24 Aralık 2019 Salı

ROMANTİK MARATON #7 GREASE

Bu maratonun kaplumbağası olsam da finish çizgisini gördüm ya... bu da birşeydir!

Geldik Romantik maratonumuzun son drifter's pick filmine... Yani Grease'e. Öncelikle kabul edelim Grease bir kız filmidir. Hiç bir erkeğin bu filmden bir kız kadar zevk alabileceğine inanmıyorum.

Grease'i seçmemin sebebi ilk aşk hikayem olduğu içindir. (Uuuuuuuu!!!!)

evet arkadaşlar büyük itiraf ediyorum; Danny Zuko ilk aşkımdır. Uzunca bir süre onu arayıp durdum. bütün lise yıllarımda, belki üniversitenin de bir bolümünde; düne kadar dermişim :))  şaka şaka sulandırıyorum. Ama onun yüzünden uzunca bir süre, 'ben kimselere aşık olamayacağım herhalde' diye düşündüğüm doğrudur.

Maria'ya sordum bir kaç gün önce. Hatırlıyor musun Grease' ilk seyrettiğin zamanı diye?
'tarih, gün, saat verebilirim' dedi.
'sen de mi?' dedim.

bu bana şunu düşündürttü:
Bizim kuşak kadınları için Grease filmden öte kendisiyle ilgili bir anı galiba.

onun için ben size kendi anımı anlatacağım;

12 veya 13 yaşlarında olmalıyım, haftasonu için amcamlardayım. sıkıntıdan patlıyorum. (Çocukken hiç sevmezdim kendi evimden başka yerde kalmayı, arkadaşlarımın evinde kalayım diye hiç yalvardığımı hatırlamıyorum. Annem zorla itelerdi, tek çocugum zaten, antisosyal olmayayım diye zaar.) kuzenim benden bir kaç yaş küçük. Pek ilgimi çekmiyor odası, oyuncakları filan. Zaten ben hazırlıktayım, ingilizce öğreniyorum ki, onunla ortak hiç bir mevzum olamaz peh!!! (nasıl zalimce tepeden baktıysam artık ukte yaptı demek ki o zamanlar ; büyüyünce gitti Amerikalı bi adamla evlendi, şimdi orada yaşıyor :D)

Neyse, kaderin cilvesi televizyon açık, film başladı.   
 
ilk görüşte aşk mıydı hatırlamıyorum. Hangi sahnesinde aşka düşmüştüm bilmiyorum. Tek bildiğim film bittiğinde başka hiç bir şey düşünemiyordum. Film beni hipnotize etmişti. Rüyada gibiydim ve uyanmak istemiyordum.  Ağlayasım vardı gibi, bir daha ne zaman görebileceğim meçhul, ne yaşamıştım ben?...

sürekli seyrettiğim sahneleri düşünüyordum, 'you're the one that i want'i söylediklerinde kendimden geçtiğim için sadece 'u u u' kısmını aklımda tutabilmiştim ama son parçayı unutmamak için surekli  Çen çen çegini çençibab thats the way it şubeee kısmını içimden tekrarlayıp duruyordum. uyduraraktan tabi. uydurukça da olsa şarkının nakarat melodisini ezberlemiştim. Böylece babama sorabildim.

Çen çen şarkısını biliyor musun?

Çünkü babam kahramanım. Annemle evlenmeden önce ankarada djlik yapmış, batı müziği hastası bi
tip; bilebilir yani.
yine de umudum az.

Dönem, laura brinigan donemi. madonna, sandra, samantha fox ...bu!

'Çen çen' diyorum.
'bilmiyorum öylee bir şarkı, kim söylüyor?' diyor.

- filmde duydum çok güzel şarkı hadi baba, sen mutlaka biliyorsundur!!!!
melodiyi mırıldanıyorum, kelimeleri düşünmeden papağan gibi, kulağımda kalan sesleri tekrar ediyorum.
- hem dans da ediyorlar, bak! ellerini böyle böyle yapıyorlar... (elllerimle buggie woggie figurleri yapmaya çalışıyorum; o zaman onun bugi wugi dansi oldugunu bilmiyorum tabi.)
babam gülmeye başlıyor. Komiğim çünkü.
"Hadi hadi, git odanı topla; annen sabah söyleniyordu" diyor.
kös kös odama gidiyorum.
moralim sıfır.
Günlüğüme filan yazıcam, sahneleri vs. hatırlayabildiğim kadarını...
isimleri hatırlamaya çalışıyorum; Danny, Sandy, frençi tamam, rizzo'yu ve sevgilisini hatırlayamıyorum bir türlü. oysa o karaktere bayılmıştım,

kıyafetlerine,sesine filan...

işte tam  bunları düşüne-yazarken; salondan bir gümbürtüyle frankie valli'nin o funk introsu yükseliyor. Daaaaaaaaa darada darada darada darada da......sonra o funk gitar rifi giriyor.

O anı, hissettiğm heyecanı, sevinci asla unutamam.
Şu an bile tüylerim diken diken diyebilirim.

Babam, alaaddinin cini gibi!

salona koşuyorum, annem de mutfaktan fırlamış, ne oluyor diye.
Şok geçiriyorum resmen.

