gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini. Kocaman dalga dalga bulutlar yere o kadar yakın duruyorlar ki, insanın kement atıp birini tutası geliyor.- ister başının altına yastık yap ister midene indir. Bir tabak bol sulu fasülyeyi kocaman bir parça bulut etiyle götür, sonra da biraz kestirmek üzere uzan. Ne hayat ama! (hayalperestler- Patti Smith)
20 Ekim 2024 Pazar
19 Ekim 2024 Cumartesi
Aaa Drifter bloga mı dönmüş? Hayatta inanmam!
Geçenlerde elime bir kitap geçti ve içindeki bir bölümün içinden çıkamadım günlerdir. Yani çıkmak istemedim, hani bazen okuduğunuz birşey sizi kitler ya öyle…
sürekli bu okuduğum şeyi idraka işlemek için bi tuhaf bakıyorum etrafa, ne bileyim taşlara, bitkilere, çöpe…—evet çöpe ne olmuş? ve insanlara tabi… etrafta en çok onlardan var malum.
The Deluge’dan bahsedeceğim.
Günün tablosu ‘The Deluge’ yani ‘Tufan etüdü’
Leonardo Da Vinci’nin 1517- 18 arasında yaptığı söyleniyor.
Yukarıdaki tablo!
Az önce bahsettiğim kitapta okuduğum şeyi biraz idrak ettiysem bu tablo bir motion-picture .
Eni konu idrak ettiysem bu tablo bildiğin sinemanın ilk örneği.
Eh tabi tarihte biri sinema icad edilmeden sinema filmi çekecek olsa bu olsa olsa Leonardo olurdu.
Da Vinci tabiki.
Bu beni şaşırtmazdı.
Beni şaşırtan Leonardo Da Vinci’nin bu tabloya bir senaryo yazmış olması.
İşte bu senaryonun ingilizce çevirisine elimdeki bu kitap sayesinde ulaştım.
Bahsi geçen kitap Sergei Eisinstein (Potempkin Zırhlısı derdemez ışık yanar) Film Sense. Ve içinde dolaştığım bölüm ise “word and image”
İşte şimdi kelimelerin görüntüye dönüşeceği ve bu dönüşümden bir ses çıkacağı ana gelmiş bulunuyoruz.
Aşağıda paylaşacağım tekst bizzat Leonardo Da Vinci’nin kaleminden çıkmış.
Let the dark, gloomy air be seen beaten by the rush of opposing winds wreathed in perpetual rain mingled with hail, and bearing hither and thither a vast network of the torn branches of trees mixed together with an infinite number of leaves. All around let there be seen ancient trees uprooted and torn in pieces by the fury of the winds. You should show how fragments of mountains , which have been already stripped bare by the rushing torrents , fall headlong into these very torrents and choke up the valleys, until the pent-up rivers rise in flood and cover the wide plains and their inhabitants.
Again there might be seen huddled together on the tops of many of the mountains many different sorts of animals, terrified and subdued at last to state of tameness, in company with menand women who had fled there with their children. And the fields which were covered with water had their waves covered over in great part woth tables, bedsteads,boats and various other kinds of rafts, improvised through necessity and fear of death, Upon which were men and women with their children, massed together and uttering various crows and lamentations, dismayed by the fury of the winds which were causing the waters to roll over and over in mighty hurrocane, bearing with them the bodies of the drowned; And there was no object that floated on the water but was covered with various different animals who had made truce and stood huddled together in terror, among them woves, foxes, snakes and creatures of every kind, figitives from death. And all the waves that beat against their sides were striking them with repeated blows from the various bodies of the drowned, and the blows were killing those in whom life remained. Some groups of men you might have seen with weapons in their hands defeding the tiny footholds that remained to them from the llions and wolves and beasts of prey whoch sought safety there. Ah what dreadful tumults one heard resounding through the gloomy air, smitten by the fury of the thunder and the lightning it flashed forth, which sped through it, beating ruin, striking down whatever withstood its course! Ah, how many might you have seen stopping their ears with their hands in order to shut out the loud uproar caused through the darkened air by the fury of the winds mingled together with the rain, the thunder of the heavens and the raging of the thunderbolts! Others were not content to shut their eyes but placing their hands over them, one above the other, would cover them more tightlyin order not to see the pitiless slaughter made of the human race by the wrath of God. Ah me, how many lamentations! How many in their terror flung themselves down from the rocks! You might have seen huge branches of the giant oaks laden with men borne along through the air by the fury of the impetuous winds.
