13 Haziran 2013 Perşembe

Kimse Hülya Avşar'ın bunu reklam için yaptığını söylemesin.
Bu bir Kamu Spotu arkadaşlar anlatabildim mi? 

Plebisit ne olaki? bakın neymiş;

Çok sevgili Başbakanımızın çok sevgili halkına, ülkesine ve yavrularına bugün yaptığı konuşmada plebisit dedi durdu ya;

bakın burada anlatıyor Kemal Gözler makalesinde...
http://www.anayasa.gen.tr/halkoylamasi.htm

Referandumun doğru bir değerlendirmesini yapabilmek içinplebisitten özenle ayrılması gerekir. Ancak bu ayrımı yapmak pek de kolay değildir[9]. Genellikle, kabul edildiği üzere, referandumda bir değişiklik; plebisitte ise, bir adam söz konusudur. Birincisinde bir metin oylanır; ikincisinde ise, birisim[10].
Referandumla plebisit arasındaki diğer fark ise demokratiklik bakımından ortaya çıkmaktadır. Referandum demokratik bir usuldür: Halk etkendir, öznedir; karar alma sürecinin başına, ortasına ve sonuna katılır. Plebisit ise, anti-demokratik bir usuldür: Halk edilgendir, nesnedir; karar alma sürecinin sadece sonuna katılır. Referandumun yapılmasını isteyen halkın kendisi (halk teşebbüsü) ya da halkın seçtiği temsilcilerdir. Oylanan şey ise, halkın temsilcilerinin hazırladığı bir metindir. Oysa, plebisite başvuranlar, kişisel iktidar sahipleri ya da fiili yönetimlerdir. Oylanan şey ise, halkın katılımı olmadan hazırlanan metinler, fiili yönetimlerin oldu-bittileri, karar ve eylemleridir. Kısaca, plebisit, diktatörlerin, anti-demokratik yöneticilerin, darbecilerin, kendilerine meşruiyet kazandırmak için başvurdukları bir halkoylamasıdır[11].     

Hayır Plebisit diyince nooluyo? bu akılları Başbakana kimler veriyor? CNN spikerine posta koyup tabiri caizse bize yedirdiğini Ona yediremeyen lafı yiyip sesi kapatılan süper kurmay danışman Kalın mı veriyor bu akılları.
Referandum deme Başbakanım Plebisit de ki sen de çok kool görün.
Bana kalırsa bu gaf -ki en iyi ihtimalle gaf olabilir- kusura bakmasınlar da bana  dervişin fikri neyse zikri de odur dedirtiyor.

Kurtla Kuzu

Nomen İma'nın son blogpostunu okuyunca aklıma 3 yaşındayken annemin bana ezberlettiği ve orda burda, "hadi kızım oku bakalım amcalara teyzelere ezberlediğin masalı" diye; ufacık beni, elalemin önüne ittirdiği La fontaine'in masalı geldi. 
daha dilim bile dönmüyordu; 
"kuzununun biyi su içiyormuş pıyıl pıyıl deyeden, aç bi yukağdan kuyt gelmiş" diye başlıyordum masala...
millet kırılıyordu gülmekten...
vayy be! dedim şimdi.
hayat ne acayip!
bugün bu masalın ampul gibi zihnimde yanması ne acayip!

masalın gerisini tam çıkaramadım, sadece amcaların teyzelerin kahkahalar attıkları kısımlar var ezberimde.. masal komik olduğundan değil ben bazı kelimeleri doğru telaffuz edemediğimden gülüyorlardı tabi... 
onlar güldükçe ben masalın sonundaki kuzuyu düşünüp ağlayacak gibi oluyordum.
onlar gülüyorlardı ağlanacak halimize!

neyse google'dan buldum, masalın tamamı şöyle:

Kuzunun biri su içiyormuş, tertemiz pırıl pırıl bir dereden. Aç bir kurt yaklaşmış yanına, belikli av istemiş canı.
- Vaayy demiş, sinirle.Sen kim oluyorsun da suyumu bulandıruyorsun, şimdi gösteririm sana.
- - Aman efendim, demiş kuzu: Kızmayın bana ne olur. Hem bir bakın hele ben nerdeyim. Bulunduğum yerden suyunuzu nasıl bulandırabilirim. Hem bakın bakın, siz benden yukarıdasınız, bulandırsanız suyu siz bulandırırsınız.

Kurt doğruları biliyormuş da , bu doğrular işine gelmiyormuş. Üstüne yürümüş kuzucuğun.
- Onu bunu bilmem demiş canavar: Bulandırıyorsun işte o kadar.Hem dahası bile var. Sen bana geçen yıl küfretmiştin ya, nasıl unuturum ben onu ?
Kuzucuk itiraz etmiş;
- Efendim ben geçen yıl yoktum ki. Daha bu yıl doğdum inanın.
Kurt bozulmuş ya belli etmemiş. Sendeğilsen kardeşindir ukala demiş.
- Kardeşim yok ki küfretsin demiş kuzu.
Kurt ısrar etmiş;
- Seninkilerden biridir mutlaka. Benden iyi mi bileceksin.İşiniz gücünüz benimle uğraşmak,çobanlarınız ve köpekleriniz anlattılar bana. Sana ve senin gibilere haddini bildirme zamanı artık geldi. Kurt kapmış kuzuyu koşmuş ormana. Kuzucuğu gören olmamış bir daha.

11 Haziran 2013 Salı

Orantısız mı?

Yahu kardeşim bir kere şunu söylemeyi bırakalım.
Artık buna "orantsız güç kullanımı" demeyi...
bu düpedüz "Hukuka aykırı güç kullanımı"dır.