AKAI marka Analog Makara teybi var babamın, kutusundan çok nadir çıkarttığı.  Koleksiyonunun bir parçası çünkü. Ben çok daha küçükken 3-4 yaşlarındayken sık sık sesimi kaydettiği, şarkı söyletip ‘kuzunun biri su içiyormuş pırıl pırıl dereden’ gibi şiir filan okuttuğu; kendilerince yarım yamalak turkçemle dalga geçip eğlendikleri bir antika alet bana göre.  Eve Yeni muzik seti gelip anfiye baglandığında gözden düşmüş; büfenin üst rafında duran, eski günleri yadetmeye yarayan bir koleksiyon parçası.  Muzik sever bir misafir geldiğinde, babam illa o quadrofonik vivaldi dört mevsim makarasını çıkarır, misafiri 4 hoparlorün tam ortasına oturtur; zavallı misafirin her hoparloörden  ayrı bir enstruman sesi duymak suretiyle muazzam bir deneyim yasayıp keyiften dört köşe olmasını beklerdi. Ne yazık ki çok az insan onu anlayabilirdi.
  
Işte bu mucize alet o gün bana Grease soundtrackini çalıyordu ve ben o gün 12 veya 13 yaşımda ex kafası yaşıyor; frankie valli'yle kopuyordum. (o gün onun frankie valli oldugunu bilmiyordum tabi John Travolta söylüyor bütün parçaları sanıyordum.)

o gün o soundtrack'i bizimkilerin sabrını taşırana kadar dinledim sanırım. Muhtemelen bir süre sonra odama gönderilmişimdir.

Yani benim ilk aşkım Grease'dir. Dolayısıyla romantizm benim icin müziktir. Aşk müzikle yapılır, müzik aşkla filan... biri olmadan diğeri olamaz.

teenager’lığım üstünde bilinç altı bilinç üstü , her türlü etkiyi yapmıştır. Sevgili dediğin dans edip, duet yapabilen, araba tamir edebilen,  serseri ama iyi kapli olacak. Bu kriterlere uymadığı için çok çıkma teklifi reddetmişliğim vardır.

müzik zevkim üstünde keza. O soundtracki yüzlerce defa dinlemişimdir, her bir parçayı ezbere bilirim.  Lise kankam Begüm'le evde filmi sahne sahne oynamışlığımız vardır; Summer Lovin duetini
söyleyip bilimum kasetlere çekmişizdir. Kavga çıkmasın diye bir bölümünde o Danny kısımlarını
söylemiştir diğer bölümünde ben.)

Grease'i bir kez daha izleyip o günleri yad etmek gerçekten güzel oldu.  Ama bugün başka bir gözle bakıyorum tabi.
 
Hatırladığıdan daha az masum bir film.  Sandy ve diğerleri arasındaki sosyal sınıf farkı şimdi dikkatimi çekiyor.  Problem Sandy'nin sarışınlığı değil,  diğerlerine göre daha Amerikan amerikan bir aileden gelmesi. Zuko, knickie, rizzo, frenchie, dans yarışmasındaki latino afet, hepsi aslında göçmen ailelerin çocukları. T-birds ve Pink Lady's gruplaşması bir komplex kalkanı.
  
bir diğer önemli detay filmin 1975 de çekilmiş, 1958 yılının gençliğini resmeden bir film olması. Kızların aklı dansta, partide; oğlanların aklı cinsellikte haliyle. Bu anlamda epey gerçekçi ve epey açık saçık bir film.  Bu seyrettiğimde şöyle bir replik yakaladım çok güldüm.


yani demek istediğim oldukça direkt ama masum bir açık saçıklığı var filmin.  
Bugün baktığımda oyunculuk anlamında Rizzo'yu canlandıran Stockard Channing ve Frenchie'yi canlandıran Didi Conn'u hala çok başarılı buluyorum.

 O zaman opening credits videosundaki binlerce kez dinlemiş olmama rağmen, hala bayıla bayıla dinlediğim  'Grease is the word' parçasıyla maratona noktayı koyalım.



22 Aralık 2019 Pazar

ROMANTİK MARATON #6 BİLEKKESENLER : BİR AŞK HİKAYESİ



Etgar Keret'in Kneller's Happy Campers (Kneller'in Mutlu Kampı) Tanrı Olmak İsteyen Otobüs
Şoförü kitabının kapanış öyküsu. Bilek kesenler de bu öykünün filmi, ama bence bir bağlantı kurmaya çalışmadan izlemelisiniz. (tabi öyküyü okumuş olanlar için söylüyorum; okumayanlar da okuyacaklarsa, filmden bağımsız düşünerek okusunlar bence.)

Baştan sulandıracağım bu kez kusura bakmayın; öyküyü okuduğumda da, filmi seyrettiğimde de  dedim ki kendi kendime, bir gün olur da 'Etgar Keret intihar etti' filan diye bir haber okursam asla inanmam.
Hayatın içindeki acılara; umutsuzluklara; tuhaflıklara iştahlı bir ilgiyle hatta bazen öykünmeyle bakan birisi çünkü Etgar Keret. Onun için bunlar, deneyimin bir parçası ve aslolan da deneyim.  Onun için seviyoruz kendisini; Avi pardo'yu da...

gelelim filme;
(bi kere Tom Waits'in dead and lovely'si çalmaya başlıyor daha ilk sahneden bu bile filmi seyretmek için yeterli bir gerekçe. )

Diyelim ki hayatınızın anlamı olduğunu düşündüğünüz insan bir gün hayatınızdan çıkmaya karar veriyor. Sizi yalnız; hayatınızı anlamsız bırakıyor diyelim. Fazla yalnız ve anlamsız hissedince, siz de hayatınızdan çıkmaya karar verdiniz. Gittiğiniz yerin nasıl bir yer olacacağını bir düşünün bakalım.

