…bir de arka bahçedeyken üstüne kapı kapananlar var.  intihar için hep bir sebep bulunur, yaşamaya sebep çoğaltmak lazım.”

Mehmet Irgat: To ma masi to muni; ahbarın gıdın gıdın gıllangur! (son şiirler s. 17) sanırım ilki rumca ikincisi Ermenice sinkaf küfürleri ama yine de bana ‘akılötesi bir dil’in parçaları gibi geliyor.

Ayıptır söylemesi Rimbaud” bölümü 1992 Beyaz

Tom Wilson kellet – ıts only you i talk to all day.

Özgünlük amuda kalkmak değildir bölümünde; “Çanakkaleli melahattan bakarsak sivil tarihi daha iyi alatabiliriz cümlesiyle başlayan paragrafı okurken uçak türbülansa girdi, Melahat’in memeleri sallandı.

Gülin Tokat – Ece Ayhan muhabbeti:

EA: “Ben sıkı sinema diyorum.
Sıkı şiir deyince akla şunlar geliyor: Pound, eliot, Dylan Thomas, Cemal süreya, ismet özel…
Yani şair sinemacı Tarkovsky! (…kara sinekler gibi üşüşmüşler Tarkovski’ye… uzak duruyorum… oysa … ivanın çocukluğu filmini bizim altın saçlı Nahit hanım  bile hatırlıyor.)
Acaba Jim Jarmush bir Jean vigo olabilir mi?
Jim Jarmusch’un Türk sinemasında bir karşılığı olmasını isterdim. “
Gülin Tokat da iyi ama kim görecek ? diye soruyor bunun üstüne…


Kim kimin sureti’nde
İlhan Berk – Madonna
Edip Cansever – Muazzez Abacı
Kendisi –Rasputin
Kim Yves Montand bilin…

Mehmet Fuat’ın maestro olduğu dinar bandosu’nda alt metin ne ola ki?

Neyse İ’geceler Bay Attila İlhan. Bekleriz. (Ay hiç kin tutmuyor, La lune ne garde aucune rancune)

Uçak inişe geçerken bizim Mithad Selim’e bir selam çakıyorum, iki senedir uğramadığım istanbul’u bana update etmişliği için; metrosundan metrobüsüne,  kuş cıvıltısından, inşaat gürültüsüne, vapurunun denizin üstündeki köpüğüne kadar… kıyılar mutedil, yabancı hissetmiyorum.



13 Mart 2019 Çarşamba

Marieke teyzenin plaklar

üç sene geçti, neredeyse dört sene dolacak buradayım, hala bazı tipleri ve tripleri aklım almıyor bu memlekette. Bana sorsanız nedir olayları diye; recycle ve charity diyebilirim. Mütemadiyen bi' geri dönüşüm kafası. Hiç birşey asla atılmıyor, illa değerlenecek. Adım başı charity shop var küçücük kasabalarında bile. "Kringloop-winkel" diyorlar. Güya eskici ama girince kendinizi kaybediyorsunuz.  Bu dükkanlar eskiyen eşyalarınızı gelip evinizden bedavaya alıyor, değerliyor ve çok cüzi bir fiyata dükkanda tekrar satışa çıkartıyor. Böylece işsiz güçsüz bile belli bir yaşam standardına sahip olabiliyor. Öğrenci mesela, evini adam akıllı döşeyebiliyor; hiç bir çocuk oyuncaksız kalmıyor bu memlekette. Bu dükkanlardan  kazanılan  para ise ya kiliseye ya da çeşitli yardım kuruluşlarına aktarılıyor. Bu dükkanlar gönüllülerle işi döndürüyor. Emekli nüfusun % 90'ı  bunun gibi gönüllü işlerde çalışıyor. (çok sinir bozucu değil mi?)   Sonra devletin sosyal yardım yaptığı bir grup var.  Onlar da haftada belli bi miktar saat bunun gibi gönüllü işler yapmak zorunda. (zorunda ve gönüllü pek olmadı aynı cümlede ama Hollanda böyle biyer, seve seve zorunluluklar ülkesi)
Bi de Maria (yunan arkadaşım) ile ben gibi işgüzarlar var - az işimiz varmış gibi hemen burnumuzu soktuk. Haftada bir gün kringloop'da değerlemeye yardım ediyoruz. Özellikle plak, kitap, kaset, vintage eşya filan gibi şeyler. Plaklar 1 ila 3 euro arasında fiyatlanıyor. Çoğunlukla Hollandaca oldies (fena), arada güzel jaz plakları çıkmıyor değil , epey bi bölümü de klasik müzik plakları . Bu toplum epey klasik müzik dinliyor(!) onu anladık.  Böyle antoloji filan gibi olanlar denk gelirse 5-6 eur'a çıkabiliyoruz.  
Kitaplar 50 cent 1 eur civarı. Sanat kitapları filan olursa  max 2 euro fiyatlama yapabiliyoruz.  Hepsini kendime alasım geliyor ama yasak. 

