28 Haziran 2012 Perşembe

why always me?

Almanya'yı tutuyorum, Almanları da hiç sevmem.
ama hissiyim ben! naapcan işte...
Pirlo'ya da hastayım... Balotelli'ye ölürüm, özellikle de şu en son benzincide "herkese benden benzin demiş" ya... idolüm kendisi. Ronaldo da gitti zaten penaltı atamadan...Bu turnuvanın tadı var mı söyleyin bana?
o zaman italya'yı tutsam mı acaba ama o zaman da İspanya'yla final oynar, ispanya yine kupayı napar yapar alırsa fena bozulurum. sevmiyorum ben barcelona'dan bozma ispanya milli takımını...sırf o yüzden Almanya alsın kupayı istiyorum. evet evet Almanya'yı tutuyorum. Kararım kesin.    


şimdi ilk yarı bittikten sonra ve canım Balotelli ikinci golü de attıktan sonra 
yok yok İtalya'yı tutmaya karar verdim...

bu balotelli cassillas'a da atar, kupayı da alır diyorum.

26 Haziran 2012 Salı

POMPEI ATEŞLER İÇİNDE...


Tumblr ya da facebook muamelesi yaptığım bloguma uzun uzun yazasım var bugün.
Baktım buralarda avare avare  dolanırken zevk-u sefa halindeki ruhum ara ara daralıyor, bir sızı, birşeyler… oturayım yazayım dedim bu akşam üstü.
Vallahi de özlemedim billahi de özlemedim memleketimi,  alsalar buralarda takılırım ömrümün sonuna kadar.
Bizim memleketin üstüne yokmuş, İstanbul 8 bin yıllık tarihiyle tartışılmaz bir numaraymış, sahillerimiz şöyleymiş, denizimiz böyleymiş, sanatımız, kültürümüz, dinimiz, imanımız allah allah diye tutmayın bizi oluyoruz ya bazan, aynı oduruma düştüm dün akşam;  “bar royale” denilen alkol satılan mahalle kahvesinde yerel halkla kaynaşıyorduk futbol izlemek suretiyle…kendimi bizim memlekete methiyeler düzerken buldum. Sonra bir utandım bu heriflerden biri -olmaz ya- kazara istanbul’a bodrum’a filan düşecek olsa hakkımda ne düşünecek acaba?  Yalancının ya da hayalcinin biri olduğumu. Gerçi ikisi de zaman zaman doğrudur.
Bugün öyle memleket havadislerine sörf yaparken cüneyt’in programını gördüm.  Zamanında Kral Abdullah’a  satılan “sevda tepesi”ne çıkan imar izninden bahsediyordu.  28 yıl önce satılmış 57 bin 140 metrekarelik koru… bu korunun suudi kralına satlmış olmasının ne kadar abesle iştigal olduğunu bırakıp kaç paraya satıldığını tartışmaya başladılar, bir ara 27 milyona mı 1 milyona mı? Fark edermiş gibi… sonra imar izninin neden şimdi çıktığı üzerine bir takım spekülasyonlar yapmaya başladılar, bu muhabbet de “eh sattık madem, kral da gelip tesis yapacak mış bari, bize ne menfaati olacak, hani okul mu yapacak van’daki depremzedelere konut mu yapılacak bu parayla’ya” bağlandı mevzu…  
Yapar tabi âlâsını yapar da… mevzu bu mu yani?   
Neyse  
Amalfi Coast denilen Salerno’dan Positano’ya uzanan sahil boyunu hem denizden hem karadan gezme şansına eriştim sonunda. Çook da öncelikli değildi benim için, Campania Bölgesi’nde ilgimi çeken çok daha başka şeyler var.  Aslına bakarsanız Amafli Sahillerinde Türkiye’den gelen biri için hiç enteresan bir şey yok, bizde ne sahiller var.  -ya da “var-dı” hatta bazıları için “var-mış-tı” diyeceğiz artık. çünkü bazılarını görmek hiç nasip olmayacak.
Vietri Sul Mare, Miori, Ravello, Amalfi, Positano hepsi birbirine benziyor ; İşte malum kalabalık turist kaynayan bir plaj, kimisinde marina ve muazzam tekneler, ufak bir sahil kasabası meydanı, hediyelik eşyacılar ve restoranlar, şıpıdık terlkili mahşeri kalabalık…