How many boats were capsized and lying, some whole , others broken in pieces, on the top of men struggling to escape with acts and gestures of despair which foretold an awful death. Others with frenzied acts were taking their own lives, in despair of ever being able to endure such anguish; Some of these were flinging themselves down from the lofty rocks, Others strangled themselves with their own hands; Some seized hold of their own children, And with mighty violence slew them at one blow; Some turned their arms against themselves to wound and slay; others falling upon their knees were commending themselves to God. Alas! How many mothers were bewailing their drowned sons, holding them upon their knees, lifting up open arms to heaven, and with divers cries and shrieks declaiming against the anger of the gods! Others with hands clenched and fingers locked together gnawed and devoured them with bites that ran blood, crouching down so that their breasts touched their knees in their intense and intolerable agony. Heards of animals , such as horses , oxen , goats , sheep, were to be seen already hemmed in by the waters and left isolated upon the high peaks of the mountains, all huddling together, and those in the middle climbing to the top and threading on the others, and waging fierce battles with each other, and many of them dying from want of food. And the birds had already begun to settle upon men and other animals, no longer finding any land left unsubmerged which was not covered with living creatures. Already had hunger, the minister of death, taken away their life from the greater number of animals, when the dead bodies already becoming lighter began to rise from out the bottom of the deep waters, and emerged to the surface among the contending waves; and there lay beating one against another, and as balls puffed up with wind rebound back from the spot where they strike, these fell back and lay upon the other dead bodies. And above these horrors the athmosphere was seen covered with murky clouds that were rent by the jagged course of the ragging thunderbolts of heaven, which flashed light hither and thither amid the obscurity of the darkness…
Tekstin drifter çevirisi;
Oradan oraya savrulan parçalanmış ağaç dallarıyla ve sayısız yaprakla karışmış karanlık ve kasvetli havanın devasa bir ağ gibi, biteviye yağan yağmura eklenen doluyla birlikte esen zıt rüzgarların hızına yenik düştüğü;
etrafında, rüzgarın şiddetiyle köklerinden sökülmüş ve parçalanmış kadim ağaçlar görülsün.
Dağlardan kopmuş kaya parçalarının, hızla akan sellerin içine yuvarlanıp vadileri tıkayarak, taşkın nehirlerin yükselmesine ve geniş ovaları ve düzlükleri kaplamasına yol açtığını göstermelisin.
Yine, dağların tepesinde toplanmış farklı türden hayvanlar… korkmuş ve nihayetinde evcilleşmişler. çocuklarıyla birlikte oraya sığınan kadınlar ve erkeklerle biraradalar.
Dalgalar altında kalmış tarlaların üzerini zorunluluktan ve ölüm korkusundan emprovize yapılmış sal işlevi gören masalar , karyolalar, kanepeler kaplanmış olsun. Üzerlerinde kadınlar, erkekler ve çocukları birlikte toplanmış halde, rüzgarların şiddetiyle çalkalanan dalgalarla birlikte yuvarlanıp duran suların ortasında, boğulmuşların cesetlerini sürükleyen güçlü kasırga karşısında korku içinde çeşitli çığlıklar ve ağıtlar yakarken görülsün.
Sular üzerinde yüzen tüm hayvanlar barış ilan etmiş ve korku içinde birbirine sokulmuş…farklı farklı hayvanlar…aralarında kurtlar, tilkiler, yılanlar ve ölümden kaçan her tür yaratık...