Geçenlerde bir telefon geldi 1943 doğumlu Marieke teyze vefaat etmiş; dükkanın sahibi gibi takılan Roy bizden rica etti; oğlu bazı kitap ve plakları ayırmış, onları gidip alabilir misiniz dedi. Maria'yla atladık gittik. Giderken de bu angarya işi niye bize yükledi bu Roy diye biraz bozulduk, ama ikimizin de unutmayacağı bir deneyim oldu diyebilirim. 
Marieke teyze - nur içinde yatsın- çok acayip bir kişilik çıktı, keşke yaşarken tanısaymışım dedirtti. şu aşağıdaki fotoğrafa bakarsanız anlayacaksınız.


   
  Marieke Teyzenin ardında bıraktıklarından benim seçtiklerim...

  Bir James Joyce külliyatı, bir Hemingway...

plaklara gelince ; Nat King Cole, Mamas & the papas, Barry white,  Andrew Sisters, Joan Baez, Boney M, Simon & Garfunkel'ın boxer'la başlayan konser kaydı...
Ve Maria'yla ikimizi aynı anda şoka sokan Zülfü Livaneli-Maria Farantouri plağı.  

garip tesadüfler, hayat işte hakkaten şaka gibi bazen. 

Maria plağı görünce aaaa Farantouri diye atladığında ben Zülfü Livaneli mi? ne alaka dedim. 

Bizim orda bi türk bi yunan olarak, ölen hollandalı kadıncağızın bıratığı bu plağı almaya gidişimiz pek tuhaf kaçtı.
Marieke teyzeyi okkadar merak ediyorum ki okadar olur. Nasıl bir müzik zevki varmış anlaşılır gibi değil.
Sordum eskiden aktarmış; yani aktar dükkanı varmış. Öyle fazla bir bilgi edinemedim.
Neyse Roy'dan yalvar yakar fotoğraftakileri satın aldım. Hepsine 15 euro verdim (fazla fazla). Roy önce dükkan çalışanlarının satın alması yasak filan dedi ama tehdit ettim. "Bugün istifa ederim yarın müşteri olarak gelir bu plakları toplarım" dedim.  Çaresiz kabul etti. 

bi leylim ley dinleyip Marieke teyzeyi yadedeceğim. 

Drifter's pick! Yeni albüm : Peyote Dance by Soundwalk Collective & Patti Smith

Bu albüm enteresan; kaçmaz!

Patti Smith bir yolculuk dönüşü havaalanında Soundwalk collective'in kurucusu Stephan Crasneanscki ile karşılaşıyor.  Artık uçak rötar mı yaptı nasıl oldu orası muamma ama ikisi bu projenin temellerini orada havaalanında atıyorlar sözümona. 



proje şu; 
üç şair - Antonin Artaud, Arthur Rimbaud ve Rene Daumal- ki bu şairler hayatlarının bir kesitinde hayatlarını, sanatçı kişiliklerini ve yaratıcılıklarını derinden etkileyecek yolculuklar yapmışlar.
işte bu şairlerin ayak izlerinden birer albüm...
ilki Antonin Artaud. 
 