Esas oğlan Zia (filmdeki adı bu) Desree'den ayrılmanın hayatında yarattığı boşluk duygusuyla başedemediğini  düşündüğü bir anında karar verir ve bileklerini keser. Tekrar gözlerini açtığında      ölüdür ve kendisi gibi intihar eden diğer tuhaf ötesi insanlarla birlikte dünyanın hemen hemen aynısı bir paralel dünyada bulur kendini. Her şey aynıdır sadece renksiz bir dünyadır bilek kesenlerin dünyası; insanların yüzleri ifadesiz ve donuk; gökyüzü yıldızsız, yeryüzü ağaçsız, çiçekler renksizdir filan.
Tam intihar ettiğine pişman olmak üzereyken Desree'nin de intihar edip bilek kesenler dünyasına geldiğini öğrenir ve onu aramak icin yola çıkar. Bundan sonrası tatlı bir yol ve aşk hikayesi; yolda TomWaits 'e (Kneller) rastlarlar filan....

Bilekkesenler; Bir Aşk Hikayesi'ni Romantik Maratonun bir parçası yapmamın sebebi aşkın ve aşksızlığın, içinde yaşadığımız dünyayı algılayışımızdaki etkisi üzerinde durması. Aşkı kaybetmek; dahası umudu kaybetmek; bir daha aşık olamayacağını düşünmek; asla öyle hissedemeyeceğini kabullenmek... kendini renksiz, soluk, heyecansız, anlamsız bir dünyaya hapsetmek gibi birşey olsa gerek diyor film özetle...  Bunu tatlı bir yol hikayesiyle anlatıyor.

şöyle diyaloglar filan:

Zia: You remember the other day when you were talking about missing things from life and how you wanted to go back and I told you I didn't miss anything?

Mikal: Yeah.

Zia: Well... When I'm here, with you, I kind of miss myself, the way I used to be.

Mikal: What were you like?
Zia: I was happy at a time...




ayrıca Keret'in öyküsünden farklı bir sonla kapanıyor mevzu.



Böylece geldik Maratonun son filmine yani Grease'e.... 

 

14 Aralık 2019 Cumartesi

ROMANTİK MARATON #5 TONY TAKITANI

'Onunla evlenerek Tony Takitani hayatının yalnızlık dönemini kapatıyordu. Sabahları uyandığında ilk işi onu aramaktı;  onu yanında uyurken bulduğundaysa hissettiği, rahatlama duygusuydu. Eğer yanında değilse huzursuzlanıyor kalkıp evin içinde onu arıyordu. Yalnız hissetmemekle ilgili ona tuhaf gelen birşeyler vardı. yalnız olmayı sonlandırdığı gerçeği,  tekrar yalnız kalabilme olasılığının sebep olduğu bir korkuyu tetikliyordu’  [Haruki Murakami]


“By marrying her, Tony Takitani brought the lonely period of his life to an end.
When he awoke in the morning, the first thing he did was look for her. When he found her sleeping next to him, he felt relief. When she wasn't there, hefelt anxious and searched the house for her. There was something odd for him about not feeling lonely. The very fact that he had ceased to be lonely caused him to fear the possibility of becoming lonely again.” 



Murakami’nin ayni isimli öyküsünden beyazperdeye uyarlanmış film 'görsel bir şiir’ diye ifade edildi pek çok film eleştirmeni tarafından. Katılıyorum. Jun Ichikawa sofistike zevkleri olan sinema seyircisinin önüne bir kup limonlu dondurma koyuyor sanki.

Minimal fotoğraf ilginizi çekiyorsa bu filmden hiç sıkılmayacaksınız, hayran hayran bakacaksınız. Aksi durumda biraz baygın (bir arkadaşımın bizzat yorumu böyleydi)  gelebilir.   
zira şöyle fotoğraflar göreceksiniz film süresince... 

(son zamanlarda benim de takıntım minimal fotoğrafları layklamak. Kendimi alamıyorum  Instagram’a teslim olmamı sağlayan da minimal fotoğrafçılık itiraf ediyorum. Neyse sulandırmayalım.)











gibi...


Hoşuma giden bir diğer şey de sayfa çevirme efekti yaratan çok yumuşak sahne geçişleri. Gerçekten  ara ara, 'kitap mı okuyorum film mi seyrediyorum belli değil' diyor insan.

Gelelim mevzuya;

Toni Takitani, annesi o bebekken vefat etmiş, babası ise bir jazz müzisyeni olduğu için sürekli turnede; bu sebeple yalnızlık küçüklüğünden beri tam içine işlemiş olan bir insandır. Çizim yeteneği olduğundan dışavurumu resimle olsun istemiştir vefekat çizdiklerinde duygu eksikliğine karşı şekli doğruluk öne çıkınca illustrator olmaya yönelmiştir. Boylece zaman gecmis, Tony Takitani, orta yaşlı, münzevi bir grafik tasarımcı olarak takılmaktadır. 

Bir gün ofiste bir sekreter alımı görüşmesinde adaylardan birine karşı birşeyler hisseder. Önce karar veremese de, kız ise başladıktan bir sure sonra ona aşık oldugunu fark eder ve ona evlenme teklif eder. Bu kız kendisinden epey genç , kendisi kadar yalnız ve bir o kadar da ilginç biridir.  İlginçliği takıntısından gelmektedir. Kızda giyim takıntısı vardır. Dolayısıyla da alışveriş manyağıdır.  