Bakanın izleyeceği şu;
Ve vuran her dalga, boğulmuşların cesetleriyle onlara tekrar tekrar darbe indiriyordu ve bu darbeler, hayatta kalanları öldürüyordu.
Bir yandan, kalan küçük ayak izlerini korumak için ellerinde silahlarla, aslanlardan, kurtlardan ve orada güvenlik arayan diğer yırtıcı hayvanlardan kendilerini savunan insan grupları…
Ah, ne korkunç bir kargaşa o kasvetli havada! Göğün öfkesinden gelen gök gürültüsü ve şimşekle dövülen hava, her neye çarptıysa onu yıkıma uğratarak yoluna devam ediyordu!
Ah, nasıl bir gürültü. İnsanlar, rüzgarın şiddetiyle yağmur, gök gürültüsü ve yıldırımların karıştığı o karanlık havada yükselen gürültüyü duymamak için elleriyle kulaklarını kapatıyordu!
Bazıları sadece gözlerini kapatmakla yetinmiyor, ellerini üst üste koyarak Tanrı'nın gazabıyla insanlığın acımasızca katledilişini görmek istemedikleri için gözlerini daha sıkı kapatıyordu.
Ah, ne çok ağıt!
Korku içinde kayalardan kendini atan kaç kişi vardı! Dev meşe ağaçlarının devasa dalları, rüzgarların şiddetiyle havada sürüklenirken üzerlerinde insanları taşıyordu.
tekneler devrilmiş ve kimisi bütün, kimisi ise parçalara ayrılmış bir şekilde, kaçmaya çalışan insanların üzerine düşmüş… insanların can havliyle sergilediği hareketler ve jestler korkunç bir ölümü önden haber veriyordu.
Bazıları ise çıldırmış, bu acıya daha fazla dayanamayacaklarını düşünerek kendi canlarına kıyıyorlardı; Bazısı kendini yüksek kayalardan aşağıya bırakıyordu. Kimisi kendi elleriyle kendini boğuyordu; Bazıları çocuklarına sarılıyor ve onları tek bir darbeyle öldürüyordu; Bazıları silahlarını kendilerine doğrultup kendilerini yaralıyor ve öldürüyor, bazıları ise diz çöküp kendini Tanrı’ya adıyordu. Ne yazık! Kaç anne boğulmuş oğullarına dizleri üzerinde ağıtlar yakıyor, onları kucaklarına alıyor, kollarını göğe açıyor ve çığlıklarla tanrının gazabına haykırıyordu!
Diğerleri ise yumruklarını sıkarak, parmaklarını kenetleyerek, onları kan akıtan dişlerle ısırıyor ve dizlerine kadar eğilmiş, yoğun ve dayanılmaz acılar içinde kendilerini yiyip bitiriyordu.
At, öküz, keçi, koyun gibi hayvan sürüleri suların ortasında veya dağ zirvelerinde mahsur kalmış görünüyordu. Hepsi bir araya toplanmış, ortadakiler yukarıya tırmanıyor ve diğerlerini çiğneyerek yaşamda kalma savaşı veriyor, birçoğu açlıktan ölüyordu. Kuşlar artık üzerinde canlıların bulunmadığı bir kara parçası kalmadığı için insanlara ve diğer hayvanlara konmaya başlamıştı.
Açlık, ölümün hizmetkarı, hayvanların çoğunun yaşamını almıştı, bu esnada ölü bedenler hafifleyerek derin sulardan yüzeye çıkmaya başlamış, çarpışan dalgaların arasında yüzeye vuruyorlardı; birbirlerine çarpıyorlar ve rüzgarla şişmiş toplar gibi çarpıştıkları yerden geri sekip diğer ölü bedenlerin üzerine düşüyorlardı. Ve bu dehşet sahnesinin üstünde, gökyüzü karanlık bulutlarla kaplanmış, göğün öfkeli şimşekleriyle yarılmıştı. Şimşekler bu karanlığın ortasında oraya buraya ışık saçıyordu...
