3 Nisan 2020 Cuma

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #3


İnsan en çok kendiyle ilgilenir; ama bu ilgi bir yönteme dayanmaz ve kendini tanıma sorunu bilimsel bir yolla çözülemezse sonsuz bunalımlar karanlığına düşer birey. Değerini tam bilmeyen kişi, gereksiz yakınmalarla gün geçtikçe daha da bozulur ve çürüyüp gider. Kişisel değeri büyütmek de küçültmek de aynı derecede zararlıdır. Yola çıkmadan önce altından kalkamayacakları bir yükün altına girenler daha işin başında ezilip kaybolurlar; gerçek değerinin çok azını ortaya koyanlar da kısa zamanda tembelleşip bir işe yaramazlar. *

Kesinlikle bir yöntemim var. Zati kendimle ilgilenme yöntemim bu benim: 'çile çekmemecilik' diye düşünüyordum. 
Olric olsaydı...Yoktu henüz.

Buda’nın neferleriyiz; çile bülbülüm çile. Bi yogaya mı dursam?
Shakespeare’nin bir oyunu vardı;  All’s well that ends well. Çok güzel çevirmişler; ‘ yeter ki sonu iyi bitsin’... ayrıca sonsuz bunalımlar karanlığında filan değildim sadece d vitamini eksikliği... Annem WhatsApp call’dan denizi gösteriyor işe yarayacağını düşünerek...     
   



"Bütün değerlerimizi önce yok sayarak işe başlamalıyız. Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelikler olabileceğini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız.” *

not: kendimi okuduğum romanlardan tanıyorum; okuduğumu anlayabildiğim kadar anlıyorum. Hep göreceli, hep durumsal. Okuduğu romanlardan beni tanıyabilen biri beri geleydi, fikir teatisi olurdu.

- anne ben dönücem. 
- nereye?
- oraya.
bir nefeslik ara veriyor, o esnada belki bir açıklama getiririm diye bekliyor sanki. mecalim yok. anlıyor bi tuhaflık olduğunu.
- ne zaman?
- şimdi.
- nasıl?
- arabayla.
- ne diyosun be?
- ne bileyim? tek kelimelik sorularına tek kelimelik yanıtlar veriyorum. 
- hey allam, tövbe estafurullah! Nooluyo? 
sonunda 'neler oluyor?' sorusunu sormak aklına geldi. 
- noolsun iç güveysinden bi tık kötü. Fenalardayım, daralıyorum. Çok sıkılıyorum. Galiba tesisat sorunum da var. Salonun tavanında, üst kattaki duşun altına denk gelen yerde bir lekelenme var, kesin su kaçağı... Hem geçenlerde de sigorta attıydı hani telefon etmiştim ya babama...
- eee?
-anne bunlar nasıl anne tepkileri yeaaa?
- ne dediğini bi anlasam bi tepki vericem de; şu an ambale vaziyette dinliyorum. Neydi o Gunay Usta var diyordun çağır onu baksın. 
-Anne adam marangoz, ne anlar tesisattan? 
-Alevi diyordun anlayan birini tanıyordur. 
-Alevi olmasıyla nasıl bir alaka kurdun şu an?
- e sen demedin mi geçen çağırdığında  gelememiş Nazım Hikmet günü yapıyorlarmış derneklerinde, hatta seni de davet etmiş. 
-eee?
-sen anlamıyorsun. Aleviler sosyaldir; birbirlerini tutarlar. Hele gurbette daha bi başka. 
-Aleviliğe mi geçeyim , ben de mi Alevi olayım diyorsun? anlamadım.
Gülüyor.
-Eşek sıpası sen benimle dalga mı geçiyorsun? 