Amalfi Coast bir uçtan bir uca topu topu 40 km ama gel de arabayla gitmeye kalk. Saatler sürer, çünkü herifler tek bir kayanın kumuna, tek bir ağacın yaprağına dokunmamışlar, yol kimi yerde tek bir arabanın geçeceği kadar… sahil boyunda otel falan yok. Yapılacak desen o da yok, inşaat halinde filan tek bir yapı görmedim.  Arabayla 40 km falan gitmedik Miori’den geri döndük ilk gün. İkinci gün Salerno’dan tekneler kalkıyor Positano’ya kadar gidiyor dediler, daha makul geldi, iyi de oldu hakikaten akılcı olan buymuş. Denizden sırayla bütün kasabaları gördük, başımız göğe erdi. Tepelere baktıkça içim cız etti… bizde peyzaj peyzaj diyip duruyorlar, peyzaj öyle değil böyle olur der gibi korumuşlar memleketlerini. 




Capri’ye de bir sinirlendim.  Saat 5’e kadar kalabiliyorsun çünkü. Seni geri götürecek son tekne 5’de kalkıyor. Gece de kalayım dersen otelde kalacaksın ama yer yok, olsa da banka hesabımı boşaltacaklardı zaten.  Zaten beşe kadar caprinin tadı yok; capri diyince hani o keten gömlekli lofer ayakkabılı baş döndüren yakışıklı italyan erkekleri anlatılır ya…hani umrumda olduğundan değil de… babalar turist adadan çekildikten sonra meydana çıkıyorlarmış. Böyle bir duyum aldım… eh gecesine kalıp bir limonçello içemedikten sonra öğlen sıcağında capri’de ne işim var dedim gitmedim capri’ye filan.  Hayatta da gitmem gururlu insanlarız evellallah…
Neyse asıl anlatacağım başlığımdan da anlaşıldığı üzere Pompei arkadaşlar… Şimdi bu Pompei’ye gidicem diye gözüme uyku girmiyor birkaç gündür desem yalan olur. Hakikaten turistik muristik ama şu lavadan kaçamayıp taşlaşan adamları görmeden gitmek de istemiyordum. Pompei hakikaten belgesellerde de gördüğümüz gibi çok iyi korunmuş bir arkeolojik zone. 






Arkolojik çalışma gerçekten takdire şayan çünkü yer zemininden çok aşağıda bir çalışma yapıldığını görüyorsunuz,  şehrin üstü belki bir değil birkaç kere kaplanmış olmasına rağmen nekropoli denilen kısımın bu kadar muntazam ortaya çıkarılmış olması büyük başarı. M.S. 79’da Vezüv patlayınca hatta günü de belli 24 Ağustos; şehir lavların altında kalıyor, tam 2 gün sürmüş patlama… sonra 1748’e kadar kayıp… tesadüfen keşfedilmiş filan diyorlar, olur mu büyük çalışmalar yapılmış bulmak için. Ayrıca biraz da aslına uygun yeniden toparlamışlar anfitiyatronun basamaklarını filan… orada rehber anlatıyordu kulak misafiri oldum, “sadece 4 basamak orijinal diğerleri sonradan yapılmış” diyordu.     Oysa bizim Aspendos’ta Efes’de kıralı var yine aynı hesap üstelik bizimki orijinal…

(mesela burada görünüyor beyaz mermerler orijinal gerisi sonradan yapım.)


Pompei koca şehir gez gez bitmiyor, bir de sıcak, yandık kavrulduk…ama köşebaşlarında çeşmeler var, su değil şerbet akan… pet şişelerimize doldurup doldurup içtik, saçlarımızdan döktük. Bir saat öyle ağzı açık ayran budalası gibi dolandıktan sonra tek amacımız şu lavlardan kaçamayıp taşlaşıp olduğu yerde kalmış ve yaklaşık 2000 yıldır olduğu yerde ölümsüzleşmiş olan bedenleri  bulmak oldu. Ama ara ki bulasın, sormadığım turist kalmadı…”gördünüz mü, buldunuz mu? Ne tarafta olabilir?” onlarca değil, yüzlerce turist var etrafta, hepsinin elinde kameralar, kitaplar, haritalar… Almana sordum, Amerikalıya, ispanyola, italyana… kimse görmemiş bilmiyor, bir Amerikalı amca “onlar buradan götürülmüş Napoli’deki büyük müzeye koyulmuş olmalı” dedi.   Pompei’yi dört değil ondört döndük. Nekropoli’yi yani “ölüler şehri”ni  bulduğumuzda saat 5 olmuştu. 