Of Leonardo valla içim şişti. Git santa croche’de bi pizza ye yanına da bi toscana şarabı aç. Bu ne be, gece kıçın açıkta mı kaldı. El insaf!
Neys!
Bu da 1988 yapımı CGI
8 Ekim 2024 Salı
3 Eylül 2024 Salı
Drifter’ın düşünce balonu
Şimdi diyelim ki orta halli bir mahallede iyi kötü başını soktuğun babadan kalma bi evin var; onu satıp bir yıllığına boğazda yalı kiralıyorsun.
Anca 6 aylık ömrü kalmış birinin yapacağı hareket vallahi :o
Demek Galatasaray yönetimi de kendine o kadar ömür biçti.
Olsun 👏 taraftarımıza hayırlı olsun yılın bomba transferi.
Güle güle Kerem; hoş geldin Osimhen.
20 Temmuz 2024 Cumartesi
Drifter’la Prado’yu gezmek…#1
Dedim ki temmuz sıcağında ne yapılır?
-tabiki müze gezilmez; kışlar çuvala mı girdi drifter?
Ama rüyamda velasquez’i ve küçük prenses Margaret Theresa’yi gördüm naapcan?
Drifter rüyalarına verdiği anlamlar ve ani kararlarıyla meşhurdur.
-dedim ki kendi kendime; ben neden henüz Las Meninas’ı görmedim?
Ben!
Ki!
Bir vintage moda ikoncanı olan ben! küçük prensesin yıl 1656 barok outfit detaylarını yakından görmeden mi öleceğim?
Yil 2024
İstikamet Madrid Prado Müzesi.
İşin aslı ruhen yorulduğum bir muayyen donemimde fabrika ayarlarıma dönmek için kendimi bir müzeye atmam gerekiyordu ve epeydir görmek istediğim bir kaç tablonun bir arada sergilendiği Prado’yu tercih ettim. Temmuz’da yabancı turistin en az olduğu ispanya şehridir Madrid, bir de öyle birşey var. Turist niye Ankara’ya gitsin gibi birşey…
Biraz Prado müzesinden bahsedeyim.
En ciddi Velasquez ve Goya koleksiyonuna sahip. Son derece zor gezilen bir müze çünkü saçma bir mantıkla rota çizilmiş. Ön hazırlık yapmadan girerseniz çok sıkılabilirsiniz ve müze haritasında belirtilen tabloları bile göremeden çıkarsınız. bu uyarımı dikkate alın derim. Diğer seçenek rehberle gezmek ki bence süper gereksiz ve çok pahalı. okuyanlarım arasında tur rehberi olan yoktur diyerekten sallıyorum dikkat! Bugüne kadar wikipediden öteye birşey anlatan ilginç bir detay yakalayıp kafa yoran bir tane bile rehber görmedim. Ayrıca bir müzeyi rehberle geziyorsanız onun planına tabisiniz, istediğiniz tablonun önünde istediğiniz kadar duramazsınız. Hayatımda bir kere rehberle müze gezecek oldum hiç bir keyif almadım akşam kitabı okuyup ertesi gün müzeye tekrar gittim. Benim kadar müze delisi olmasanız da ön hazırlık herzaman iyidir.
Drifter kardeşiniz bunun için var zaten sizi Prado müzesine hazırlamak için…
Başlıyoruz o zaman.
17 yy ispanya:
denizlerin hakimiyiz dolayısıyla nerden geldiği belli olmayan bissürü altınımız var… uuu beybi zengin miyiz neyiz? Mağriplilerden de kurtulduk turbo katolikleşme kafasını topluma işledik mi sırtımız yere gelmez. O zaman haydi kilisecilik…
Ve fekat;
Bu arada tehlike Jaws müziğini vermiş alttan. Almanya’da Luther diyorum…
Nemünasebetçilik. Ben ona öyle diyorum kısaca.