Anlıyorum tabi anlamasana.. ne düşünerek genellemeler yaptığını, algısının yönünü, nereden geldiğini; taaa nerelere gidebileceğini...bu yargı onda neden var? anı mı bellek mi? yargılarımız kendi istatistiklerimize dayanıyor. Tuhaf. 
- anne burda hiç güneş çıkmıyor yaa....Günlerdir  renksiz ışıksız, bazen sulu zırtlak, yetti canıma.  Ben dayanamayacağım. Döneyim artık diyorum.
- iyi döön....     ne zaman?
şimdi.
- hah başladık yine, hey allam!!! 
-ama sen de tekrara düşüyorsun napiyim?
- E hani dünya üzerinde insanca yaşanacak tek kıta avrupaydı?

bi es veriyor. sigara içiyor olsa bir nefes çekti diyeceğim. 


- Iyi dön ama... ondan sonra trafikte adam önüme kırdı, emniyet şeridini işgal ediyorlar,  yok çöpçü çöpü alırken konteynırın etrafındaki çöpleri yerde bıraktı, komşunun yeni mutfak inşaatı  pazar saat sekizde başladı diye oraya buraya saldırma.

- yok valla yeminle komşunun külüne molozuna ; matkabına muhtacım. O derece. 
- taze bitti canım hepsi kentsel dönüşüme gitti komşuların. Molozları duruyor tabi lazımsa.
-şakacı anne.
- dayan azcık daha aaaa..99. merdivenden inilmez. Bahar geliyor bir iki hafta izin alır gelirsin. Mayısta gel dut yersin. bir hafta geçmeden de ben döneyim dersin. 
annlamıyorsunuz, hiç anlamıyorsunuz. 
- al bak sana azıcık denizi göstereyim.
kamerayı dışa döndürüyor. Artık resmen uzvu gibi olmuş o telefonun bazı özelliklerine nasıl bu kadar hakim olduğuna, onları bu kadar çevik ve efektif kullanışına hayret ediyorum   bazen.  Annem yarı-sayborg gibi bişey.  İşte deniz görünüyor oralarda bir yerlerde, bahçesindeki badem ağacının dallarının ucundan.
- anne nispet mi yapıyorsun? çok bunalıyorum diyorum.
- arabayla gelme, uçakla gel. Tamam mı?
...

I really do!


Kişinin esasen eyleme geçmesi, esasen trompetlerin üflenmesine bağlı değildir. 
Anımsanan şey uzaklara atılabilir, ama tıpkı Thor’un savaş çekici gibi geri döner, hatta bununla da kalmaz bir güvercin gibi anımsanmayı arzular. Evet bir güvercin gibi, her ne kadar satılsa da, kimselere ait olamaz bir güvercin, çünkü o her zaman yuvaya geri uçar.
hafıza ise doğru hatırlamayla yanlış hatırlama arasında mütemadiyen silinir. Örneğin sıla özlemi dediğimiz şey nedir? Anımsanan bir şeyin yad edilmesidir. Sıla özlemi kişinin yokluğundan kaynaklanır. **

Issızlık durgunluk kadar sarhoş edici başka birşey var mıdır? son okuduğum cümleyi zihnimde gezdirerek kitabı kapattım. Gökyüzüne baktım. ağacın dallarındaki siyah kuşlara baktım.  Cümle zihnimin odacıklarından bir başka kapıyı açtı. Edgar Allen Poe’nun kuyu ve sarkacını bilir misiniz? Şu defterde olacak alıntıladığım cümlesi... Olric getiriver bi zahmet; Alexa, sende ışıkları aç be gülüm karanlık oldu.

the blackness of darkness supervened; all sensations appeared swallowed up in a mad rushing descent as of the soul into Hades. Then silence , and stillness, and night were the universe.
Olric çeviriverdi bir çırpıda. 

'karanlığın siyahı sarıvermişti aniden; ruhun Hades’e inişi gibi, haletiruhiye çılgınca bir hızla yutuluyordu. Sonra sessizlik, ve dinginlik, ve gece kainat oluyordu.'  

-bi müzik bişey aç Olric!
- Alexa diyecektiniz efendimiz.
- hay ben sizin hiyerarşinize...

Aaa ne güzel Kaan Boşnak parçası. 




- 7 mart gidiş 15 mart dönüş, nasıl?

- bomba!
-dönüşü açık mı alsaydım Olric?
- en kötü yakarsınız efendimiz.