Tam beş saattir en az 35 derece sıcağın altında yürümüştük. Umutlarımız da tükenmişti.  Sormadığımız kimse kalmamıştı ve kimse tatmin edici bir cevap vermiyordu, işin kötüsü “yok” da demiyorlardı. Sonunda biraz serinleyebileceğimiz bir ağaç altı görüp, bir sigara içip çıkalım dedik.  Nasıl anlatayım böyle hafif bir yokuşun ucunda bir ağaç nekropoli’ye tepeden bakıyor…  gövdesine sırtımızı yasladık. Bir iki dakika geçmemişti 20li yaşlarda bir İspanyol çift birbirlerine pet şişeyle su fışkırtarak aşağıda belirdi. Öyle salak salak oynaşıp şakalaşıyorlardı. Bir ara kızın elinden pet şişe fırladı oğlanın alnını sıyırdı, kız bu hareketin biraz densizce bulup kaçmaya başladı, oğlan da peşinden koşmaya… ve birden kız “Hiii” diye irkildi. İleride telle çevrilmiş kiremitle üstü kapatılmış kümes diyeceğim tuhaf kaçacak ama hakikaten kümes gibi görünen şeylerin önünde kalakalmışlardı. O an orada olduklarını anladım, Emre’ye “buldular” dedim. Hemen intikal ettik. Hakikaten tesadüfen bulmuşlardı.  Hayat gerçekten tesadüften ibaret… bütün gün ayaklarımıza kara sular inmek suretiyle arayıp bulamadığımız bedenleri iki zıpçıktı sayesinde bulmuştuk. Bu da böyle bir anımız oldu işte.  
Fotolar da burada…



                                                           



Kesinlikle saklıyorlar, çünkü görülmesi neredeyse imkansız bir yerde duruyor ve bulundukları yeri gösteren hiçbir tablea veya işaret yok. Sanki Pompei’de turistik anlamda gösterilenlerin dışında bırakılmışlar. Bu anlaşılabilir bir şey. Bu gördüklerimiz sonuçta heykelleşmiş olsalar da insan bedenleri.  Oradan taşınması mümkün olmayan bedenler, taşlaşmış ve toprağa kaynamışlar.  Bu nasıl bir kaderdir. Sonsuza kadar orada olacaklar. O hava koşullarında, anfitiyatronun basamakları yok olmuşken 2000 yıldır orada yatıyor olmaları nasıl bir mucize? İnsan yaşadıkça nelere şahit oluyor dedim kendi kendime…

19 Haziran 2012 Salı

Hermitage'da Rembrandt arar gibi aradım ama sonunda buldum onu... Banksy!!!




orada Piazza dei Gerolimini denen meydana yakın sıradan bir pizza restorantının arka kapısının yan duvarında birden karşımda belirdi.
büyülendim.
kalakaldım.








17 Haziran 2012 Pazar

PHOTOGRAPHIC WORKS OF THE DRIFTER 2012/ JUNE

THE BEAUTY OF URBAN DECAY/ GRAFFITTI- NAPOLI

sonunda çook uzun zamandır istediğim Campania bölgesi seyahatime Napoli ile start vermiş bulunuyorum. millet amalfi ve capri sahillerinde güneşin altında malak gibi yatıp, çok da daralınca cup cup denize girerken ben güney italyanın krizden en fazla nasibini almış belki de en köhne ama en hisli şehirlerinden biri olan Napoli'de daracık sokakları arşınlayıp şu naçizane THE BEAUTY OF URBAN DECAY serimin Napoli ayağını hazırlamaya uğraşırken tripten tribe giriyorum neden? çünkü kime napoli desem, "amman dikkat!!!" diyor, çok hırsız uğursuz varmış, nasıl olmasın...fotoğraf makinem çalınmasın diye üç buçuk atıyorum, daha kıymetli bişeyim yok üstümde allahtan. Ama o kadar da korkulacak birşey yok gibi, ilk günü tek parça halde atlattım.
öğrenci ve emeklilere terk edilmiş bu şehire bayıldım.
resimlere tıklayınca daha detaylı görünüyor...

















en çok da buna bayıldım...










                                                           








                                                                     bir de bu ikisi nefis işçilik...