Protestanlık = nemünasebetçilik :p
Ne münasebet kilise alacakmış bütün altını… gibisinden.
Yani tehlike büyük o yüzden;
mendil kadar tavan bulsalar Meryem , İsa, melekler, kuzu filan çizilecek.
Ressam aranıyor.
İşte Prado müzesinin giriş katındaki salonların yüzde sekseni size bunu anlatıyor ve özel bir fetişiniz yoksa fazla sardırmamanızı öneririm. Aslında bayağı hipnotize edici bir huşu salıyor tablolar ama müze çok büyük yormayın kendinizi giriş katında.
Öyleyse devam edip biraz Velasquez görelim.
Ne diyorduk? Hah Saraya ressam aranıyor.
Habsburg sülalesi bi ilginç…hiç mi karışmamışlar bunlar? Philip II ve Philip III aynısının tıpkısı. sanırsın tek yumurta ikizi. Philip IV ve kız kardeşi de tek yumurta olmayan ikizi. Hadi diyelim çocuk hem babasının hem halasının hem dedesinin hem büyük dedesinin aynısı oldu; havasından suyundan insan biraz ispanyol ifadesi taşımaz mı?
Bu tablodaki insanların ispanyol ırkıyla alakaları yok.
Ya da Velasquez baya baya şıftırtmış. Veya söylentiler doğru mu?
Bu mesela benim çok garibime gitti acaba müzeyi gezen insanlar da benim düşündüğümü düşünüyorlar mıydı?
philippe 4 kendine planet King dedirtiyor ve sürekli portre siparişi veriyor.
Bir yandan 30 yıl savaşları millet kan ağlıyor, adam kafayı portresiyle bozmuş. Ah bi akıllı telefon çağına doğsaymış fenomen influencer…
Kral selfiye meraklı olunca Velasquez hemen boşluğu görüyor anında sarayın kapısında yatmacılık.
Çok sıkıcı bir hayat gerçekten keşke birisi velasqueze deseymiş sen o güzelim yeteneğini ve bütün hayatını bu tuhaf sülalenin portrecisi olacam diye ne neden harcadın be güzel kardeşim?
Birşey daha var. Hadi insan özenir, ‘bu kadar 4. Filip olmuşum benim de dedem gibi yakışıklı bi portrem olsun’ diyebilir anlıyorum ama sonucu görüp daha Israr etmenin ne anlamı var. Malzeme buysa Velasquez ne yapsın? Yine içlerinde en przentabl Philippe 2 gibi görünüyor. O da en en en max, Justin Timberlake yani.
Neys zaten biz outfitlerde kalalım. Velasquez’e portreci diyenler yanılıyorlar bana soracak olursanız ki sormasanız da söylüyorum bence velaskez moda fotografçılığının babası derdim. Bunu neden söylüyorum? Çünkü müzede philipler’den başka hatta çok daha ilginç kıyafetli saray insanının tablolaştırıldığını göreceksiniz bunların içinde soytarılar ve cücelerin fazla olduğunu söyleyebilirim. Ve yakaladığı detaylar, insan vücudu ve kıyafet ilişkisi, duruş, ifade ve stil armonisi vs çıplaklık imajı.
İşte bi bu noktada kalbimi çaldı Velasquez yoksa nato kafa nato mermer, boşa geçmiş bir hayat diyebilirim velasquez’inkine. Sanatı ve yeteneği için demiyorum. Kişisel gelişimi için diyorum. Bir goya değil çünkü. Bunu neden söylüyorum? Sanatında bir transformasyon yok. onu görüyorsunuz. Ölene kadar aynı şeyi çizip durmuş.
Las Meninas’la ilgili söyleyeceklerime gelmeden önce bir ressama dikkat çekmek istiyorum. Yine Velasquez’le alakalı olduğu için. Juan Carreno de Miranda.
Saraya kraliçenin portrecisi olarak geliyor. Bana sorarsanız yine sormasanız da söyleyeceğim, müzedeki en görülesi tablolardan ikisi ona ait. Bu tabloları atlamayın derim. Arayın bulun, sorun.