TOPLU HALÜSİNASYON!

çok tavsiye edeceğim bir kitap var; şu günlerde çok okunası bir kitap gerçekten; üstelik Türkçeye Süha Sertabipoğlu tarafından yeni kazandırılmış bir kitap. Sel yayınlarından ilk baskısı Nisan 2013 Tazecik.
Toplu Halüsinasyon, Allen Ginsberg'in 1952-1995 arasındaki seçme yazıları...

Bakın kitapın arka sayfasındaki kitap tanıtım yazısında aynen şu paragraf var;

Atom bombası, sınırsız artan nüfus, gelişen kitle iletişim araçları ve düşünce özgürlüğüne yönelik baskıların damgasını vurduğu 1952-1995 yıllarının Amerikası, bireye Allen Ginsberg'in deyimiyle "kamusal yalnızlık" getirmişti. Ginsberg, bu yalnızlaşma ve iletişimsizliğe yazdıklarıyla hem bireysel olarak tepki göstermiş hem de bir kuşağın sesi olmuştur. 

ne kadar tanıdık değil mi?

"kitle iletişim araçları ve düşünce özgürlüğüne yönelik baskılar" diyor dikkat edin!
şimdi de kitabın 27. sayfasını aynen alıntılıyorum;

Amerika'nın Düşüşü Ödül Kazandı 

Editörün notu: Bu metin , Ginsberg'in Şiir Dalında Ulusal Kitap Ödülü'ne teşekkür konuşmasıdır. 18 Nisan 1974'te New York Lincoln Center'ın Allice Tulley Salonu'nda Peter Orlovsky tarafından okunmuştur.

Amerika'nın Düşüşü şiir kitabı, Amerikan savaşı -çürümesi sırasında 1965'ten 1971'e kadar kaydedilmiş kişisel ulusal bilincin zaman kapsülüdür. 9 Mayıs 1970'teki Washington Barış Protesto'su Hareketi'nin konuşmacılar platformunda yazılmış kehanet gibi bir bölümü bulunmaktadır:

Terleyen alınlarda beyaz gün ışığı
Washington Anıtı'nnın piramit gibi yüksek granit bulutları
bir ruh kütlesinin tepesinde, çığlık atıyor çocukların beyinleri
sakin çimenlerde
(siyah adam kayışla bağlı sarkıyor dünya çarmıhından mavi kot giysilerin içinde)
Mavi göğün altında ruh parıltısı
Bir araya gelmiş önünde Beyaz Saray'ın hepsi bıyıklı Almanlar
ve polis düğmeleri, askeri telefonları, CIA mikrofonları, FBI böcekleri
Gizli servis telsizleri, Narko Polislerine ve Florida Mafya Gayrımenkul spekülatörlerine 
Interkom hoparlorleri
Yüz bin beden soyunmuş Demir bir Robotun önünde
Nixon'un beyni, Başkan kafatası sandığı gözetliyor dürbünle
Paranoya Smog Fabrikası Doğu Kanadı'ndan burayı.


Burada bir ödül verilerek onurlandırılan kitap daha ziyade yüz yıl önce Walt Whitman'ın bizim Birleşik Devletler'in "uluslarınbelalısı" olacağı yönündeki meşhur kehanetinin şimdi tekrar ilanıdır. Şili demokrasisinin teammüden yıkılması da dahil olmak üzere kendimize ve dünyaya dayattığımız materyalist vahşet, hükümetimizin Orta ve Güney Amerika'da kurduğu diktatörlüklerde değiştirilmesi imkansız bir görünürlük kazandı. Yunanistan'dan İran'a polis devletleri kurduk ve tüm Hindiçin'i harabeye çevirip milyonlarca kişiyi canice katliamdan geçirdik, afyon ticaretini teşvik ettik, toprağı mahvettik, Kamboçya, Vietnam ve Tayland'a hem gizliden hem açıktan askeri tahakküm dayattık.

"Hür dünyayı savunma" vaadimiz gezegenin yaşama şansını yok eden korkunç bir ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.On yıllardır saldırgan savaşlara milyarlar yatırıyoruz ve dünyanın yarısı açlıktan kırılıyor. Amerika'nın yüzleşme vakti geldi çattı artık. Bu yıl üç yüz milyar dolarlık bütçenin yüz milyarı Savaş Bakanlığına gidiyor. Militarizasyonumuz öylesine ağır bir noktaya ulaştı ki artık askeri tahakkümden kaçış yok. Polis faaliyeti öylesine muazzam hale geldi ki- Ulusal Güvenlik Bürosu tüm Amerika'nın en büyük polis bürokrasisi ama yine de ne yaptığını neredeyse hiçbirimiz bilmiyoruz.- Amerika'nın bilgisayarlı polis devleti denetiminden kaçış yok.

Watergate, bataklığın üzerinde bir köpük sadece: Yaşayan bir başkanın mahkemeye çıkarılması , ne ordunun yüzlerce milyarlık gücünü, ne de polis devleti aygıtlarının kimbilir kaç milyarlık gücünü sarsabilir. Asker-Polis iktidarını durdurmaya kalkışan bir başkan ya perişan edilir ya da katledilir.

Ve ben de bu konuşmayı gerçekleri söylemek için bir fırsat olarak görüyorum: Ordumuz ülke dışında halk iradesini baskıyla sindirme konusunda deneyim kazandı ve kendisine karşı konulursa burada da aynını yapabilir. kargaşa hali yaratıp askeri darbeyle tüm ulusu ele geçirebilir ve böylece kendini kamusal düzenin koruyucusu ilan eder. Ve son on yıldır da yaptığı gibi muazzam polis teşkilatımız bu iradeyi halka da, şairlere de dayatabilir.