Murakami, kızın takıntısının onun kişiliğinin belirleyici özelliği olduğu konusunda net; oyunun kahramanı Tony ise bir ikilem yaşıyor. oraya sonra gelelim.

Ana mevzu; bir yalnız bir yalnızla artık yalnız olmamaya karar verirse bunu ne kadar başarabilir?

alt sorunsallar: 

- kişinin sanatı tiryakiliği olabilir mi? bu engellenmeli midir?
- ‘tekrar yalnız kalma korkusundansa yalnızlık yeğdir' midir?

son bir alıntıyla noktayı koyalım.

Each memory was now the shadow of a shadow of a shadow. 

'Her hatıra şimdi gölgenin gölgesinin gölgesiydi.'

12 Aralık 2019 Perşembe

ROMANTIK MARATON #4 TIME - (kim ki duk)

Kim Ki Duk’u bi yakalasam bi yerlerde, soru manyağı yapacağım vallahi. o kadar bissürü soru sorucam ki bu filmle ilgili, gidip estetik ameliyatla yüzünü gözünü değiştiresi gelecek tanınmamak için o derece.


hayır bu kadar derin ve de muhteşem bir mevzuyu nasıl bu kadar berbat bir senaryo ile çektin biiir;  bu oyuncuları çok aradın mı iki !!!

bu filmi yeniden seyretmek bana ilk izlediğim seferdeki kadar karın ağrısı geldi onu belirteyim.
ancak dediğim gibi filmin sorunsalı çok cekici. keşke daha iyi sorulsaymış.
sorunsala gelmeden önce filmden biraz bahsedeyim.
---

Esas hanım kızımız, uzatmalı sevgilisi Ji wOO’nun, kendisine olan ilgisinin azaldığını düşünmektedir. Düşünmekle kalmayıp, olur olmaz yerlerde sinir krizleri geçirerekten, esas oğlan (demeye bin şahit ister  kanımca) Ji woo’ya tam bir azap olmaya başlamıştır. Sevgilisini başka bir kadına kaptıracağı kaygısı tüm kimyasını bozmaktadır.  Ji wh00 ise tam bi hödüktür. Kızın tımaraneye 5 kala olduğunun farkında değildir olana bitene maruz kalmaktadır.  Ayrıca kiz da pek haksiz degildir keza Jiwo’nun  gözü de göz değildir;  bi fırsatını bulsa... neyssse...

(simdi bu nokta da sormak istiyorum Kim Ki Duk’cuğum: niye bu kadar hödük olmak zorunda esas oğlan karakter? gerek yok ki! esas hanım kızımızın deliliği’ne odaklanmamız gerekirken esas oğlanın filmin başındaki halleri nedir allasen?

kim ki duk cevap verir:
- e iste oğlanın hödüklüğü kızı delirten.
drifter atılır:
- ne münasebet canım, kızı delirten aşk hali olmalıydı, aşkın nesnesi değil ki sen hiç anlamamışsınız mevzuyu )


kız kaygı bozukluğunun nirvanasına erişip kafayı çizdikten sonra kendini bir estetik kliniğine atar ve
fiziksel görünüşünü tümüyle değiştirmek istediğini söyler. Doktor orada, bunu iki kolundan tutup akıl hastanesine götüreceğine, kanlı bir ameliyat videosu izletir falan filan.
ilahi kim ki duk!

Kız klinikten bambaşka , yabancı bir kadın olarak çıkar. Ameliyat izleri iyileşip Tamamen doğal bir görünüme kavuşur kavuşmaz da gider sevgilisini bulur. Bu arada Ji woo onun yokluğunda yalnızlık basına vurmuş, şahken şahbaz olmuş; hödüklükte zirve yapmıştır. Ancak bu esnada kendisini terkettiğini düşündüğü sevgilisine çok aşık olduğunu farketmiştir.  Ji woo penceresinden bakarsanız aşıkken terk edilmiştir, kafası bozuktur bu duruma.

esas kızımız başka bir kız olarak Ji woo’yla bir ilişkiye başlar. Ji woo yeni sevgilisine açık açık eski sevgilisine aşık oldugunu, ama onun tarafından anlamsızca terk edildiğini söyler. (hödük diyorum inanmıyorsunuz :)  Bu ş mdi yeni sevgili olan eski sevgili esas hanım kızımızın kafasını yine bulandırır; kız yine su kaynatmaya başlar. bu sefer de yeni kendisini eski kendisinden kıskanır filan...
filmin bundan sonrasını bilmem izler misiniz ama; belki izlersiniz diye anlatmayayım. Sulandırmamak icin zor tutuyorum zaten...

Neyse arkadaşlar filmin bir kaç tane birden sorunsalı var ama ilki ve temel olanı 'biz aslında neye aşık oluruz?’; 'arzu nesnemizin görüntüsü duygu durumumuzda ne kadar etkilidir?’

aslında kim ki duk, benim burada gömdüğüm kadar kötü bir film çekmemiş tabiiki... melodram olsun istemiş; naturel ironi de olsun demiş; metaforik öğeler içerse fena mı olur diye düşünmüş;
e tabi sonuç itibariyle kompakt bir film olmamış. Dağınık yani.
metaforlar havalarda uçuşuyor, yakalayabilirsen ne ala...
sanki 'fill in the blanks’

mesela filmin adı  ‘zaman'
aşk üzerinde tam bir ikilem yaratıyor.
iliskiyi eskiterek yıpratıyor aynı zamanda iki insan arasındaki yaşanmışlıkları biriktirerek bağı güçlendiriyor.
insanı yaşlandırarak arzu nesnesi olmaktan çıkartıyor, aynı zamanda olgunlaştırarak bilgeleştiriyor.
herşey bir trade off yani.