Bu iki tablo Eugenia Martinez Vallejo tabloları. The Monster clothed and The Monster Undressed.
İşte sanat tarihçilerinin ikiye bölündüğü noktadayız.
En sevdiğim polemikler.
Velasquez Las Meninas’ı 1656’da çizmiş. Tablo’da prenses haricinde bir çok insan var ve bu insanlardan iki tanesi ‘dwarfs’ tabir edilen sarayda kadrolu cüceler. entertainers diye de geçiyor ve Philip’in sarayında o kadar çok kadrolu ‘dwarf’ varmış ki inanamazsınız. hepsi birer şahsiyet düşünsenize portreleri çiziliyor veya tablolarda prensesin yanında resmediliyorlar. Bu noktaya dikkatinizi çekmek istedim çünkü Eugenia Martinez’le ilgili tartışma buradan başlıyor.
Las Meninas’daki, sağ köşedeki Maribarbola ( bir dwarf ve prensesin maiyetinde) o kadar üzgün görünmüyor ama Eugenia bambaşka gerçekten içiniz parçalanıyor. ‘Neden’ diyip duruyorsunuz? İsyan ediyorsunuz ama bir yandan da acaba o iki tablo olmasa nereden bilecektik?
Eugenia’nın hikayesi şöyle.
Saraya 6 yaşında 70 kilo olarak geliyor. Doğumu esnasında annenin yaşadığı bir komplikasyona bağlı prader willi sendromu gelişmiş çocukta. (Wikipedi öyle yazıyor.) Kimisine göre çok şanslı, bu sendrom sayesinde saraya alınıyor ve hayatı Kraliçenin yanında sarayın kadrolu ‘eğlendiricisi/soytarısı’ olarak garanti altına alınıyor. Kimisine göre ise hayatı boyunca obeziteden muzdarip ve her saray eğlencesinde bedeni teşhir edilen bir insan.
Sonra bu Velasquezin gölgesinde kalmış saray portrecisi ressam Juan Carreno de Miranda Eugina’nin tablosunu yapmaya kalkışıyor. Iki tablo var birinde muazzam bir kırmızı balo elbisesi giydirilmiş. Ama elbisenin rengi Kumaşı detayları… masallardaki gibi. Diğer resimde ise çırılçıplak. Ve bu öyle bir çıplaklık ki mikelanjın şapel tavanına resmettiği boğumboğum etleri olan tatlı melek çocuklarla Michelin logosu sertliği arası bir imaj. Ve üstüne üstlük o kadar gerçek ki fırça darbeleri fotoğraf hissiyatında. Ve bununla beraber tek ilgilendiğiniz şey çocuğun yüzü, bakışı, gözlerindeki o kırıklık.
Gerçekten üzülüyorsunuz. Asabınız bozuluyor, içinizden ve hatta dışınızdan küfrediyorsunuz ressama. Bu çocuğa bu işkenceyi nasıl yapabildin diye.
Fakat bir an düşündüm.
Bu en nihayetinde bir fotograf değil tablo. istese çocuğu daha mutlu bir ifadeyle çizebilirdi tıpkı o meleklerin bebekliğinde şekerliğinde pozitifliğinde. En azından bu kadar gerçekçi bir hüzünle çizmeyebilirdi çünkü söylüyorum gerçekten çok rahatsız edici.
Öyleyse bunu bir amaca yönelik mi yaptı? Birşey mi anlatmak istiyordu, anlayana anlamak isteyene? O gün bu bir cesaret miydi?
Bilemiyorum.
Ama şu gözlere bakın lütfen.
Bir sonrakinde Goya'yı güzelleyeceğim inş.
20 Nisan 2024 Cumartesi
Yoruma kapalı Film eleştirisi olmayan film eleştirisine inatla yorum
Biraz geç kalmış bir yorum olacağı için bu yorumu bloga taşıyayım dedim.