Ben de dahil olmak üzere hepimiz saldırganlığımızla ve kendimizi diğerlerinden üstün görerek, bu çöküşe katkıda bulunduk. Jack Kerouac ve bizim Beat kuşağından diğer bazılarının ulus için onlarca yıl önce farkına vararak , uluyarak, ağlayarak, ve reddedilmiş ama yine de ruhunu itiraf edercesine Kadiş okuyarak ilan ettiği gibi Amerika'nın kurtuluşu için umut yok artık. Bundan sonra hepimizin kafa yorması gereken şey, kendi bilincimizin, içi boş, uçsuz bucaksız ve sessiz boşluğudur. YAZIK! ÇOK YAZIK!
                                                                                                                           17 Nisan 1974


Vay arkadaş!
tekrarlıyorum "kitle iletişim araçları ve düşünce özgürlüğüne yönelik baskılar" diyor.

Bunları diyen bir Şair 1974'de...Amerika'nın Düşüşü adlı şiir kitabını basacak bir yayınevi bulmuş, yayımlamış; ödül almış ve ödül konuşmasında da böyle sıçmış sıvamış... hala baskı diyor.
Ne tuhaf değil mi?

valla ne yalan söyleyeyim ben şu 143 izleyiciden anca 3-5 kişinin okuduğu bloguma bile bunları yazmaya ürküyorum, yazar yazmaz bir ürperti geliyor üstüme...
sonra diyorum ki yahu en demokratik ülkede yaşıyorum niye korkayım canım diyorum.
hay allah ikilemler içinde daralıp duruyorum, uykularım kaçıyor... bak şu saat olmuş hala bir yer beğenemedim kendime haritadan.

Bi de herkes economist'in kapağını gördü mü? 

5 Haziran 2013 Çarşamba

26 Mayıs 2013 Pazar

BELGRAD 'STREET ART'; sırp graffitisinin ufak çaplı sosyo-tarihi analizi!! çok iddialı...

Yeni bir şehirde dolaşıyorsam yanımda mutlaka fotoğraf çekebilen bir alet vardır. (genlerimde bir japonluk var mışsa demekki...)Ve şehirde dolaşırken çektiğim fotoğrafların belki %60'ı graffiti fotoğraflarıdır. Takıntı işte naapcan? Özellikle çiziminden tanıdığım bir graffiti sanatçısının bir işine rastladığımda -nooluyosa artık- çocuklar gibi mutlu oluyorum.

Belgrad'a geldiğimde daha farklı bir heyecan içindeydim; çünkü burada rastlayacağım graffitilerin, Avrupa'da rastladıklarıma benzemeyeceğini düşünüyordum.

Sebep mi?

şöyle özetliyeyim;
1992 Sırbistan yani Yugoslavya Federal Cumhuriyeti : Voyvodina, Kosova, Karadağ
1992-1995 Bosna Savaşı
2001- Sırbistan Karadağ
2006- Sırbistan (Kosova hala haritada)
2008- Sade suya Sırbistan

yani bugünün graffiti /sokak sanatçıları savaşla doğup büyüdüler. 
üstelik bugünün kültürel ve ekonomik koşullarını belirleyen 1990'larda güç ve para kimin elindeyse hala onların elinde; Miloseviç yargılanması bile bitmeden öldü; tüm olanlar ona yıkıldı haliyle ama...
bugünün sokak sanatçılarının çocukluğunda savaş vardı. 

ilk gün çektiğim fotoğraf bu;


sonraki günlerde bunları da gördüm; 





bildiğin PUTIN

Sırbistan'da üç şehri gezebildim; Novi Sad, Zerenjenin ve Belgrad. Bu üç şehirde gördüğüm graffitiler 4 farklı stile ayrılabilir.

1. Hiphop style (envayi çeşit renk sprey boyayla, devasa harfleri okunamayacak kadar artistik biçimde yanyana getirerek isim yazmaca)
2.yukarıdakiler gibi şablon çıkarıp üstünden spreyle boyamak suretiyle yapılan "Stencil Art"
3.Text stili : tamamen diyeceğini demek için; hiç bir estetik kaygı gözetmeksizin yazılan duvar yazıları- genelde politik söylem, ya da aşk söylemi diyelim; (Henüz Kril alfabesini çözemediğimden bunları hiç anlamadım zaten çok kafam bozuk bu mevzuya)
4. Leonardo style diye isimlendirdiğim (ben)  'yok artık iyiden iyiye  'Painting' bu!" tarzı duvar resimleri.

doğrusunu isterseniz tam olarak umduğumu bulamadım diyebilirim; yani Belgrad'da özgü; spesifik bir tarz, özel bişey aradım durdum; buradaki sokak sanatçılarını diğerlerinden ayıran bir farklılık göremedim.

THE DAIRY OF A POLITICAL IDIOT adlı kitapta  Jasmina Tesanoviç şöyle diyor; Ülkemde üniformalar vatandaşın söylem gücünü elinden hep almıştır. çünkü üniformalar üstünde silah taşır, halk üstünde korku taşır. Dolayısıyla siviller ve üniformalar arasında süreğen bir savaş var. Hep var."
Tesanoviç, aktivist bir yazar, feminist bir söylemi var. Bir de Anja diye bir aktivist var O da benzer şeyler anlatıyor genç nüfusla ilgili;

Savaş sürerken kültür ölmeye başladı, Rejim sub-kültürleri ve alternatifleri yok etti. "Today we have a superficial culture made of imported trends." bu cümle çok anlamlı tabi.
Etliye sütlüye karışmama durumu...