Artaud 1936'da meksika'ya gidiyor. Aslında Mexico-city 'de üniversitede sürrealizm, marksizm ve tiyatro seminerleri vermeye... 
Yaz gelince trene atlıyor  Chihuahua bölgesinden, Tarahumara dağlarını at sırtında geçerek, Sierra Tarahumara'ya ulaşıyor.  Rarámuri kabilesinin muhitinde takılıyor bir süre.  Afyon bağımlılığından muzdarip o sıralar.  Kurtulmak için peyote şamanı bulmaya gidiyor oraya. İşte o peyote ayinleri meşhur 'Peyote Dance' orijinal adıyla Les Tarahumaras kitabını yazdırıyor Artaud'ya. Onun için ilk albümün adı 'Peyote Dance'  Kitap özellikle Peyote'yi halüsinojen bir ilaç olarak deneyimlemesini anlattığı genel olarak saykodelik uyuşturucularla ilgili. 

Crasneanscki ve Patti Smith Artaud'un gittiği yolu yeniden yürümüşler ve bulunduğu yerlerde Raramuri kabile enstrümanlarıyla kayıtlar almışlar. Patti Smith Artaud'u  derlemiş, yeniden yazmış... 

falan, acayip kafalar.  
 
Antonin Artaıud'un ölüm yıldönümünde 4 Mart'ta albümden öndinleme mahiyetinde şu video yayınlandı. “The New Revelations Of Being” Albümün ilk parçası.  Drifter proudly presents yani. 



3 Mart 2019 Pazar

herkese iyi pazarlar şarkısı;


"İlyuşa böylece üç hafta evde kalır; sonra zaten paskalya da gelmek üzeredir. Paskalya gelir. Aileden birisi, paskalyadan sonraki hafta çalışılmaz , diye ortaya bir söz atar; derken yaza iki hafta kalır, artık gitmeye değmez. Yazınsa Alman bile dinlenir. Böylece dersler sonbahara kadar kesilir.
İlya bu altı ay içinde toplanırdı. Boyu uzar, gürbüzleşir ve çok güzel uyurdu..."
OBLOMOV- İvan Gonçarov



2 Mart 2019 Cumartesi

Çizdim üstünü şubat 2019

aaa ne /çok güzel klip!
Liminyanas

Bunların bi de 'istanbul is sleepy'diye parçaları var ama o hiç güzel değil bence. 


9 Şubat 2019 Cumartesi

a s l ı a l p a r: İmar affetse, doğa affetmez!

a s l ı a l p a r: İmar affetse, doğa affetmez!: İmar affetse, doğa affetmez! İstanbul Kartal’da 6 Şubat'ta bir katında tekstil atölyesi bulunan sekiz katlı mesken bina çöktü. Şimd...

8 Şubat 2019 Cuma

Moses he wrote,
Winning as he weeps,
weeping as he wins.
Evidently can't believe in victories
Hitch your agony to a star...

Yani

Moses yazdı,
Ağlayarak kazanıyor
Kazanırken ağlıyordu.
Belliki zaferlere inanası yoktu.
Izdırabını bi yıldıza çektir.

Herzog -Saul Bellow

Not: Herzogun kendine yazdığı bu şiirimside geçen hitch aslında çek, çekiştir kadar -bağla anlamna da geliyor ama biz pekiala Saul'cuğum şunu Türkçe yazsa 'ızdırap çektirme' ye bi gönderme yapardı diye düşünebiliriz.

3 Şubat 2019 Pazar

günün kelimesi ve ipad'ime övgü yazısı

gecenin olmuş üçü civarı ; Saul Bellow'un Herzog'unu bulmuşum (e-pub) bir kaç sayfa okuyaraktan sızarım düşüncesiyle sayfaları çeviriyorum. Gözlerim kapandı kapanacak ama Saul bırakmıyor.

Herzog diyor; 
'kafayı sıyırmış olsa bile ona göre hava hoştu.' 

bazı insanlar onun keçileri kaçırdığını düşünüyordu ve bir süre kendisi de orada/keçilerin kaçırıldığı yerde olduğundan şüphe duymadı değil; ama şimdi... hala devam eden saçma davranışlarına rağmen kendine güvenli, neşeli, güçlü hatta kimsenin görmediğini görebildiğini düşünen bir moddaydı. Güneşin alnında oturmuş, aklına kim gelirse, ona buna mektup yazıyordu.    

gel de devam etme.