Özellikle Mithad Selim gibi, denizinde dalgasında, kedisinde martısında, sarışınında kumralında, metrobüsünde vapurunda: bu kadar yumuşak tabiatlı bir insanı delirtecek ne filmi çekmiş bizim Wim Wenders diye acayip merak ettim ve Perfect Days’i izlemek için yanıp tutuştum bütün hafta (Yazıya vuruldum bu arada)
Evet bütün hafta…
çok işim vardı bi sürü dünyayı kurtarıyordum onun için ancak yazabiliyorum.
Wim wenders’la şehir gezmeye bayılıyorum. Adam tam benim kafada. İlk defa gittiğiniz bir şehirde görmeyi planlamadığınız ne varsa onu çekiyor. Sırf bunun için bile onu sevebilirim. Ama onu en çok Buena Vista Social Club’i çektiği icin seviyorum. O bu filmi çekmeseydi ben şu anda bu ben ve burada olmazdım. (Burası kişisel tarihime giriyor dikkate almayınız.)
Ama bu ayrıntıyı veriyorum ki Wim Wenders sinemasına ne kadar subjektif yaklastığımı bilin. Ve fekat, bununla beraber eleştiri olmayan film eleştirisi yazısında Mithad Selim’in ‘bu filmleri seyrederken ne yiyor içiyorsanız…’ çıkışını çok haklı buluyorum. O yazıdaki bir çok şeyi haklı buluyorum ve biraderinin cevaben yazdığı pek çok seyi de çok haklı buluyorum.
Filmi seyrettiğim için de her ikinize de teşekkür ederim ama, bu filmi bazı yerlerine karnımı tuta tuta güldüğüm Mithad Selim’in eleştiri olmayan film eleştirisini okumasaydım seyreder miydim bilemiyorum yani.
Gelelim mevzuya,
film eleştirisi olan bir yazı yazacağım bu noktadan sonra. Spoiler de içerebilir hiç içermeyedebilir bilemiyorum yazının gidişhatını öngöremiyorum. Ama filmi seyredince okursanız daha bi iyi olabilir sanki. Neyse…
Yine aklımda deli sorular.
Wim Wenders abicim sen bu hikayeyi bize niye anlattın?
Niye Tokyo? Niye Tokyo da bir tuvalet? Tokyo’da asgari ücret kaç yen?
Hayata Hirayama’nın perspektifinden bakabilmek, hem o kadar izole/yalnız olup hem o kadar ‘iyi hissetmek’ etrafında dönen yaşamı izlerken; you know what mean 😉 kafasında bir iyi hissetmeden bahsediyorum, hem o kadar dertli olup hem o kadar yumuşak kalabilmek… Bütün bunlar için nasıl bir işte çalışıp kaç para kazaniyor olmak lazım Turkiye Cumhuriyetinde?
Soruyorum çünkü çok yeşilleniyorum bu kafaya ezelden beri.
Soruyorum çünkü ben bu hesabı yapamadım zamanında.
Ve kendimi yollara vurdum.
Güneylere giderim diye planlamıştım ama, kendimi her allahın günü yaz kış demeden sulu zırtlak ağlayan bulutların altında yaşarken buldum. Başını gökyüzüne kaldırdığın anda alnının ortasına şıp diye yapıştırıyor yağmur.
You know what I mean?
15 gün güneş çıkmadığı oluyor kışın.
Yani Wim Wenders abicim ekönömi denen birşey var insan hayatında hiç duymuş muydun?
Hafifleyelim hafifleyelim de nereye kadar? Bütün dünyevi hırslarımızdan vaz geçelim; eşyayı itelim, yemeği zevkten çıkartıp hayatta kalabilme düzeyine indirelim, suyu sabunu haftada bir görelim… Bütün bunlar mümkün, ama bu koşullarda yaşayan birinin kitabı sahafta, müziği spotify’da bulmuş olsa bile, iki satır ‘you know what I mean kafası’ yaşaması mümkün değil Turkiye Cumhuriyetinde. Tokyo’yu bilmem, onun için soruyorum asgari ücret kaç yen diye.