Tesanoviç şöyle diyor mesela Sırbistan'daki sokak sanatıyla ilgili
"savaş bitmiş olabilir ama bugünün silahları da kurumlar, sokak sanatçılarını avant-garde, antiulusalcı görüyorlar, yapılanı vandalizm olarak görüyorlar."
Aslında çok anlaşılabilir birşey; ama bizim çok uzağında olduğumuz bir ruh hali...
Genel durum bu...
ama olmayanı bırakalım olana bakalım şimdi..

 Hiphop stili çok yaygın ve muhteşem örnekleri var; Tüneller, geçit altları, Tuna ve Sava'nın böldüğü toprakları birleştirmek için yapılan köprü üstleri ve altları, merdivenler, harabeler, basket sahaları, otobüs durakları vs. en çok bu tip graffititlerle dolu. İşin tuhafı sadece bu graffitilerin yoğunluğuna bakarak genç nüfusun rapçi hiphopçu özentisi olduğu sanılabilir; ancak pek öyle bir duruma rastlamadım.
Peki Turbo-Folk diye bir müzik türü duymuş muydunuz?  Tuhaf bir karışım; biraz slav müziği biraz türk müziği, biraz rock biraz pop ve oldukça hızlı bir karışım. Orda burda çalıyor ama pek hoşuma gitti diyemeyeceğim.

Graffiti'de Hip Hop stili aslında Graffiti tarihinin başlangıç noktası. 60'larda Philedelphia sokaklarında başlıyor duvara isim yazma...Cornbread ve Cool Earl bilinen ilk graffiticiler. Onlar o zaman bu işe graffiti demiyorlarmış. "Let's go writing tonight!" diyorlarmış.

Bu graffiti ismini çıkaran New York Times'mış mış...
Şey vardı bir de;
1983 yapımı bir belgesel, STYLE WARS.
orada da Tony Silver ve Henry Chalfant
"bombing" diyorlardı.
çok meşhur eski graffiticilerden Mico bir röportajında tüm sokak sanatçılarının bu işi aynı sebepten yaptığını onun da isimlerini duyurmak olduğunu söylüyor.


ve "going all city" var;
trenlerin üstüne graffiti çizmek demekmiş.
yani bu sayede trenin üstüne çizdiğin graffiti bütüt şehri bir uçtan bir uca dolaşıyor. Bu da değişik bir kafa...Belgrad'da buna rastladım. Ve fotoğrafladım.


Bu stilde yapılmış graffiti fotoğraflarını fotobloguma yükledim incelemek isteyenler buradan buyurun...

Gelelim hepimizin son zamanlarda daha çok ilgisini çeken "stencil-art" stiline.
Babası Banksy olan hani...
anslında entersesan çünkü bu stilin asıl babası Blek le Rat, ve olay Paris'te vuku buluyor ilk.  Banksy'i de etkilemiş olan odur. Ama tabi Banksy'nin anti-kapitalist söylemi, ironik zekası ve uzun süre kimliğini gizlemiş olması ve bunlar bir yana dahiane yeteneği tahtın tek sahibi yaptı onu. Geçenlerde bir haber okudum, ne kadar doğru bilmem ama, Londra'da üzerinde bir orijinal Banksy olan bir duvarın kırılıp çalınarak Miami'de açık arttırmayla satıldığını söylüyordu. "Yuh artık!" dedim. "bu iş bu noktaya dayandı demek pes!..."

Blek le Rat şöyle demiş;
"Graffiti is going to be more global than any art movement has ever been."

***
Şimdi Bu stencil işinde Belgrad'ın en meşhuru TKV
 ki kendisi 19 yaşında bir kızcağız. Hindistan'a falan gitmiş tatilde...
Bu ara, Asya kültürüne takık;  filler, bolywood film artistleri vs çiziyor...

ayrıca ben rastlamadım ama
Virginia Woolf ve Edgar Allen Poe şablonları internette dolaşıyor.
Amelie var bir de...
Onunla yapılmış bir kısa belgesel var; anlatıyor...
aşağıda...





Mir var bir de;
Johny Deep'i çok başarılı buldum.




Putin'leri de onun yaptığı söyleniyor.
Mir'in kim olduğu henüz bilinmiyormuş.

352 denilen arkadaşın işine bir yerde rastladım o da buydu:


bir de Republic Square'e çıkan sokaklarda bir fare şahane takılıyordu. Bayıldım ona...




Bu seri RATPACK adlı bir graffiti çetesine ait. Bunlar bu sene içinde yapılmış yani 2013 model.


bin basamaklı bir merdivenden inerken birden John Lennon karşıma çıktı irkildim.


kimin yaptığını bilmiyorum ama çok başarılı.

Novi Sad'dan sonra Belgrad'a çok uzak olmayan bir şehre gideyim dedim, Zrenjanin diye bir yer buldum haritadan, ilginç geldi. Otobüsle İstanbul- İzmit kadar bir mesafede. Gideyim bari dedim. Zrenjanin'de iki şey buldum başka hiç birşey yoktu;
biri buydu:

diğeri bir vintage dükkanının vitrinindeydi. Muhteşem bir Maxi RusStili Deri Pardesü... Benim olacaksın! dedim  görür görmez. 
Neyse dönelim Street Art mevzuuna...