Bir sonraki filmimiz yine uzak doğu sineması ama bu kez şiir gibi çekilmiş bir film. Toni Takitani.


29 Kasım 2019 Cuma

ROMANTİK MARATON #3 BRIEF ENCOUNTER


‘Brief Encounter’ / Kısa bir Karşılaşma (bu arada filmin Türkçe adı yok galiba.) Noel Coward’ın 1936’da yazdığı 'Still Life' oyununun 1945 sinema uyarlamasıdır aslında.

Evli iki çocuk annesi bir kadın ile muayenehanesinden çıkıp evinin yolunu tutmuş bir doktorun, tam bir 'hay ben bu kaderin cilvesine tüküreyim' hadisesini tecrübe etmelerini anlatır.



Ama ne anlatmak?

Neden ’still life’ ? 

oyunun orijinal ismi 'Still Life’ yani türkçesi natur mort. çicek, meyve, yaprak filan gibi aslında artık yaşamayan şeylerin bir araya getirilerek bir kompozisyonda resmedildiği akımın adı. Bize fransızcadan ölü doğa anlamına gelen Naturmort olarak geçmiş ama orijinali Flamanca Stillleven, çünkü 1600’lerde Hollandalı Resaamlarla doğmuş bir akım. (Yine gereksiz bilgilerle sulandırmayalım. Çünkü ben koptu mu gidiyorum biliyorsunuz oradan oraya.)

Peki neden oyunun adı Still life?
çünkü imkansız bir aşkın içinde donup kalmış, kısa bir zaman için yaşamanın gerçekten ne demek olduğunu farketmiş ama artık yaşamayan iki insanın kompozisyonu da ondan.


encounter kelimesini pek severim:

Filmin ismini neden değiştirdiler acaba?  David Lean (filmin yönetmeni) mi değiştirdi acaba?

David Lean filmin en can alıcı sahnesini (ki afallatıcı, izleyiciyi bir anda dona-bırakan müthiş dokunaklı bir sahne,  bir sanat eseri olduğunu düşünüyorum)  filmin içinde iki kere kullandığı yetmemiş, başlıkla da vurgu yapayım mı demiş acaba?

ve sonra encounter kelimesini yeniden düşünüyorum. Bu kelimenin içinde karşılaşma dan  fazlası var.
Definition of encounter 



to come upon face-to-face
3to come upon or experience especially unexpectedly
a particular kind of meeting or experience with another person a romantic encounter
bir sürü insanla yanyana veya yüz yüze geliyoruz ama birbirimizi algılamadan geçip gidiyoruz. Hatırlamadığımız pek çok yüzle karşılaşıyoruz her gün öyleyse burada bahsedilen karsılaşma öyle bir karsılaşma olmasa gerek.

'encounter' görme eyleminin ötesine geçip algılama ve bir bağ kurma durumuna da kapsayan bir fiil öyleyse.



şık bir vurgu yani.


evet bu öyle değil, böyle bir karşılaşma; kaderin ağlarını o gün, o tren garı kafesinde öresi varmış; doktorla ev hanımı bu ağa takılmışlar. Ama ne mümkün tabi.
Yıl 1945;  kadının iki küçük çocuğu ve bir kocası var, belli bir sosyal hayatın içinde bir kimliği var, Doktor desen; o da evli barklı, mevki sahibi yaşını basını almış bir adam.
Olacak iş değil yani.
Ama gel gör ki; gönül ferman dinlemiyor.
İşte gönül neden ve nasıl ferman dinlemiyor?
film genel anlamda bunu anlatıyor.
(Son sahneyi söylememek icin kıvranıyorum şu  anda, seyretmemiş olanlar vardır diye... ama çok acayip apışıp kalıyor insan onu da söyleyeyim)


Filmle ilgili başka söyleyebileceğim:
siyah beyaz olmasına rağmen zamansız bir film.  Su gibi akıyor.
Çünkü Celia Johnson sizi ekrana kitliyor resmen.

İyi seyirler o zaman!


NOT:

Celia Johnson 1946 en iyi kadın oyuncu oscarını Joan Crawford’a nasıl kaptırır aklım almıyor. Mildred Pierce filmini de izledim, bence Joan Crawford Hulya Kocyiğit’ten bir tık daha iyi diyelim. meraktan diğer adaylara da baktım Celia Johnson’un performansının yanına yaklaşabilmiş bir aday yok o sene.
Kadın döktürmüş resmen.


27 Kasım 2019 Çarşamba

ROMANTIK MARATON # 2 BREAKFAST AT TIFFANY'S

Romandan şu alıntıyla başlayalım


“ 'vahşi birşeyi asla sevme Bay Bell’ dedi Holly. ‘Doc’un da yanlışı buydu işte. Vahşi şeyleri tutup eve getirirdi hep. Kanadı yaralı bir şahin mesela. Bir keresinde bacağı kırık bir vaşak getirmişti. Yavru filan da degildi ha.  Ama vahşi bir şeye kalbini veremezsin; bunu yaptıkça onlar daha da güçlenir. Bir gün ormana kaçacak kadar güçlü hissederler. yada bir ağaca uçacak kadar, sonra daha yüksek bir ağaca. sonra da gökyüzüne. İşte sonun bu olur. Mr. Bell. Eğer vahşi birseyi sevmeye teslim olursan sonunda kendini gökyüzüne bakar bulursun.”