Herşeye pek bi hevesli bakıyor ama yarı kör gibi hissediyordu. Dostu- eski dostu,Valentine ve karısı - eski karısı Madeline, onun akıl sağlığının çöktüğü dedikodusunu yaymışlar etrafa. Bu doğru muydu?
...
Baharın sonlarına doğru Herzog bir izahat, kendini aklama, başka bir bakış açısı ortaya koyma , bazı düzeltmeler yapma filan gibi ihtiyaçlarının üstesinden gelmişti aslında. O zamanlar New York gece Okununda , lisans üstü öğrencilerin derslerine giriyordu. Nisanda oldukça netti de mayısta abuk sabuk konuşmaya başlamıştı. Öğrencilerin Romantizmin Kökleri namına bişey öğrenemeyecekleri ve fakat epey tuhaf şey duyacakları aşikardı. Akademik formaliteler bir biri ardına yıkılıyordu. Profesör Herzog zihni epey meşgul birinin bilinçsiz açıkyürekliliği kafasındaydı. Ve dönemin sonuna doğru dersler uzuuun duraklamalara sahne oluyordu. "Afedersiniz" diye mırıldanarak birden duruyor, ceketinin cebindeki kaleme ulaşmaya çalışıyordu. Eline geçen herhangi bir kağıda müthiş bir hırs ve ellerine yansıyan hevesle yazmaya başlıyor; masa ortadan ikiye ayrılacakmış gibi sarsıntıyla sallanıyordu.  Sanki yazdıkları tarafından yutuluyor gibiydi, gözlerinin altında koyu halkalar, bembeyaz suratı herşeyi, herşeyi gösteriyordu. Saki birşeyleri sorguluyor, tartışıyor, acı çekiyor;birden zekice bir alternatif üretmiş gibi gözleri faltaşı gibi açılıyor; sonra yeniden büzüşüyor, gözleri, ağzı herşeyi sessizce bağnazca acı bir öfkeye yöneltiyordu. İnsan tüm bunları görebiliyordu. Sınıf üç dakka, beş dakka  çıt çıkartmadan bekliyordu. 

Başlarda yazdıklarında bir izlek yok gibi görünüyordu;
misal şöyle şeyler:

ölüm-öl-yeniden yaşa- yine öl- yaşa.
insan yok-ölüm yok.
ve
ruhunun dizlerinin üstüne çökmüş? kullanışlı da olabilir. yerleri sil ozaman.


Neyse roman böyle yağ gibi kayıyordu; sonra birden 'mithridate' diye bi laf etti Saulcuğum. gecenin üçü! hey allam ! dedim önce.

kitaptan okuyor olsam, kalk bilgisayarı aç, google translate'e yaz, bu tarz kelimeler söz konusu olduğunda çeviri tam aklına yatmazsa ki genelde öyle oluyor aç başka sözlük bak filan...adamın siniri bozulurdu...
oysa ipadimin ibookundan okurken hemen tıklıyorsun kelimenin üstüne 'tanımla' diyorsun. Pıt diye tanımlıyor canım ibook. Teknolojinin böylesine bir demet papatya.

Gelelim kelimenin anlamına:
kontekste göre 'efsunlu olmak' manasında da kullanılabilinen aslında  fiilken 'zehre panzehir olmak' değilken panzehir manasında çok şık bir kelime.

kelime Pontus Kralı IV. Mithridate'den geliyormuş. Hikayesi pek güzel.  YYANİİ! 

Şöyle ki; rivayete göre ; Bu Kral Mithridate çocukluğundan beri, annesi dahil bilimum çevresindekiler tarafından zehirlenmek suretiyle tahttan indirilme teşebbüslerine karşı kendini koruma maksatlı bir hobi geliştirmiş enteresan bir karakter. Bilinen bilinmeyen bütün zehirlere panzehir bulup, kendi üzerinde denermiş. Bünye bağışıklık kazanmış bütün teşebbüsler başarısız olmuş. Epey de bi zaferi var. Sonunda, artık yaşlanıp rakibine yenileceğini anlayınca öldürülmektense intihar ederim diyor ; ama kendini zehirleyemiyor. Yani zehirliyor da bişey olmuyor ölemiyor. Vücüt bağışık ya. Böylece en güvendiği askerinden kendisini öldürmesini istiyor. Sonu bu yani.

bu da louvre'daki heykeli


 yaa
ipadimin ibookunun tanımla özelliği olmasaydı ben hayatta bu kelimeye gecenin üçünde gözümden uyku akarken kalkıp bakıp öğrenmeye çalışmazdım. Ne değişirdi hayatımda orası da konu dışı .