Politik text stilini geçiyorum, daha önce de söylediğim gibi hiç anlamadım ne dediklerini...Bir tanesi de ingilizce yazmış olsaydı keşke....
aa aslında birtane var. O da Novi Sad'da Petrovaradin Kalesine çıkan merdivenin sağ tarafındaki duvarda...

"Will you marry me bebz?"


Fotoğraf çektirmek için gelen Gelin ve Damatlara bir tepki sanırım. 
ama bazıları onun da önünde foto çektiriyor.
bu da işin ironik yanı.


Gelelim görünce apışıp kaldığımız stile; 
ismini ben koydum "Leonardo Style" diyorum kendimce.

İlk gözünüze çarpan ve gerçekten etkileyici olan Blu'nun 2009'da yaptığı
"yapılaşma ağacı ham yapar"
manasına gelen muhteşem çalışması... 

   
Bu bina Köprüyü geçip Kalemegdan Bulvarına çıkarken solda kalıyor, görmemek mümkün değil 2009'dan beri de orada demek ki buna vandalizm olarak bakmıyor polis.
Blu'nun diğer işlerini görmek için web sitesi

Sava Nehrinin kıyısına inerken de bir başka binanın tüm cephesini kaplayan bu var: 


sonra bohemian neighbourhood dedikleri eskiden yazar ve şairlerin takıldığı caddede bir binada bu var 
en az bir 5 senelik olduğu söyleniyor:



Ve şu sıralar çok revaçta olan bir ikili, ikisi de dişi; projelerinin ismi GHOST PEOPLE OF SAVAMALA

Bu ikilinin blogu var bu adreste


Böyle de komik tipler...

En çok beğendiklerimden biri de kim yaptı bilmiyorum ama bu muhteşem bişey bence..


ve tabi ki 'Ink'in işleri...imzasını bırakıyor olmasına çok sevindim gerçekten.


sonuç olarakSırbistan'da en çarpıcı grafitiler merkezde değil onu biliyorum; muhtemelen başka şehirlere giderken yol üsütndeki tren istasyonları ve köprü altlarında muhteşem işler var..
Bunları görebilmek için o güzergahı takip etmek gerekir. 

Sırp sokak sanatçıları, tüm dünyada olduğu gibi televizyon ve internette dolaşanlardan başka herşeyden daha fazla etkileniyorlar...
TKV Banksy'le karşılaştırılınca şöyle söylüyor; 
"Banksy'yi beğeniyorum, onun yaptıklarını yapmıyorum, yapmam anlamsız olurdu...çünkü sanat çevreyle ilgilidir, onun yaşadığı çevre farklı benimki farklı; Biz üçüncü dünya ülkesiyiz ve başetmemiz gereken kendimizle ilgili daha elzem problemlerimiz var..."

demek istediği Bankys'nin daha global problemlere karşı politik bir söylem içinde olduğu...
çok yanlış da değil ama Sırp sokak sanatçısının da bu kadar etliye sütlüye karışmaması , bollywood'a düşmesi biraz garip gelmiyor değil.

4 stile ayırdığım tüm graffitileri foto bloguma yükledim sonunda ...
buyrun buradan...

24 Mayıs 2013 Cuma


"giysilerime nasıl alıştıysam düşüncelerime de öyle alıştım. Belkalınlıkları hep aynı ve ben her yerde görüyorum onları, dört yol ağızlarında bile.. en kötüsü, yolların kavşak noktalarını benden saklamaları."

yeni fotolar burada 


22 Mayıs 2013 Çarşamba

KAFANA KAFASI;


'kişi niçin yola çıkar ki? 
-yürümek istediği için...
Bunun da , tutturduğu yolla hiçbir ilgisi olmayabilir
-çoğunlukla da yoktur... 
oruç aruoba

Fatma Hanım'la Harita Subayı Hayri Bey'in oğlu Ali Turgut Uyar da şöyle der;

biz duralım, biz sürekliyiz duralım

Turgut'cuğum ne derse iyi söyler; durdum bugün burada...Güzel Bahçe anlamına gelen bir Sırp kasabasında durdum. Novi Sad'da bir kafana da... Anlatacaklarım var...

Sırp bohem hayatının vazgeçilmeziymiş kafana; entelejansın yiyip içtiği, yazıp çizdiği mekanlara kafana denirmiş. Kahvehane bu kelimeden geliyor. Sadece yazarlar, şairler, tiyatrocular değil, politikacılar da burada toplanır sohbet eder,gazete okur, önemli havadisler paylaşılır, önemli kararlar alınırmış buralarda.  
Eski Lebarski,bugünkü adıyla  Miletićeva sokaktaki Lipa'nın bahçesindeyim. İsmini bahçesindeki Ihlamur ağacından alan bu kafana Novi Sad'ın en meşhur restoranı bugün. Geleneksel et yemekleri ve özel yapım birasıyla ünlü. Kapıdan adımımı atar atmaz 20li yaşlarında upuzun ve temiz yüzlü bir sırp genci beni karşıladı; bahçeye doğru yürürken tek tek eski fotoğrafları gösterdi. öyle görünüyor ki mekan 1800'lerden beri hemen hemen hiç değişmemiş, hiç tanımadığım bir sürü insanın ismini telaffuz etti birini bile anlamadım. Bu dile alışmam mümkün değil. Alt katta devasa fıçılardan localar yapmışlar, eskiden şarap ve bira saklamak için kullandıkları fıçıların ortasında oturup yemek yiyebiliyorsunuz. Bu enteresan birşey. Bahçeye çıkınca Ihlamur Ağacıyla müşerref oldum bin yıllık filan herhalde. Evet biraz abartıyorum çünkü sormadım kaç yıllık olduğunu. O kadar cahil cühela bir halim var ki utanıyorum herşeyi sormaya... 
denildiğine göre hükümetin düşeceği haberi bile buradan yayılırmış. 

