gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini. Kocaman dalga dalga bulutlar yere o kadar yakın duruyorlar ki, insanın kement atıp birini tutası geliyor.- ister başının altına yastık yap ister midene indir. Bir tabak bol sulu fasülyeyi kocaman bir parça bulut etiyle götür, sonra da biraz kestirmek üzere uzan. Ne hayat ama! (hayalperestler- Patti Smith)
Bu baktığınızda kocaman bir grafittiymiş gibi görünen duvar, aslında 6000 tane küçük seramikten oluşuyor. Joan Fontcuberta'nın El Món Neix en Cada Besada / The world begins with every kiss adlı eseri Plaça d'Isıdre Nonell'de.
Kiss of Freedom duvarı diye sorarsanız tarif ederler.
Aslında Barcelona sakinlerinin ve yerel El Pais'in ortak çalışması.
El Pais gazetesi 2014'de Barcelona'nın düşüşünün 300. yıldönümü sebebiyle bir kampanya başlatıyor. İnsanlardan fotoğraf göndermelerini istiyor. Özgürlüğün bir ifadesi olduğunu düşündüğünüz her hangi bir fotoğraf gönderebilirsiniz diyor. 6000 fotoğrafın içinde yok yok. İnsanlar, binalar, heykeller, hayvanlar vs.vs. 6000 tane fotoğraf seramiğe basılmış. Çok etkileyici. insanın tek tek fotoğrafları inceleyesi geliyor ama birileri sürekli duvarla fotoğraf çektirmek istediği için fazla yaklaşamıyorsunuz. Bu durum biraz can sıkıcı.
Duvarın hemen yanındaki küçük tabelada da şöyle yazıyor:
The sound of a kiss is not as loud as that of a cannon, but it’s echo lasts a great deal longer. yani; Bir öpücüğün sesi bir mermininkinden daha gürültülü değildir belki ama yankısı çok daha uzun sürer. -Oliver Wedell Holmes-
Bukkadar global bir şirketin teknik servis hizmetinin bir ülkeden bir ülkeye bukkadar sinir bozucu şekilde değişik olmasına şaşırdım kaldım. 10 gün önce bilgisayarım sizlere ömür... Otopsiye götürdüm. 3 hafta ila 4 hafta alır dediler. Yok deve!
"iyi... datayı kurtarıp transfer edelim" dedim. Yeni yasa çıktı "dataya dokunamayız back up alsaydınız" dediler. "Time machine" diye bir şey varmış. Barcelona'da Apple'ın kıçı kalkmış bundan bunu anlıyoruz. Sinirlenince de hemen "tranquila sinyorita" filan diyip adamı deli ediyorlar. Neyse çözdüm bişekil.
Barcelona günlüğüne kaldığım yerden devam edeceğim yani. Robert Hughes'un harika kitabı "Barcelona" eşliğinde "modernista" akımını ve Katalan kültürünü idrak ediyorum.
Henüz Montjuic'e teleferikle çıkıp Miro müzesine gidemedim ; illaki gitcem. Kitapta da tam o kısımdayım. Çok enteresan bir tesadüf -tesadüf mü desem bilemedim, Hemingway sürprizli bir kişilik sonuçta- le karşı karşıyayım.
Jasint Verdaguer diye bir rahip-şair'in şu şiiri...
Dolça Catalunya, patria del meu cor, quan de tu S'allunya, d'enyorça es mor.
ingilizcesinden çeviriyorum:
Tatlı Katalunya kalbimin memleketi senden uzakta olmak hasretten ölmek demek.
"Enyorança" yani "sıla hasreti" 19. yy la kadar Katalan Edebiyatına bulut gibi çöken temel metaformuş. Şimdi bir zaman önce Miro'yla ilgili şu blogpostun https://justdriftingaround.blogspot.com/search?q=miro son kısmında da not düştüğüm Farm ve Hemingway'in yorumunu hatırlatıyorum size.
Heyt be bir tabloya bakıp ne yorum yapmış diye düşünmüştüm. Vay uyanık meğer mevzuya hakimmiş. Miro'nun henüz yeniyetme bir sanat öğrencisiyken ilikerine işleyen metaforun farkındaymış. Eğer durum bu değilse ne diyim bilemedim.
Doğa süslüdür!
süs renktir, pırıltıdır, ışıktır...
çiçekler binbir renktir. Aynı türden olsalar bile her birinin rengi; aynı renkten olsalar bile her birinin tonu farklıdır. Doğa hepsini müthiş bir estetikle takar takıştırır, zevkle taşır. Kırmızılar, maviler, sarılar, morlar; eflatunlar...
yeşile ne demeli? Binnn tonu yeşilin...
kontrast candır!
Akdeniz ışığı gibisi yoktur.
Muazzam bir armoni vardır Akdeniz ışığında.
Neden ?
çünkü ne yatay ne dikey düşer akdenize...
Kuzey ülkelerinde yataydır ışık ve azdır.