Bu arada Saul Bellow 'un Herzog'u çok enteresan karakter. İlerleyen günlerde vakit buldukça biraz daha çeviririm belki parça parça.


o zaman tom waits'den bi green grass dinleyelim bari. Beğenmeyen Cybelle yorumunu dinlesin. 


Herzog okurken hep Tom Waits arka fonda gibi...


1 Şubat 2019 Cuma

gölgeler

Mekan; Nederlands Foto Museum /Rotterdam

Alfredo Jaar'ın 'Shadows' sergisi! Ne zamandır radarımdaydı, gün bugünmüş ( yada da dünmüş demek lazım.)
 Kapının rayı mı, rayın dişlisi mi bozulmuş; neyse... ofiste kapının aralığından üstüme üstüme esen dışarının -2 (reel feel -6 derece) rüzgarları sağolsun;  soğuk + kar +hasta oldum olucam'lı karışık maazeret şeyderek kafa izni istedim senior'dan; O da verdi iyi mi?  Soluğu müzede aldım.


Bu fotoğraf ; Hollanda'lı fotoğrafçı Koen Wessing'in 1978'de Nicaragua'da çektiği fotoğraf. 
İsyan esnasında hunharca öldürülen babalarının ölüm haberini alan bu iki kız kardeşin dayanılmaz acısının, yasının çırılçıplak teşhir edildiği fotoğraf.  
Alfredo Jaar izleyeni bir tünele sokuyor, bu fotoğraf ve olaya ait diğer imgelerle ki babanın cesedinin fotoğrafı da var ama hiç biri yukarıdaki fotoğrafın yanına yaklaşamıyor. O kollar yok mu? insanın nutku tutuluyor o kolların dillenişine. tünelden geçerken hangi imgeyle karşılaşırsanız karşılaşın sadece kolların söylediğini duyuyorsunuz. 
tünelin sonunda da  iki kadının o anı bir ışık olarak kalıyor zihninizde. Hani bir şekle gözünüzü kırpmadan bir 20 saniye bakar sonra gözünüzü kapatırsanız silüeti görmeye devam edersiniz gözünüz kapalıyen bile... işte o hesap.

işte Alfredo Jaar'ın deneyimlememizi istediği buna benzer birşey.


Sergiyi gezen insanlar çok etkilenmişe benzemiyorlardı bunu söylemem lazım.  Biraz depresif tabi. Ben beğendim.
uzun uzun baktım acıya...
sonra aklıma fotoğraf üzerine birsürü şey yazmış olan Susan Sontag geldi;

eve gelince o alıntıyı buldum; şöyle diyor:

"To photograph people is to violate them, by seeing them as they never see themselves , by having knowledge of them that they can never have; It turns people into objects that can be symbolically possessed. Just as a camera is a sublimation of the gun, to photograph someone is a subliminal murder- a soft murder, appropriate to a sad, frightened time."

şöyle çevirmeye çalışayım:

"insanları fotoğraflamak onları istismar etmek bir yerde. Onları kendilerini asla göremeyecekleri şekilde görerek; onlarla ilgili, kendilerinin asla sahip olamayacakları bilgiye sahip olarak... Fotoğraflamak insanları sembolik olarak sahip olunabilinecek nesnelere dönüştürüyor.  Fotoğraf makinesi silahın yüceltilmesi/ süblimleşmesi gibi düşünülürse birinin fotoğrafını çekmek de sübliminal bir cinayet aslında- yumuşak bir cinayet tam da üzünçlü, korkutan zamana özgü bir biçimde. 

bir de;
günün parçası


20 Ocak 2019 Pazar

gecenin parçası ; Open Again

canım Thom Yorke korku filmine soundtrack yapmış Suspiria. Hiç sevmem korkunçlu film ama izliycem.  Albümün adı 'suspirium'

işte o albümden open again

son BANKSY ; Season's Greetings

17 Ocak 2019 Perşembe

Ah Lanthimos ! veya 'The Lobster'

The Lobster'ı daha yeni seyrettiğin için utan utan yerin dibine gir Drifter!

Senin de alacağın olsun Lanthimos!  Dogtooth'tan sonra ben ne bileyim daha çok seveceğimi çekeceğini.