İlk ismi 'Zur linde' linden tree yani ıhlamur ağacından geliyor yine. En muhteşem çek birası burada yapılırmış, öyle yazıyor...İlk sahibinin ismi de Karlo Zapletel.çok tuhaf bir isim olduğunu düşündüğüm için burada zikrediyorum onun dışında mühim bir şahsiyet değilmiş. Asıl mühim şahsiyet Laza Kostic; vikipediye bakarsanız şöyle tanımlanmış: 
Laza Kostić (Serbian CyrillicЛаза Костић) (1841, KoviljNovi Sad – Vienna, 27 November 1910) was a Serbian poet, prose writer, lawyer, philosopher, polyglot, publicist, and politician, considered to be one of the greatest minds of Serbian literature.

ama kendisi iyi bir düşçü...
şu şiirini buldum, 
    
I'm Dreaming Dreams


I’m dreaming dreams, and the dreams I dream

Do like pearls in the darkness gleam
In dreams I live, in dreams I breathe,
And though I try with all my might
I can not seize what I perceive.
I’m dreaming dreams, and the dreams I dream
I’d like to paint them as they’re seen
But as they slip away so quietly
Like morning dew at once they seem
When from my heart they do retreat.
But rest now upon those dreams
Your bosom of pearly gleam
Giving cool shade where you lie;
And once you freeze them on a screen
You’ll follow that which you espy.

bir de 'between the reality and dream' diye bir şiiri var onu da google efendiye sorarsınız...
Laza hemen hemen hergün burada yemek yermiş rivayet o ki hep aynı masada oturmak istermiş, masa doluysa, Novi Sad bulvarında bir tur atar, kütüphanede birkaç kitap karıştırır geri gelirmiş. 
Garson'a sordum nerde otururdu diye; Ihlamur ağacının sol tarafına doğru işaret ederken diğer garson lafa karıştı, sırpça bişeyler söyleyip başka bir tarafı gösterdi. Kafam karıştı. anladım ki, 'aynı masaya oturma hikayesi' biraz karışık. Şunu da ekliyorum hemen Sırbistan'da yediğim en iyi et yemeğiydi bu yediğim şey...
ismi de var ama o kadar üstüme gelmeyin :)

Gelelim Novi Sad'a...

 

Burası Belgrad'ın yaklaşık 100 km kuzey batısında Voyvodina'nın merkezi olan bir şehir. Tuna nehrinin ikiye böldüğü son derece romantik ufak şehirlerden biri.

Tuna'nın sağ kolunda kalan Petrovaradin Kalesi'ne çıkarken birden tarihin içine düşüyorsunuz. Kalenin hemen altında bir şapel etrafında bir kaç sokaktan oluşan bir yerleşim var. bilemedin 100 hanelik bir yerleşim. yüksek çatılı, iki üç katlı taş binalar yan yana sıralanmış. öyle güzel ki...







Kaleden Tuna'nın manzarası muhteşem tabi...bir panorama fotoğrafı olmazsa olmaz dedim.  



Kalede gelin damat kol geziyor; Tuna'yı fon yapıp düğün fotoğrafı çektirmek gelenek olmuş. Ben de onları çektim. 


ama daha da ilginci var. Çok romantik bir gelenekleri varmış Novi Sad'lıların...
yeni evlenen her çift demir bir kilit alıp doğru körünün üstüne çıkıyor. 
kilidi köprüye asıp,anahtarını Tuna'nın derin sularına fırlatıyor...
birlikteliklerini bu şekilde mühürlüyorlar...



Belgrad'a dönmem gerekmeseydi biraz daha takılıp bir kaç gece fotoğrafı çekebilirdim ama ancak bir kahve içecek kadar vaktim var. Belki bir gün yeniden gelirim. kimbilir?


18 Mayıs 2013 Cumartesi

az önce Sava Nehri üzerinden güneşi batırdım;




manzara çarptı
başım dönüyor...
burada bir müddet durasım var; birkaç ay kadar mesela...
bugün yarım ay mesela
yarın yağmurlu 
ivo andriç tasvirden ölecek...
bi fotoğraf makinesi olsaymış ivo'nun 
Nobel filan alamazmış.
burada insan ne yapar; şair olmaz da?
şair olmaz da insan ne yapar?

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Hakkaten bu neyin kafası?


Birine bir söz vermişliğim var; bir iki yıl oluyor, birinin bundan haberi olduğunu sanmıyorum. Birine bu sözü vermemle kendi kendimle bir oyun oynamaya başlamam aynı zamana denk düşer. O aralar yine çok sıkılıyordum. Çocukluğumdan kalma bir alışkanlık işte; ben ne ara çok sıkılsam kendi kendimle bir oyun oynamaya başlarım; oyunu kendim bulurum, kuralları kendim koyarım, sıkılana kadar oynarım.

Bu kez de oyunu ben buldum, ancak bu güne kadar hiçbir oyunumun bir parçası olmamıştı biri… Tam da bu sebeple oynamakta olduğum oyunun kurallarını keskin hatlarla belirleyemiyorum; 
Herşey bir haritayla başladı, onu söyleyebilirim.
Önümüzdeki hafta Belgrad’a gidiyorum; Sebepsiz!
Ama pekiala oyun gereği diyebiliriz.