(“Never love a wild thing, Mr. Bell,' Holly advised him. 'That was Doc's mistake. He was always lugging home wild things. A hawk with a hurt wing. One time it was a full-grown bobcat with a broken leg. But you can't give your heart to a wild thing: the more you do, the stronger they get. Until they're strong enough to run into the woods. Or fly into a tree. Then a taller tree. Then the sky. That's how you'll end up, Mr. Bell. If you let yourself love a wild thing. You'll end up looking at the sky.” )

Capote böyle diyor romanda; Blake Edwards, Çılgınlar Kraliçesinin yönetmeni, bunu ana karakterimiz Holy’e (Audrey Hepburn) ilk ağızdan söyletiyor. Son derece dokunaklı bir sahne gerçekten. 

Breakfast at Tiffany’s romantik komedilerin hasıdır bence. Tam bir kült. Mekanlarıyla, kostümleriyle, olay örgüsüyle ve anlatımıyla zamansız. 

Yaralı vahşi bir kuşun aşka düşme macerasını anlatır. Holly asıl adı Lola May, küçük bir Amerikan kasabasından kaçıp New York’un crème de la crème cemiyet hayatının tam ortasına bir şekilde konmuştur. Filmin ortalarına gelene kadar bu kızın tam olarak olayı nedir hiç anlayamayız. Film ilerledikçe kendisinin de ne aradığını, nereye gittiğini hiç bilmediğini fark ederiz. 

meşhur Moon River performansı:



Tesadüf bu ya, aşk onu bulmuştur bir şekilde.
Holly film boyunca tüm zarafetiyle ve tatlılığıyla  kaçınılmaz olan aşktan seke seke kaçar durur.  

Havası kimedir? Kendine mi?

Holly Manhattan’ın göbeğinde bir ev tutmuştur. Sosyetenin gözbebeğidir diyebiliriz. Parti kraliçesidir. Yolda gören ‘bu herhalde bir milyarderin kızı veya karısı filan’ der. Öyle bir tavır içinde takılmaktadır. Şey gibi... Edie Sedwick gibi. (ama o gerçekten mirasyediydi) Bizimkisi başarılı bir çakmadır oysa.  Bu da tuhaf bir paradox bu arada. Edie’nin yaşam tarzı olarak Holy’den etkilendiği söylenir. (Gerçeğin taklidini taklit etmesi paradoxu - sulandırmayalım.)







Malum bu film aynı zamanda bir ikon kraliçesi yaratmıştır. Gözlükler, gölgeli saçlar, little black dress, inciler, babet ayakkabılar vs. vs.

Filmi seyrederken Holly’nin bir sanatçı oldugunu farketmelisiniz. Onun sanat eseri kendisidir. Tüm o stiliyle kendini yaratmıştır. Bir de isim koymuştur. Asıl adı Lola May’dir.  İşte bütün bu emeği bir aşk uğruna çöpe atmak istemez ve direnir. O direndikçe biz eğleniriz. Acı içinde kıvranmaktadır aslında. 


istikrarlılığa a karşı özgürlük

özgürlüğüne düşkün olduğu için mi istikrarlı iliskiden kaçmaktadır?  Dairesini yaşamak için dekore etmemiştir. bavulu salonun ortasında durmaktadır.  Herkese kendisi de dahil olmak üzere isim takar ama kedisinin isimi yoktur.

kedi

Böyle bir kedi olamaz. Bir de sarman ki sormayın. Filmde başına gelmeyen kalmadı hayvancağızın gıkı çıkmadı. 



Parti kafası
Filmi seyrederken en keyif aldığım sahnelerden birisi de parti sahnesiydi. 1950’lerin ev partileri böyle oluyormuş demek. 
Buyrun keyifli seyirler!
















24 Kasım 2019 Pazar

ROMANTIK MARATON # 1 PATERSON

Genelde esas oğlan esas kızla kaderin cilveli kafalarında, çeşitli badireler atlataraktan, mutlu son güzergahına saptığında film biter malum.  Romantik filmin olayı nedir arkadaşlar? Kadınla adam kavuştuğunda yani 'gerçek aşk’ ya da bize 'gerçek olduğu yutturulmaya çalışılan aşk' vuku bulduğunda bi yutkunmak, bi oh çekmek ve özellikle de bir kaç, gün, ay, yıl vs sonrasını düşünmemektir.

Bu sebepten mütevellit Paterson bildiğiniz romantik filmlerden değil.
Ama izlediğim, 'kelimenin tam anlamıyla en romantik' filmlerden biri.

kelimenin tam anlamı:


romantik
sıfat
  1. 1. 
    davranışlarında duyguların, düşlerin ve coşkuların aşırı biçimde etkisi bulunan (kimse).
  2. 2. 
    gerçekçi olmayan, düşçü (kimse, görüş).



karakterlerimiz; yani esas oğlan (Adam Driver) ve esas kız (Golshifteh Farahani) gerçek aşk boyutuna film başlamadan epey bi önce geçmiş; orada öylece kalmış, kendilerine sıradan ve ötekilere (biz izleyicilere) son derece tuhaf görünen gündelik yaşamlarına devam etmektedirler.