çok beğendim, hayran kaldım, nasıl güzel seyrettim bilemezsiniz.

Adam bence dahi. Kesin dahi!

Clockwork Orange'dan sonra çekilmiş en çarpıcı distopya evrenini yaratmış. (çok mu iddialı oldu? bilmem.) 3 alternatifli üstelik, No way out yani!


Filmi deşifre etmeden biraz bahsetmek istiyorum:

şöyle bir gelecek düşünün; toplum düzeni sadece çift olanları kabul ediyor ve bildiğimiz anlamda insan kalmalarına, Şehir denilen yerde aslında bizim yaşadığımıza epey benzer bir hayat yaşamalarına müsade ediyor (Lanthimos'a göre bu da son derece distopik -bayağı berbat- yansıtılmış ya neyse). Couple'lıktan düşenleri mesela karısı veya kocası tarafından terkedilenleri rehabilite etmek için 'Otel' denilen zaman zaman ıslah evi, zaman zaman hastane zaman zaman da infaz yeri olarak işlev gören bir yere gönderiyor (zorla /yaka paça dersem yerinde olacak). 45 gün içinde çiftini buldun buldun; bulamazsan Otele kaydolurken bildirdiğin/seçtiğin hayvana dönüştürülüyorsun ve Orman'a salınıyorsun ki üçüncü distopya mekanı olan Ormanda, bir de Otel'de çiftini bulamayan veya sisteme karşı gelen asiler- filmdeki adlandırılışlarıyla 'looner' yani 'yalnızlar' yaşıyor.  Onlar da süper bi grup insan. Rastgele biriyle çift olmayı reddeden , rehabilite olmayı veya şehirde yaşamayı da  reddeden bu insanların bir alternatif olacağını düşündürtüyor size önce dahi Lanthimos, ama acale etmeyin diyor hemen ardından çünkü ne yazık ki mekanlar ve düzenler simetrik. Bütün film boyunca bir extreme'den öbürüne savruluyorsunuz ama tüm bu 'çıkış yok' evreninde hala bir çıkış umudu taşıyorsunuz son sahneye kadar...

Bunun dışında Lanthimos'un sinematografik dehasına hayran kalmamak elde değil, renkler, ışık, mekanların görsel tasarımı, tamamen algınızla oyun oynuyor, anestezi etkisi yaratıyor.

Seyretmeyenlerin iştahları kaçmasın diye fazla uzatmıyorum. Görülesi filmler listesine  etiketleyip ekliyorum.  Colin Farrel ve Rachel Weisz bi de Lea Seydoux oynuyor. 2015 yapımı filmde.


13 Ocak 2019 Pazar

pazar kısası ve Inger Christensen

Apple from Motlys on Vimeo.

bu filmde Sonja'nın 'dreamers must dream like trees dream about fruit in the end' şiirini okuduğu Inger Christensen'in bir de şöyle bir şiiri var ki ben bayaa daha çok beğeniyorum!

If I stand
alone in the snow
it is clear
that I am a clock

how else would eternity
find its way around

12 Ocak 2019 Cumartesi

11 Ocak 2019 Cuma

Düşünce

D H Lawrence'ın 'Düşünce' adlı şiirinde şöyle bir dize varmış. John Berger 'bi fotoğrafı anlamak' kitabında alıntılamış.

"düşünce yaşamın yüzüne gözünü dikmiş;
yüzünden okunabilen ne varsa onu okuyor."

fotoğrafçının deklanşöre basmadan önceki anda gördüğü şey hakkında düşünüyor olduğunu hissettiğiniz fotoğraflar görmüşsünüzdür. O fotoğraflar sizi de düşündürtmüştür üstelik sadece yaşamın yüzünden okunanı değil, okunmayan başka pek çok şeyi.


yine de ben fotoğrafçının ne düşündüğünü fazla açık ettiği fotoğraflardan çok kaçamak düşündüğü, düşündüğünün bile farkında olmadığı düşüncelerinin yansıdığı fotoğraflara da çok bayılıyorum galiba.
mesela Sebastião Salgado onca sanat eseri fotoğrafının içinde şu fotoğraf ilgimi çekmişti.


görür görmez vurulduğu bu kadına yazdığı şiir gibi bu fotoğraf.


sonra meşhur Diane Arbus'un şu fotoğrafı


Arbus burada ne düşünüyor?