Tropiklerde sert ve dik gelir. işte onun için mimari Akdeniz’lidir.
çünkü mimari bir görsel sanattır. Doğadan ilham alacaktır Mimar.
Bi de krokodil derisi acayip bişeydir. Gökkuşağı gibi bişeydir.
(Yani kelimesi kelimesine bunları demiş olmasa da dediği bir sürü şeyden bunları anlıyorum; özetledim size)
Art Nouveau’ya buradan gireceğiz demekki. Mimaride Art Nouveau Katalanların adlandırmasıyla Modernizm ve bir visual artist olarak Gaudi’ye bu noktadan bakalım o zaman.
La pedrera yani Casa Mila; Casa Battlio; Guel Parki ve tabiki Sagrada Familia. Hepsini anlatacağım yavaş yavaş.
Şimdi ömrünün son üc gününü geçirdiği Santa Creu hastanesinin avlusundayım. Tramvay çarptıktan sonraki 3 gün eskiden burada olan hastanede yatmış. Artık burası hastane degil ; eczacılık fakültesi binası ve bir kütüphane var. Rambla’dan aşağıya inerken sağda Calle del Carmen veya calle del hospital aralığı gözünüze çarparsa hemen sapın ve bir avluya açılan kocaman eski bir kapı görene kadar ilerlerseniz kendinizi orada bulursunuz. Annem gunde 1500 tane whattsapp videosu gönderiyor olmasa iPhone 'storage full’ demezdi fotosunu çeker yapıştırırdım ama belki başka bir gün.
Şehrin göbeğinde ama sessiz sakin; aksam üzeri bir bank bulup oturup biraz Gaudi hakkında birşeyler okumak için çok uygun bir gizli bahçe.
Not; Sokağın basında da bir çikolatacı var CHÖK.
Videoyu dün akşam çektim; taze yani! (rüzgar sesi biraz hışırtı yapmış gerçi... ama idare edicez artık)
bu arada...
Barselona’da sokakta çalıp söylemek icin baya baya seçmelere katılıp kazanmak gerekiyormuş. Sonra kurra çekiyorsun; mekan ve zaman için. Kafaya göre bi köşe kapmak yok yani.
Valla deniz-güneşe doyulmuyor! Barcelona 90’larin Turkiyesi gibi. Medeni! şen şakrak! her bakımdan cennet izlenimi veriyor. ( bu arada insan iç çekiyor neydik ne olduk diye.) Amma! aynı zamanda aklı bir karış havada (burada da halkı bağımsızlık davasına uyutuyorlar), vurgunculuğa müsait, bağımsızlık derken faşizmin ayak seslerini duyamayacak kadar kavak yelleri kafasında bir Barcelona. Gelecekten geliyorum, bu saadet çok uzun sürmez görünüyor. Ama Katalanlara (kadın, erkek, çocuk) hayranım. Gerçekten tatlı, kaliteli insanlar. (Izmirlilere benziyorlar biraz -90 ve öncesinin izmirlilerine ;b
Kendimi halk plajından ve deniz mahsülleri tapaslarından alabilirsem bu hafta; belki bir iki bina görür; mimaride art nouveau akımını yerinde idrak ederim; şu 'deli midir nedir’ diye arkasından konuşulan dahi Gaudi’yi iyice bi anlamaya çalışırım diyorum.
Bu arada o kadar da boş gezmiyorum. Gittim, çok kral bir retrospektif sergi gezdim.
Lita Cabellut.
Hala hayatta olan en beğendiğim ressamlardan biri. Ressam; şair vs. vs. Tam manasıyla sanatçı işte.
size de kıyağım olsun serginin 7 dakikalık videosu mevcut.
drifter proudly presents!
Enteresan bir kadın; özel bir hikayesi var.
1961’de küçük bir Aragon kasabasında -aslında çingene köyü diyebiliriz- doğmuş. 12 yaşına kadar Barcelona’da sokakta yaşamış, dilenmiş orda burda... sonra hali vakti yerinde bir Katalan aile tarafından evlat ediniliyor ve şansı dönüyor. Madrid’deki Prado Muzesine götürmüşler; orada Goya’yi görmüş vurulmuş.
Yetenegini fark etmişler ve sanat okuluna göndermişler. Böyle de insanlar var dünyada işte.
şimdi Hollanda’da yaşıyor. Büyük ölçekli portrelerde geleneksel fresk tekniği ile modern yağlı boya tekniğini kendine has biçimde - taklit edilemez şekilde- birleştirdiğini söylüyorlar sanat eleştirmenleri. Ben baktığımda gerçekten söyleyecek sözü olan biri yapmış bu resimleri diyebiliyorum.
size bir şiirini çevireyim: ('statement’ başlıklı)
Eğer fırça darbelerim konuşamasaydı;
gördüğümde bir perspektif yakalayabilmek icin
ayaklarım ileri veya geri bir adım bile atamasaydı
Eğer kafamda, çelişki ve şüphe hüküm sürüyor olmasaydı