Esas oğlan New Jersey eyaletinin Paterson kasabasında (bu arada Türklerin de en yoğun olarak yaşadığı Amerikan kasabasıdır ama filmde ne hikmetse bir tekine bile rastlayamadık) otobüs şoförüdür. Bildiğin Otobüs Şoförü. Kendi ismi de kasabanın ismi gibi Paterson’dur. Aslında yüzüne baktığınızda bazen 16-17 yaşlarında bir oğlan çocuğuna bakıyormuşsunuz hissi yaratan bu uzun genç adam,  aynı kasabadan çıkmış meşhur şair William Carlos Williams hayranıdır; tıpkı onun gibi kimisine 'insan kibrit kutusuna şiir yazar mı canım?' dedirten cinsten şiirler yazmaktadır ve içten içe kendini onunla özdeşleştirmektedir. (O konuya sonra değineceğim)

Güzeller güzeli Iran asıllı karısı Laura ise... onu nasıl tarif edeyim bilemedim bir an!
Yani etrafınızda öyle biri olsa, hipnotize olur işi gücü bırakır onu seyredersiniz; o derece ilginç bir kişilik.
Monokrom takıntısından evdeki bütün nesneleri (kendi kıyafetleri ve yiyecekler de dahil) siyah ya da beyaza bazen her ikisine de boyayan, her gün dekorasyon değiştiren, en büyük hayali siyah beyaz cupcakeler pişirip onları sataraktan zengin olmak ile; internette reklamını görüp vurulduğu siyah beyaz harlequin gitarını çalmayı öğrenip ünlü bir country şarkıcısı olmak arasında gidip gelen bir kadın düşünün.

şöyle ki:




gelelim filmin cupidine yani Jim Jarmusch’a... Bence yaşadığımız çağın ilginç yönetmenlerinden biri. şanslıyız yani. Guardian’da çıkan bir review’da onun için şöyle diyordu yazar;

As a film-maker, Jarmusch likes to make movies about the world’s little details; about drifters and seekers and the rambling detours that add up to a life. (ny times)

belki de ondan pek seviyorumdur :D

Mevzumuz aşk olduğuna göre, onun aşka bakışından bahsedelim.
Soru: Aşkın gözü astiğmat mıdır? kör müdür?
bilemiyorum da;
Jim jarmusch bayağı şaşı bakıyor kanımca.

'aşk ve hayranlık birbirini besleyen hisler, bu konuda bir anlaşalım' diyor jarmusch.
'zaman kısıtlamamız yok tadını çıkarın' diye ekliyor. Romantikliği buradan geliyor.

'Kız öyle güzel uyuyor ve sabahları yarı uyur yarı uyanık sayıklarken öyle çıplak oluyor ki, akşam yemek diye önüme çamurdan cupcake getirse yerim.’
veya
'oğlan öyle sevecen ve öyle hayran ve öyle uzun ve dünyaya öyle yavru köpek gibi bakıyor ki; tüm dünya bir gün onun yazdıklarını okumalı ve ben de onun ilham perisi olduğum icin dünyanın en mutlu, en mühim kadını olmalıyım.’

Çok tatlılar çok.

onlar bu kafalarda takılırken, bu saçmalığa bizim (seyirci) gibi ağzı sulanarak bakmayan tek karakter (herhalde dünyanın en kafası bozuk köpeği odur) Marvin. 


bu arada Palm D’Or’da Adam Driver’la birlikte ödül almış. 'Palm Dog’ unvanına sahip.

///

filmde başka ilişkilere de tanık oluyoruz ki, her aşık şanslı olacak diye bir şey yok tabi.

misal 
Everett ve Marie’nin  hikayesi.




Bu da enteresan bir bakış açısı değil mi?
Bu noktada yine Barthes’den alıntı yapmak istiyorum.

‘Aşık olduğum için deliyim, bunu söyleyebildiğim için de değilim, imgemi ikilerim; kendi gözümde çılgın (sabuklamamı bilirim), başkasının gözünde yalnızca mantıksızım.' 

Biraz da şiirden bahsedelim.
Jarmusch William Carlos Williams’i neden gözümüze gözümüze sokuyor?

Mithad Selim yazının bundan sonraki kısmını okusun diye :b (Bugün yazdığı 'no story’ başlıklı şahane öyküsü’nü siz de okuyun neden bahsettiğimi anlayacaksınız. )

William Carlos Williams aslında bugün St. Mary’s General Hospital olarak bilinen hastanede ölene kadar doktorluk yapmış bir Pediatrist (neyse sulandırmayalım).   Biyografi yazarı Linda Wagner soyle yazmış onun hakkında:
yazar olmak için, pediyatrist olmak için çalıştığından daha fazla çalıştı.
çünkü
yazmak onun için bir
'equipment for living, a necessary guide amid the bewilderments of life’ tı

(yaşamın şaşırtıcılığı/hayret uyandırıcılığıyla karşı karşıya kaldığında ihtiyac duyduğu hayatta kalma teçhizatı gibiydi yazmak onun icin.)

Herkese keyifli seyirler.

23 Kasım 2019 Cumartesi

ROMANTİK BİRAZ DA MELANKOLİK KASIM!

Romantik Filmler seyrediyor muyuz?