DEVAM EDECEK...


* Oğuz Atay - Tutunamayanlar
** Soren Kierkegaard - Hakikat Şaraptadır.

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #2



'Hayatımda gördüğüm en antipatik İspanyol bu çocuk olabilir, kıyamam n'olcak bunun hali?' diyor Maria Santiago’yu sigara içme alanında yalnız bırakıp, yeniden içeriye girmek için yürürken. “Nolcakmış?”  diyorum. “Peh!” diyor,  “inandın mı kayak tatili palavrasına?”


Santiago

Henüz yirmili yaşlarda, biraz kanca burunlu, ince yapılı- çelimsiz desek de olur; hem hafif kambur durduğu, hem de bir ayağını yere fazla sürterek yürüdüğü için aslında kendine has bir beden stili var. beğenirsin beğenmezsin... 
Genelde beğenmediklerini söyleyebilirim bizim ofistekilerin. Ha unutmadan; bir de üstüne üstlük dört-göz. Yalnız insanların onu antipatik bulmasının asıl sebebi, yukarıda utanmadan, olabildiğince sığ bir perspektiften sıraladığım fiziksel özellikleri değil tabiki sorsanız.
- Kime?
- Insanlara.
Çünkü insanlar benim kadar sığ değiller hiçbir zaman.
Santiago çoğunun sinirlerini zıplatıyor, çünkü fazla kibirli, çalışma arkadaşlarına suratsız ama sinyırlara kraldan fazla kralcı, ispiyoncu olduğunu da söyleyen var; kılkuyruk olduğunu keza...bazen de kantarın topuzunu kaçırıyor, ufak atamıyor, helak oluyor civcivler doyacaz diye.
Ama kimse asıl hikayesini bilmiyor Santiago’nun.
ben biliyorum.

Santiago henüz çocukken annesiyle babasının arasında soğuk savaş baslamış. Ispanya’nın ortalarında, Madrid yakınlarında bir kasabada yaşıyorlarmış. Anne Belediye meclisinde o zamanlar, baba da avukat. Baba büyük şehre taşınmak istiyor, annenin gözü Belediye Baskanlığında. Santiago’nun gözü bozuk ama kimin umrunda? herkes kendi derdinde. Ancak bir kaç dersten birden çakıp sınıf tekrar etmesi gerekince akılları başlarına geliyor. çok geç tabi; Santiago bir yandan sınıfta kalmış bir yandan dört-gözlüğe terfi etmiş oluyor. Sosyal anlamda ilk tökezlemesi denilebilir. iki lafın belini kırdığı arkadaşları bir üst sınıfta; yenilerini bulayım dese, bizimkinin şansına alttan gelen bebeler acımasız ve zorba.  İyice yalnızlaşıyor ister istemez. 
Ama yazlıkta Kral. 
Costa Brava’da anneannesinin büyük villası var denizin hemen dibinde. Her yaz orada takılıyor paşam. Baba avukat, cepte para.  Hep kendinden büyüklerle, plajda sabahlara kadar botellón. Bunda para, büyüklerde kimlik. Yaz bitince de kös kös okula dönmece mecburen.    
zor bir ergenlik velhasıl.
Lise’yi bitirmeye yakın annesi belediye başkan yardımcılığına yükseliyor. Eş zamanlı olarak babasının gizli ilişkisi patlıyor. Birlikte kaza mı yapmışlar ne... öyle bişey. Bildiğin rezalet! Basın filan... Akabinde boşanma. Annede histeri krizleri. Baba Madrid’e taşınıyor, bizimki de Babanın peşine takılmak istiyor Madrid’de yeni başlangıç yaparım diye düşünerekten;  anneyle papaz oluyorlar. Bir süre Madrid’de tatlı hayat, bol esrar, üniversite hazırlık filan hakgetire. Bir de üstüne kafası iyiyken kallavi bir kaza yapıyor... omurga’da hasar ve bacak kırığıyla 'hadi bununla geçmiş olsun, verilmiş sadakan varmış' diyorlar. 
Bir sonraki seçimde annesi belediye başkanı seçilip muradına eriyor ama babasına beddua etmekten geri durmamış olacak ki; babasının manitası, babasını, burodaki bir avukatla beraber olmak için terk ediyor. 
Şok!
Veya değil. 
Bunlar da tası tarağı toplayıp Londra'ya gidiyorlar. Londra nerden çıktı derseniz; büro bağlantıları filan. Santiago boş gezenin boş kalfası zati, babasına Londra ofisinden iş teklifi gelince hemen atlıyorlar. İlk bir iki yıl fena geçmiyor, pizzacıda iş bulup hayata atıldım kafası bile yaşıyor, kendi parasını kazanıp kız arkadaş bile yapıyor. o derece...
De brexit davaları filan Londra’nın tadı kaçmaya başlıyor. Santiago’nun bu başıboş halleri, manita olmayınca babanın da gözüne fazla batar oluyor haliyle. Önce bi isyanlar misyanlar, anneye yeşillenmeler: ne yazık ki anneden umduğu yeşilleri göremeyince, burnunu sürtüp babaya yalvarıyor;
baba bana okul parası! 