Kürklü kadının başrol olduğu bir polisiye film çekmeyi mi? Dışarıya dalmış genç adamı mı? Yoksa 
'you 
New Yok 
why 
today?'

yazmayı mı?


sebebi postumuza gelecek olursak; Antisosyalist's blog geri dönmüş çok sevindim, şu adreste...

http://asosyalsosyalist.tumblr.com/

mesela Danny Lyon'un çektiği bu Bob Dylan fotoğrafını koymuş .

freeze time right now ! dedikleri türden bir sahne. Herkes bi alemde ve herşey fotoğrafta.



6 Ocak 2019 Pazar

yılın ilk güzel parçası ve pazar modları


yeni yıl için çok süper kararlar aldınız ve uygulamaya başladınız mı arkadaşlar?
 çayı şekersiz içcem, facebook'da layklamayı kescem, saçımı kestircem, çince öğrencem, yogaya yazılcam, pazarları koşuya çıkcam filan gibi...
iyi.

bu yılbaşında garip bi aydınlanma yaşadım (yarı-otistik filanım belki de) yeni yıla istediğin zaman girebiliyorsun aslında. Mesela ben bu yıl bi girdim sonra çıktım bi' iki saat sonra tekrar girdim filan. Sonra bi baktım yine çıkmışım. Şimdi diyorum ki ben aslında oluyosa mesela yeni yıla mart sonu filan gibi gireyim. 
çünkü hava çok soğuk şimdi.  o zamana kadar rölanti, koltukta uzanır acık dizi seyerderim, roman okurum, sigaraya başlarım mesela yeniden , mart sonu gibi bırakıcağım için...


şeyi yazcaktım; havai fişek hadisesini.
oldum olası ışıklı, ateşli, yıldızlı görüntüleri seyretmeyi sevmişimdir. Havai fişek seyretmeye de bayılırdım. Komşular bir gün öncesinden haber verdiler (Kosovalı komsularım var üç küçük çocukları var en küçüğü bayağı şımartılmış bi oğlan;komik bi tip. Arada görüyorum -üç kere filan gördüm- oyunu bırakıp tuvalete gitmeye üşendiğinden bahçelerinin köşesine işeyip oyuna geri dönüyor. annesi fark etse kıyamet kopacak.) Yılbaşı gecesi bahçede çocuklar için havai fişek çatapat filan patlatıcaz senin bahçede tutuşacak bişey varsa kaldır dediler. (Burada bahçeler evler gibi bitişik nizam o sebeple izin gibi değil de haber baabında) Allaaah dedim "ben de! ben de!". "Aaa tabi buyur gel ne demek memnuniyetle" dediler. 

Böylece hayatımda ilk defa havai fişek attım. Berbat bir his. Bi kere çok gürültülü, ayrıca hemen hepsi de iyi patlamıyor. sonrası pislik ve kesif kokulu geniz yakıcı duman. Kuşlara da çok zararlıymış (gerçi ertesi sabah kuşlara baktım pek travma atlatıyorlarmış filan gibi görünmüyorlardı, aynen uçmaya konmaya ötmeye devam.)  
Bu kadar.  
    

1 Ocak 2019 Salı

DRIFTER AWARDS 2018 YILIN EN SUPER PARÇASI


Müziğiniz susmasın susturmayın aman ha!


yılbaşı gecesi çalmazsam olmazlardan canım Fellini Felin'le başlayalım.




çok güzel bi thinking of you cover'ıyla devam edelim.



bi mother & child koyalım arkasına



ordan müthis bir Amé remixiyle diamonds on the soles of her shoes



böyle böyle nicolas jaar abimizin bi güzide setine bağlarız

ama Yılın parçası diyorduk!

PROMISES tabiki! (aman ne dinledik bu parçayı bu sene; gittiğim her yerde çaldı durdu! kızın o kahkahası yok mu;  bizi bizden aldı.) Çok remixi de yapıldı ama ben sadesini seviyorum.
o zaman "go get your everything" diyorum.

Herkese iyi seneler diliyor komşularla bahçeye havayi fişek patlatmaya gidiyorum. Burda usul buymuş!