Kasım’ın sonuna geldik ama yetiştim maratona merak etmeyin. Bu arada Sibel liderliğinde maratona katılan tüm  bloggerlara selam olsun. Seçkiler bomba 👌

Sibel’in sayfasından maratona katılacağımı söylediğimde aklımda olan listeden bir iki filmi çıkarttım. Tekrara düşmeyelim diye. Bunlardan biri, Me and you and Everyone We Know’du.  Sibel yazacak, bekliyorum, ben de keyifle yorum yapacağım; çok çok severim çünkü o filmi. :D

Music from Another Room’u Devrik Cümleler’in listesinde gördüm.
Eternal Sunshine of the Spotless Mind, Adadenizi’nde;
Çikolata Sule Uzundere’nin sayfasında
Jules et Jim ve In the Mood for Love Kitap Kuşu’nda.
Love me if you Dare Perili Ev'de;
Notebook Periodic Library'de...


Hazırsanız
Kendi Listemi açıklıyorum o zaman :

maraton için 2 kısa film seçtim önden!

ilki  Hotel Chevalier;


Ah O Wes Anderson yok mu? afedersiniz ama tam bir piç kurusu. Bu kısa film’le  özlemi, yoksunluğu, kalp kırıklığını, korkuyu, kaygıyı, iradesizliği, tutkuyu, arzuyu, affetmeyi, şevkati, intimacy ve bağımlılığı, delirmeyi, unutmayı, ızdırabı, oluşu, olamayışı, dolayısıyla aşkı 12 dakikada anlatıyor. Onun için seçtim.

Filmde yaşanan kesit aslında 2007’de çektiği Darjeeling Limited filmindeki karakterlerden biri olan küçük kardeş Jake’in acılı aşk hikayesi. (Bu arada Darjeeling Limited (Küs Kardeşler) filmini seyretmediyseniz şiddetle tavsiye ederim. Owen Wilson, Adrien Brody ve Jason Schwartzman birbirinden kopuk üç kardeşi canlandırıyorlar. Oyunculuk muhteşem, mekanlar muhteşem, hikaye fena, dışavurum enteresan.  Neyse konumuz o değil. Sulandırmayalım. )

Evet tuhaflar ötesi bir tip olan Jake (Jason Schwartzman) ve  asıl filmde adı geçmeyen ve filmin sonunda çok dikkatli seyircinin tek bir karede görüp çakozlayabileceği canım Natalie Portman’ın hayat verdigi nev-i şahsına münhasır ve de esrarengiz kadının melankolik aşk hikayesi.

melankolinin mekanı, rengi, kokusu, müziği ve nesneleri?
filmi seyrederken bunlara dikkat etmenizi tavsiye ederim. O zaman Wes Anderson’a neden piç kurusu dediğimi anlayacak ve bana hak vereceksiniz sanırım.

Filmin Türkçe altyazılı linki ( https://www.youtube.com/watch?v=L5bzFCxIkKA)
Görüntü kalitesi biraz daha iyi olan orijinal versiyonu
https://www.dailymotion.com/video/x2tyzu3



filmin en can yakıcı iki repliği

Natalie: What ever happens, man, I don't wanna lose you as my friend.
jake: I promise, I will never be your friend.

////

Natalie: I never hurt you on purpose.
Jake: I don't care.



ikinci kısa filmimiz Baggage

Yönetmenimiz Ivan Kander aşk ve aşkın vazgeçilmezi olan kalp kırıklığı konusunda çok çok mühim bir noktaya temas ediyor bu kısacık filminde. Kendisini çok tebrik ediyor, - bir demet papatya bulsam yolliycam o derece- bir alıntıyla sizi filmi izlemeye davet ediyorum.

Alıntımız aşk ve edebiyat uzerine yazılmış gelmiş geçmiş en mühim kitaplardan biri olan Bir Aşk Söyleminden Parçalar yani A lover’s discourse’dan....
Canımın içi Roland Barthes şöyle diyor sayfa 95 Hayalet Gemi başlığıyla....

Aşk Nasıl Biter? -Ne biter mi ki?
Gerçekte , hiç kimse -ötekiler dışında hiç kimse- hiç birşey bilmez bu konuda : bir tur günahsızlık, bu sonsuzluğa göre tasarlanmış , kesinlenmiş, yaşanmış şeyin sonunu gizler. Sevilen nesne ne olursa olsun, ister silinsin ister dostluk bölgesine geçsin, onun ortadan silindiğini görmem:
bitmiş aşk artık ışıldamayan bir uzay gemisi gibi bir başka dünyaya doğru uzaklaşır: sevilen çın çın çınlıyordu; işte birden bir boğuklaşıvermiştir. (öteki hiç bir zaman beklendiği zaman ve beklendiği gibi silinmez.)


Baggage: a short romantic comedy from Ivan Kander on Vimeo.

film için link burada:
https://vimeo.com/46688487



Geçelim uzun metrajlı filmlere: Bu liste için ince eledim sık dokudum. Çok düşündüm ve en son bu 7’de karar kıldım. Genelde bu blogda film yorumunu kısa tutuyorum ama bu maraton için bir prensibi bozup her biri için eni konu film yorumu yazacağım inşallah.  Sıkı durun!!!

1.  Patterson
2.  Breakfast at Tiffany”s
3.  Brief Encounter
4.  Time Crimes
5.  Tony Takitani
6.  Wrist Cutters
7.  GREASE