- Ne okuycan Santiago? 
- Roterdam’da grafik dizayn. 
- Sen ne anlarsın grafik dizayndan Santiago? Pizzacı’da mı umut verdiler sana evladım?
- Baba yaa!

buna benzer bi diyalog olmuştur diye tahmin ediyorum baba oğul arasında zira Santiago babasının Hollanda’ya gelme fikrine başlarda pek sıcak bakmadığını  söylüyordu bana o gün. 

O gün

o günden önceki günün akşamı yemek sonrası,  genel,  evde takılıyordum, telefon çaldı. Santiago’nun beni arıyor olması çok tuhaf gelmişti. Yanlışlıkla çevirdi herhalde diye de çalar çalmaz açmadımdı hatta.

Epey bi çaldırınca açtımdı. 

- Hayırdır Santiago?
- iyi aksamlar, rahatsız ediyorum seni ama senden bir şey rica edeceğim. Kusura bakma biraz zor bi durumda kaldım da; yarın marketin köşesine çıksam işe giderken beni de alır mısın?
önce ‘hangi market?’ diyesim geliyor da...doğru ya Santiago bizim buralarda oturuyordu daha önce bi muhabbette geçmişti. 
-alırım araban mı bozuldu?
-arabam kayboldu.
-nası yani? Çalındı mı?
- yo- k- k!!! hani nasıl anlatacağınızı bilmediğinizde ağzınızdan çıkan son kelimenin son harfine bir kaç kere basarsınız, marşa basar gibi...ama gerisi gelmez. öyle olduydu tam da.  
'ee uzun hikaye yarın anlatırım telefonda meşgul etmeyeyim seni?’ deyip işin içinden çıkıverdiydi. 

ertesi gün sözleştiğimiz gibi marketin önünde bekliyordu. 
'Anlat!' dedim biner binmez.
biraz utanarak; ‘biraz utanıyorum, pek kimseye anlatmasan’ dedi. 
‘Aberr!’ dedim, bakarız manasında. Ispanyol’larla ingilizce konuşurken yeri geldiğinde yani birden dilim çözüldüğünde ispanyolca bi söz, deyim filan yapıştırmak pek keyiflendiriyor beni. 
gülümsedi, biraz güvendi de; başladı anlatmaya. 

O Olay özetle şöyle gelişmiş. 
Ofisten Lemy ve kız arkadaşı bunu bahçede brunch gibi bişeye davet etmişler; Bunlar aslında playstation gencliği.
Muhabbet nasıl evrildiyse akşam Belçika’ya gitmek icabetmis; Brüksel buraya arabayla 1,5- 2 saat . Gerisini pek hatırlamıyordu. Içmişler vs işte,  kendilerini kaybedinceye kadar. Sonra da trene binip gelmişler. Ayılınca arabası aklına gelmiş. Yani Bruksel’e arabayla gittikleri. Ne yazık ki nereye park ettiklerini hatırlayamamışlar. Yuh!
Üçü de!
- Çok etkilendim dedim! 
- Lütfen! dedi - aramızda kalsın babında...