Wim Wenders Alman. Almanya’nın Hollanda’ya yakın bölgesinde büyümüş birisi. Almanya’yı bilemiyorum ama Hollanda’dan çok farklı olacağını sanmam. Hollanda’da vasıfsız işçi olarak, asgari ücretle calışma koşullarını iyi bilirim. Gerçekten insana ‘ben bundan sonra bu rutinde, ne uzayıp ne kısalarak yasar; ve burada, bana yeter de artar bile aşım, kaygısız başım şeklinde ölürüm yea, ‘you know what I mean kafası’ yaşatır.
Sabah yataktan kalkar, sırtına bir sewatshirt bir kot geçirir, recruitment bürosuna gidersin. Ben vasıfsız işçiyim, çalışmak istiyorum dersin. sana iş bulmaları iki gün sürmez. Atıyorum tuvalet temizleme işi mi çıktı;
önce sana tüm techizatını temin ederler, kısa bir tutorial’da işinin içeriğini ve sınırlarını anlatırlar, insan kaynaklarından biri sana işçi haklarını anlatır, güvenlik ve sağlık tipleri verilir maske eldiven vs gibi hijyenine yardımcı malzeme verilir, kullanırsın kullanmazsın o sana kalmış.. ve işe başlarsın. Maaşın istersen haftalık yatar, yani bir hafta sonunda hesabında seni ister kitapçıya ister plakçıya, ister starndart bir restorana götürecek paran olur, yağmura da aldırmazsan, başını gökyüzüne kaldırır, göğe uzanmış dalların arasında tünemiş kuşları fark eder, seslerini duymaya başlarsın, you know what I mean?
Ve bilirsin ki, artık sen istemediğin sürece bu refahını hiç kimse bozamaz.
Bunu eli kalem tutmuş birisi de olsan, bir gün patrona kafan atarsa yapabilirsin. Hocaya bilenip okulu bırakabilir, anana babana delirip evi terk edebilirsin.
Şimdi Wim abi sen diyorsun ki, dünyevi hırslarınızdan vaz geçerseniz ve kisisel izolasyonunuzu korursanız dünyanın neresinde olursanız olun iyi hissedersiniz.
Mi acaba?
Bazen ne düşünüyorum biliyor musunuz?
İnsan yirmili ve otuzlu yaşları arasında birşeyler yaşıyor ve aslında hikayesi o evrede oluşuyor. Çünkü yaşamakla meşgulüz o evrede, bildigin debeleniyoruz. Hikaye budur. Insanın aslında anlatacak hepi topu bir iki hikayesi vardır. Kimimizinki gerçekten enteresandır kimimiz de olanı biteni çok enteresan bir bakış açısıyla anlatırız.
Sinemacılar enteresan insanlardır. Her iki türlüsü de de düşünülebilir onlar için. İyi ki de öyleler. Onun için ekrana yapışıyoruz.
Ama bir nokta var.
Sinemacı o bir iki hikayesinden seçip anlattığında ve bu ilgi gördüğünde ‘sinemacı’ oluyor. Ve o noktadan sonra aslında gerçek hayatla bağlantısı kesiliyor. Yani o noktadan sonra sinemanın içinde yaşamaya başlıyor ve sonra anlatacağı hikayeler hikayenin içindeki hikayeler, fiction’un fictionu gibi. Artık yaşamı sadece tahayyül edebiliyor yaşayamıyor. Çünkü yaşaması gerekmiyor. Bilge Ceylan sinemasında da artık hissettiğim bu. Uzak’ı çeken Bilge Ceylan’ın yaşanmış bir hikayesi vardı. Bugün harika bir sinemacı ama artık yasanmış değil tahayyül edilmiş hikayeler anlatıyor. Bu fena birşey diye söylemiyorum, sadece bu böyle.
Bi Nina Simon dinlemeyelim mi?