gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini. Kocaman dalga dalga bulutlar yere o kadar yakın duruyorlar ki, insanın kement atıp birini tutası geliyor.- ister başının altına yastık yap ister midene indir. Bir tabak bol sulu fasülyeyi kocaman bir parça bulut etiyle götür, sonra da biraz kestirmek üzere uzan. Ne hayat ama! (hayalperestler- Patti Smith)
Öldüm mü kaldım mı bi soran olmadı teessüflerimi bildirerekten
özgürlükler ülkesi Hollanda The Netherlands’dan selam ederim.
Bugüne bügün uyuşturucu, sex ve başka ne vardı bilemedim
şimdi ama bilimum şeyin serbest olduğu (bana ne faydası olacaksa artık amma
nümayiş yaptım) yeni cennet tabir edilen ‘düşük arazi’(böyle mi çevriliyor bu ‘lowlands’)de
oturma iznim çıkmış bulunuyor. Bu da
demektir ki bir flaman banka hesabı açabilecek, standardı 20 küsür mbps hızında
fiber internet başvurusu yapabileceğim.
Hı bi’ de kumar serbest; hatırladığım iyi oldu.
(Şimdi bi daha düşündüm de ne işim var benim burada yav?)
Bisiklet;
Bisiklet çok güzel bişey; düz ya burası…
Bir ‘gazelle’ bisiklet ömre bedel ama ben kendime yakışıklı
bir Batavus seçtim; ormanda 8 speed gücünde, arkasında postacı çantası; önünde
de sepeti var.
Bir alışveriş kapasitesi ki sorma gitsin.
Ooh park yeri sorunu
yok; mesela yok anahtarı bırak abla’ydı;
otopark doldu valeye ver bariydi gibi dertler yok; paşa paşa bisikletini
kitliyosun kapının önüne bırakıp giriyosun markete.
Sonra bir de ağaçlar var…
Acayip ağaçlar var, mesela 8 katlı binanın tepesinden bakan
ağaçlar var… Onlar, Van Gogh, Van Gogh değil de henüz Vincent’ken; kısa
pantolonuyla karşımdaki koruda pisklete binerken de varmış; yaa işte o ağaçların arasındaki bisiklet
yolunda pedal çevirirken bunları düşünerek, halihazırda kıç dondurucu soğuklar
kapıdan baktırmışken önümdeki kışı düşünmemeye çalışıyorum.
Burası Tilburg bu arada; Amsterdam’ın güneyinde Fransa ve Almanya
sınırına yakın.
mühim bir yere gidiyorum, buralara kadar gelmişken gitmemek olmaz çünkü...
yağmur yağdı yağacak; o görünen almus barajı;
bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum.
bu 's' çizen de Niksar çayının bir kolu...
ve o muhteşem kuşburnu marmeladının yapıldığı kuşburnu çiçeği buymuş...
işte bu yoldan gidiliyor o köye...
çok hüzünlü topraklar buralar; adım atar atmaz hissediyor insan... adını değiştirsen de toprağın üstüne sinmiş bi kere...
Deniz Gezmişlerin kesinleşen idam kararını öğrenince bişey yapmak gerek diye yola çıkan Mahir Çayan ve devrimci arkadaşlarının 13 gün saklandıktan sonra ihbar üzerine Jandarma tarafından tespit edildikleri ve kurşun yağmuruna tutuldukları o evin altındaki samanlığı arıyorum Ataköy'de... ya da hepizimizin bildiği adıyla Kızıldere Köyünde... tam 43 sene geçmiş kanlı olayın üstünden ama sanki bir hafta önce olmuş gibi evin her yerinde kurşun delikleri...
işte sadece Ertuğrul Kürkçü'nün sağ kurtulduğu ve geri kalan herkesin öldürüldüğü o ev, bu ev... ve eğer buralara yolunuz düşerse fotoğrafta görünüyor, evin önünde oturan amcayı yine orada otururken bulursanız; olup biteni ilk ağızdan dinleyebilirsiniz. Ben dinledim; ama anlatasım gelmiyor içimden....
vay arkadaş!
3,5 milyon yıl diyor rehber. aklıma mukayyet olayım. ok-kadar çok dokunmak istiyorum ki; ama her bir dokunuş 15 yıl çalıyor sarkıtlardan...keşke çocuk olsam, o zaman varoluşta 15 yıllık zamanın ehemmiyetine varamayabilir ve çaktırmadan dokunurdum illaki.
Ballıca Mağarası'ındayım. ya da eski adıyla "in deresi"
büyülenmemek elde değil. en ihtişamlı sanat eserinden bile daha etkileyici inanın. girer girmez diyorum ki;
daha önce böylesini görmemiştim.
nutkum tutuluyor.
ama
nefes alıyorum deriin deriiin.
çünkü atmosferdeki oranın yaklaşık dört katı saf oksijen içeriyormuş içerideki hava...
haftada bir astım ve koah hastalarını getiriyorlar buraya.
rehber ve ekipten biraz geride kalıyorum herşey çok halüsinatif herşey çok saykodelik; sarkıt ve dikitlerin baktıkça değişen şekillerini izlemeye doyamıyor insan herşey bir an birşeye benziyor; ama sadece bir an ve sonra değişiyor ışıkla.. hareketle...
sarkıt duvarların üzerindeki siyahlıklar mağara sakinlerinin eseri yani cüce yarasa kolonisinin; rehber burada temizlik şirketi gibi çalışıyorlar diyor. içerideki sinek ve böcekleri barındırmıyorlar her akşam hava karardıktan sonra sekiz gibi mesela dışarıya çıkıyorlar ve içeri girerken yarattıkları hava sirkülasyonuyla mağara ziyaretçilerinin gün boyu yarattığı hava kirliliğini dışarı atıp temiz havayı içeride tutuyorlar.