Yol boyunca epey ifadesini aldım. İlgimi çekmişti, ben sordum o anlattı. ilgiyle dinledim. Hey gidi antipatik Santiago diyordum içimden. Bak sen şu tıfıla!

Ne diyordu Kierkegaard? 
“Kişinin Kendisi için bir sır oluşturması ne de müthiş birşeydir.” 
Bene vixit qui bene latuit : 'Hayatını saklayan kişi güzel yaşamıştır.'

Santiago’yla ilgili tüm bu detaylara vakıf biri olarak
Maria’nın kapısını açarken; sen bakma ona buna; bu Santiago’nun işlerine akıl sır ermez deyiverdim. 

Anımsamak (erindre) kesinlikle hatırlamakla (huske) aynı şey değildir.

DEVAM EDECEK... 


   




  





         

28 Mart 2020 Cumartesi

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER #1

Bu günlerde aklıma takılıyor Lars von Trier’in Melancholia’sı!



Şubat ortalarında günlerden bir gün...

Sabah 10 civarı, hava 3 bilemedin 4 derece olmalıydı.
Kafeteryanın dışarıya açılan kapısı aşırı rüzgardan sebep, itince açılmıyor.  ‘Eeeh-lla' diyerekten başladığı cümlesini okkalı bi küfürle bitiriyor Maria, bir elinde tuttuğu karton bardaktaki kahveden bir kaç damla kabanına sıçrayınca, kapıya yüklenirken.
Yunanca küfür dağarcığımda bu seferki yok. Mealini sormama fırsat bırakmadan resmen bir tokat akşediyor sağ yanağıma rüzgar.
'Küfrü o salladı tokadı biz yedik, iyi valla' diye geçiriyorum içimden.
'Sigaraya başlamasaydık iyidi' diyorum; 'kasırgayla hiç iyi gitmiyor.' Maria ters ters bakıyor; 'sabah bi kahve-sigara keyfimiz var; suratsızlığınla onun da içine etme' diyor.
- Ben mi suratsızım? Az önce ağız dolusu küfrettin be, gelmişine geçmişine...
- Ettim ne var? ben bu gri gökyüzünün... kasırgasına da...Ben küfredip atıyorum bünyemden. Sen mızmızlanıp karanlığı daha da karartıyorsun. Sende ‘seasonal affective disorder’ var.
diyor Maria kahvesini yudumlarken. Bir yandan da ikinci sigarasını çıkarmaya çalışıyor kutudan. ilkinin yarısını rüzgara kaptırdı çünkü.

-Buyur afedersin?
-Tabi öyle! SAD’sin sen Sad.
-Bi yürü git!

Gülüşüyoruz ama biraz da Sad’im doğru, o sıralarda.
Dedim ya, o zamanlar henüz Olric yok ve ne tuhaftır ki hava raporları günlük bültenlerden sonra degil önce okunuyor bir haftadır, zira Kiera kasırgası Çin’de hızla artan korona ölümlerinin bir haber önünde.    

Maria 'çin’in toplam nüfusu düşünülürse biraz abartılıyor gibi geliyor bana bu rakamlar' diyor.
'bizim basında da senin gibi düşünenler var' diyorum. 'Bu söylentileri çin'in belini kırmak için çıkartıyorlarmış...'
- hatta bir bayram tatilinde 250-300 kişi kaybediyoruz trafik kazasında diye yazmış bir köşe yazarı.
-exactly! diyerek heyecanlanıyor yine.
-virüsün aşısı bulunur, hastalıktan kurtulunur da; cahillik ve yoksulluktan nasıl kurtulur insanlık? bu düzen hepimizi yutacak niye görmüyorlar?

hemen yapıştırıyorum lafı gediğine.