Az önce kapı çaldı ve beklediğim kargo geldi.
İki kitap; İvo Andriç’in Drina Köprüsü ve Milorad Paviç’in Hazar Sözlüğü
Sırbistan’a daha önce gitmişliğim yok. Sava Nehrine bakan bir evde kalacağım; Drina Köprüsü Sırp edebiyatının en meşhur eseri; kitap kapağındaki nehir manzarası da etkili oldu seçimimde tabi…

Ama…
Asıl bu yazımın bu kadar uzun olmasının sebebi; (malumunuz çok az uzun yazı yazıyorum bu blogda) , -hatta buraya kadar olan kısım sadece başlangıç onu da belirteyim;  hani ocakta yemeği olan varsa…-
Evet bana bu ilhamı veren asıl kitap ikincisi oldu;

Milorad Paviç’in Hazar Sözlüğü; (Sözlük mü roman mı belli değil kafası!)
Şimdi;
 Kırmızı yayınlarından çıkan bu kitabın yazarı tarafından yazılan önsöz niteliğindeki ilk açıklamasını yazıyorum; sıkı durun!
VE İLK DEFA BİR KİTABI HENÜZ OKUMADAN TAVSİYE EDİYORUM,
Aslında okumaya başlamadan birkaç gün önce diyelim;



LEXICON COSRI- HAZAR SORUNU ÜSTÜNE SÖZLÜKLER SÖZLÜĞÜ
Daubmannus’un 1692’de engizisyon tarafından imha edilmiş 1691 basımının yeniden oluşturulmuş hali. Son bilgileri de içermektedir.

ERDİŞİ BASIM İÇİN
Bana göre sanatlar ‘tersine çevrilebilir’ sanatlar ve ‘tersine çevrilemeyen’ sanatlar olarak sınıflandırılabilir. Gerçekten de bireye –alan kişi- bir yapıta farklı açılardan yaklaşma, çevresinde dolaşma ve hatta bakış açısını değiştirerek bakma olanağı veren sanatlar vardır…’Tersine çevrilebilir’ sanatlar olan mimarlık, heykel ve resimde böyledir durum. Ama başka sanatlar da vardır… Tek yönlü sokaklara, herşeyin başlangıcında sonuna, doğumundan ölümüne doğru hareket ettiği yollara benzeyen müzik ya da edebiyat gibi ‘tersine çevrilmeyen’ sanatlar. Ben uzun zamandan beri edebiyatı  -‘tersine çevrilmeyen’ sanat- ‘tersine çevrilebilir’ bir sanat yapmak istedim. Bu nedenle romanlarımın klasik anlamda ne başı be sonu vardır. Çizgisel olmayan bir yazıyla (nonlinear narratives) yaratılmışlardır.
                Sözgelimi Hazar Sözlüğü sözlük yapısında olan bir romandır… 100 000 sözcükten oluşan bir sözlük roman’. Roman farklı dillerde alfabetik sıraya göre farklı biter. Kiril alfabesiyle yazılmış Hazar Sözlüğü’nün özgün basımı Latince bir alıntıyla biter… sed venit ut illa impleam et confirmem, Matta.

BURADA BİR PARANTEZ AÇIYORUM; çevirmen bu cümleyi çevirmemiş biraz sinir oldum; zaten acayip kompleksim var Latince öğrenmek için ölüyorum ; neyse şunu demiş olabilir sadece köklerden giderek çıkarmaya çalışıyorum,  “geldi ve ölümü kati kıldı…” filan olabilir diye atıyorum.  

Romanımın Yunanca basımışu cümleyle biter: Anında fark ettim ki bende tek değil üç korku vardı. 

Hazar Sözlüğü’nün İbranice, İspanyolca, İngilizce ve Danca basımları şöyle biter: Sonra okuyucu geri döndüğünde tersi oluyordu ve Tibon yürürken okuma sırasında aldığı izlenimlere dayanarak çevirisini düzeltiyordu.

Kitabın Çin ve Kore basımları aynı cümleyle biter. Latince harflerle basılan Sıpçası, Nordstedts’de yayımlanan İsveççesi, Hollandaca, Çekçe ve Almancaları şu cümleyle biter: Bu bakış Cohen adını havaya kaydetti, fitili yaktı ve lamba eve kadar yolunu aydınlattı. 

Hazar Sözlüğü’nün Macarca basımı şu cümleyle biter: O sadece sana gerçek karakterini hatırlatmak istedi. 
Fransızca, İtalyanca, Katalanca basımlar şu cümleyle biter: Gerçekten de Hazar vazosu uzun zaman önce kaybolmuş olsa da kullanılıyor. 
Tokyo Zogen Şa yayını Japoncası şu cümleyle biter: Genç kız dünyaya bir parıltı kız getirdi – ölümü. Bu ölümde güzelliği aryan ve kesilmiş süt oldu ve dibinde kamış tutan bir ağız görünüyordu…

Hazar Sözlüğü’nün farklı sonları olduğu gibi cinsiyeti de vardır. Bu kitap 1984’de eril ve dişil basım olarak yayınlandı…Okuyucu istediği basımı okuyabilirdi.