- S.A.D !!!

biz bu minvalde, cin fikirliliğimiz, bilimum kültürlülüğümüz ve yeri geldiğinde yere göğe sığdıramadığımız, yeri geldiğinde gömdüğümüz akdenizliliğimizle, dünya ahvaline çemkirerek havadan sudan anksiyetelerimizi yarıştırken;  ispanyol Santiago yaklaşıyor yanımıza.  O da tüttürecek bi sigara, yarısından fazlasını rüzgarla paylaşaraktan...

O da herkes gibi havadaki ağır kasvetten dem vurdu sigarasını yakar yakmaz işte.
- Önümüzdeki hafta için izin istedim bir hafta Bergamo’ya gideyim, kayak tatili çekeyim kendime diyorum.

Maria’yla, ikimiz birden, aynı anda; ‘nerede orası?’diye soruyoruz.
'İtalya;  Milano’nun kuzeyinde' diye anlatmaya başlıyor bizim tıfıl ispanyol. Lombardia kış tatili için muazzam bir yerdir.

Maria atılıyor:
'kış tatili kavramı çok saçma geliyor bana' diyor. Bizde kışın tatil olmaz. kışın gezi filan olur. Tatil dediğin denizdir; malak gibi güneşin altında yatmaktır diyor. Bana dönüyor onay almak istercesine...
'yoooo' diyorum 'biz de vardır kış tatili kavramı'
'Uludağ olayı var bizde.'
karneyi aldın mı çekersin kar botlarını, montlarını çıkarsın uludağa... kayak, kızak, teleferik, kar helvası...artık doğa ne verdiyse;  neye gücün yetiyorsa. Babam her 15 tatilde, günübirlik bile olsa götürürdü bizi çocukken, kuzenler filan.
Maria yorumuna onay alamamanın isyankarlığıyla ‘peh!’diyor alnını buruşturarak. Biz de de Parnassos var ona bakarsan.
İşte o anlardan biri... yine yedi golü, Yunan damarına bastım, Hahayt.

Arada yapıyoruz bunu birbirimize, bazan o da benim Türk damarıma basıyor. Ama hep kendi içimizde kapışıyoruz. yoksa genelde Hollandalıların arasında birbirimize asla toz kondurmayız. Aynı coğrafyanın  insanıyız diye. Kardaşız o bağlamda. Bir tek dolma hadisemiz var ki:  Milou şahit olmuş; epey bi gerilmişti.
Bilirsiniz işte, ‘dolmanın orijini Turk mutfağından mı Yunan mutfağından mı’ sorunsalı.

'Tabiki Türk!!!' diye tepiniyordum. 'Ne münasebet' diyordu Maria. 'Pekiala Yunan olabilir, ki öyledir!'
'Peki' diyordum söyle o zaman Yunanca ismi ne?
- Dolmaki
- Tamam anlamı nedir 'dolmaki' kelimesinin?
- yahu 'dolmaki' yemegin adı.
- tamam ama kelimenin bir kökü, bir tanımı var değil mi? niye 'dolmaki' koymuşlar bu yemeğin adını?
- ne bileyim ben?
- peki yemek haricinde nerede kullanılır bu 'dolmaki' kelimesi?
- hiç bi yerde!
- neden? düşün bi! çünkü Türkçe! Bizde dolmanın bir anlamı var. Dolmak, doldurmak fiilinden geliyor. Peki bu yemek Yunan mutfağına aitse ne diye Turkçe bir isimle adlandırılıyor?
- ne bileyim ben? bizde bi sürü yemek var bi anlama gelmeyen.
- onlar da Türk yemeğidir de ondan.
- peh!

evet o zaman da peh! demişti aynı burun kıvırma nidasıyla hatırlıyorum.
Santiago lafa giriyor. öyle dudak büküyorsun Maria ama buradan daha güneşli bir yer Bergamo. Telefonundan bi google image buluyor gösteriyor. İşte ilk kez o gün görüyorum o güne kadar adını duymadığım Bergamo’nun resmini. Bayılıyorum.

 herşeyi duyuyoruz hiç bir şeyi bilemiyoruz OLRIC!


DEVAM EDECEK...