Kitabımın eril ve dişil basımları arasındaki temel farklılık çok sık soruldu bana. Bunun nedeni bir erkeğin dünyayı kendi bedeni dışında yaşaması, buna karşılık kadının evreni içinde taşımasıdır. Bu farklılık romanımın eril basımına da dişil basımına da yansımıştır. Şöyle söyleyebiliriz: Eril kolektif zaman ve dişil bireysel zaman içinde ayrılan zamanın yok oluşunun imajı… Jasmina Mihayloviç’in Okuma ve Seks’te değindiği  bir konu. 
Hazar Sözlüğü işte böyle, sayısız amaçları, eril ve dişil haliyle Anthony Burgess’in deyişiyle ‘yarı hayvan’ –half an animal- gibi bütün dünyayı dolaştı… Avrupa’dan iki Amerika’ya, Japonya’ya, Çin’e Rusya’ya kadar gitti ve yazarının ve öteki kitaplarının iyi ve kötü yazgılarının tohumlarını ekti. (bkz. http://www.khazars.com)
Hazar Sözlüğü bugün Kova burcunda XXI. Yüzyıla giriyor ama sadece dişil basımıyla… Okuyucunun şu anda elinde tuttuğu basımdır bu: Okuyucu eril basıma ise bu giriş yazısında ulaşacaktır. XX. Yüzyılda iki cinsiyet olan kitap XXI. Yüzyılda erdişi oldu. Ya da ensest gibi bir şey bu! Editoryal kaygıların zorladığı bu yeni görünümü altında bu kitabı dişil zamanın eril zamanı da içine aldığı bir yer gibi görebiliriz. Eril basımdaki farklılık doktor Dorothea Scultz’un 11. Mektubunda şu cümleden sonra yer alıyor. Ve masada duran birkaç sayfa fotokopiyi uzattı bana.

Eril kitap, burada romanın dişil basımına giren Hazar Ağacı şöyle:
O anda ateş edebilirdim. Bundan daha uygun bir fırsatolamazdı – bahçede tek bir tanık vardı- ve bir çocuktu bu. Ama herşey farklı bir biçimde gelişti. Elimi uzattım ve sana bu mektupla gönderdiğim şaşırtıcı sayfaları aldım. Onları alırken ateş etmek yerine tırnakları fındık gibi olan o Sarezen  parmaklara bakıyordum ve Halevi’nin Hazarlarla ilgili kitabında anlatıldığı ağacı düşünüyordum. Her birimizin bir ağaç olduğunu düşünüyordum. Yağmur ve rüzgarlarla gökyüzüne ve Tanrı’ya yükseldikçe çamur ve yeraltı suları aracılığıyla cehenneme doğru köklerimizi kazmak zorundayız. Yeşil gözlü Sarazenin verdiği bu sayfaları  bu düşüncelerle okudum. Çok şaşırdım ve Muaviye’ye bu yazıları nereden bulduğunu sordum. MILORAD PAVIÇ.

10 Mayıs 2013 Cuma

böyle şarkılar tüğlerimi diken diken ediyor! valla bak....


Drifter's pick: THIS IS WATER by David Foster Wallace



Bu videoyu LA'lı film şirketi Glossary, David Foster Wallace'ın meşhur mezuniyet konuşmasına çekmiş. iyi iş çıkartmış.

Broom of the System henüz Türkçe'ye çevrildi mi bilemiyorum; "brilliant" diyorlar ya öyle yani...
okumaya kalkan pişman olmaz söyleyeyim.
Bu adamı okumamı öneren hocam'ın kulaklarını buradan çınlatmış olayım; bunun gibi bir kaç kez soğuk su çarpmışlığı vardır yüzüme. adını hiç vermeyeceğim zira kendisi hiç hoşlanmaz adının geçmesinden orda burda...
David Foster Wallace, 2008 yılında 46 yaşında kendini astı;
bu haberi duyduğumda epey dağılmıştım;
öyle yani...

7 Mayıs 2013 Salı

şu var;

'yapraklarını birbirine sürterek varlığını duyamazsın. Bir ormanda olmalıydın. Ölünceye kadar yerinden kımıldamayacağını bilen bir ağacın rahatlığını duymalıydın. Bütün ağaçlara bakarak; kimsenin yer değiştiremeyeceğini düşünerek ferahlamalıydın. Hayır , bir su yosunu olmalısın. Suyun serinliği ve ıslaklığını duyarak dalgalanmalısın. Bütün istediğin , uçsuz bucaksız bir sudur ve her zaman bütünlüğüyle saracaktır seni.'


6 Mayıs 2013 Pazartesi

akşamüstü şarkısı;


bana her çıktığında neyi değil zurnası dedirten o iğrenç reklam cingılından nefret ediyorum. Bi ara kesmişlerdi yayınlamayı ben de sanmıştım ki Hakkı Devrim müdahale etti; bu işlere memlekette o bakıyordu eskiden; (bilmiyorum hala bakıyor mu? bakıyordur belki, ben pek uzun süredir gaste okumuyorum.) Neyse çile gibi bişey; o boyadan asla almam, alana da ters ters bakarım. Mazhar Fuat Özkan'ı da ayrıca kınıyorum insan bari çaktırmadan düzeltir de söyler. Öyle yani...
Re re re
Ra ra ra
Gassaray Gassaray Cim bom bom!

5 Mayıs 2013 Pazar

Drifter's pick; yok artık ama!!

'Stoopid tall' aka 'Big Boy' 

Bu abi Richie Trimble. 14.5 ft. yani yaklaşık 4.5 metrelik bisikletin üstündeki arkadaş. Hakikaten tuhaf bir dizayn. Manzara acayipmiş ama öyle diyor. 
şeyi merak ettiyseniz... nasıl binmiş onun üstüne diye...
yüksekçe bir binaya duvara filan dayayıp bisikleti ilk binişte de eşten dosttan yardım istemek suretiyle kendisini bi şekil bisikletin üstüne konduruyormuş. 
videosu da var...
bana soracak olursanız ben binmem binenin de yanında yöresinde dolaşmam maazallah!

 




çok güzel pazar şarkısı; çizgi klipli güneşli kafalar