belki biliyorsunzdur mağaralar oluşumları bakımından iki tiptir; volkanik mağaralar ve erime mağaraları...
ballıca bir erime mağarası; kireç taşı erimesiyle oluşmuş; yani bütün bu muhteşem yapının müsebbibi su.
mağarada nem oranı %55'in üzerinde her daim.
ve bunlar da mağaraya ismini veren bal taşlar
permo triyas mermerleri (yapısında %80'den fazla kalsiyum karbonat içeriyormuş.)
mağarada bir kaç farklı renkte taş oluşumu görmek mümkün
kırmızılar; demir minerallerinin eseri
mavi ve yeşil taşlar bakır azurit
bu arada söylemeyi unuttum burası dünyanın en büyük mağaralarından biri 5 kattan ve sekiz salondan oluşuyor ama heniz açılmamış salonları var onlar yarasa odaları. Tamı tamına ne kadar bilmiyoruz ama 685 metresi ziyarete açık ve tavanın en yüksek olduğu yer 15 m yüksekliğinde.çok acayip değil mi?
yürü yürü bitmiyor.
yarasalardan korkmasam bütün gece burada kalasım var.
girişteki havuzlu salonda insanların yaşamış olduğuna dair bulgular varmış; rehber anlattı ama fotoğraf makinesinin iyi netice vermesi için ayar yapmakla meşguldüm kaçırdım.
1992'de keşfedilmiş çok geç değil mi?
neyse işte geç meç bulunmuş ya! çok muhteşem bir yer
tokat ilimizin pazar ilçesinde!!!
gidin görün.
valla bak dua edersiniz bana....
Bundan iki hafta öncesiydi; seçimler yaklaştıkça herkes
birbirinin ağzını arar olmuştu hani ‘veriyoruz dimi chp’ye’ diye…
- vermiyom cehepeye mehepeye onnar benim kalbimi kırdılar
çok
diyordum;
-hiii nee selahattin’e mi verecen yine?
- hayır bikere ben onu cumhurbaşkanlıı seçiminde Ekmeleddin
çatı yalıtım çözüm sistemlerine tepkisel olarak şeyettiydim. Hem alla alla!!! cehepe olmazsa selahattin
diye bi tipim mi var benim?
Ne alakası var sol soslu kimlik siyasetine
kaptıracak oyumuz yok evelalla.. Belki Perinçek’e vericem; boş gezenin boş
kalfası olabiliriz ama ne zaman oy verecek parti bulamasam ortalıkta işçi
partisine veririm ben…ammaan bilmiyorum işte kararsızım koşarak kaçasım var…
diyerek ve
Bu gibi muhabbetlerden bunalıp seçimlere kadar güneye inmek
suretiyle şehirden kaçtım.
Ohh mis!
Bodrum’a yerleşip çocuk yapan veya çocuk yapamayıp organik
tarım yapan arkadaşlarım bi mutlular ki sormayın gitsin…
Bütün gün sahilde yatıp şöyle manzaralara bakıyodum.
Sonra Galatasaray Beşiktaş derbisi geldi çattı
Bi de şampiyon olduk mu; ne keyif ne keyif…
Bi hafta tebrikleri kabul ettim sahilde yatarken…
sonra bi telefon geldi;
Gökçe
-Biz Cuma akşamı yola çıkıyoruz sen de atla gel; assos’da buluşalım.
Oluur dedim ; ayy ne güzel oluur diye ekledim…
Ben Cuma sabahı çıktım yola
Bafa böyleydi geçerken;
İzmir Çanakkale yolu hakkaten duble yağ gibi kayıyo ama
kayacak yerlerin çok ağrıyabilir çünü heryer kamera… aliağa’dan sonra biraz
sevimsiz yol ayvalık’a kadar… biz konuşuyoz onnar yapıyo ; sanki ceplerinden
yapıyo… ödediğim vergiler ve duble yollarda yediğim trafik cezaları nereye
gidiyo?
Neyse
Arkadaşlarla tatil gibisi yok… bi de şampiyon olmuşuz ki;
ertesi gün babakale’de Pazar varmış gidelim bi otlar çaylar filan alalım; bi de
kalamar yiyelim buraya kadar gelmişken dedi gökçe… bindik onun arabaya
gidiyoruz. Klimayı kapattık pencereyi açtık; püfür püfür boğaz rüzgarı… koyun
çanları kuş sesleri filan arasında kedi miyavlamaları… dedim ki kedi yavrulamış
nasıl bağırıyor.
Sonra babakaleye vardık ve pazara daldık… pazarda herbişeyi
çiğ çiğ ye… o kadar yani…zaten köylü de öyle yapıyor aslında; soruyosun mesela 'teyze bu ne otu?'
- - O mu? Evegömeç
ya!
- - Nası yapılıyo o?
- - Sahanda şöyle bi çevir
- - Ee
- - Kavur işte ; ööle yeriz biz, kavurma.
- - Peki o ne?
- - Acı filiz?
- - O nası yapılıyo
- - Onu da çevir sahanda.
- - O da mı kavurma
- - Evet tabi. Çok güzel olur. Yumurta kır istersen!
- - O ?
- - Labada.
- - Sormuyorum direkt kavuruyoruz.
- - Evet kavur güzel olur.
Yani köylünün pek bi kuzey ege mutfağı diyebileceğimiz bir
tarifi yok; genel olarak ‘kavur’ ya da ‘kaynat çay diye iç’… bu! Ama çok süper
insanlar…
Neyse Pazar sonrası babakale’nin muhteşem köy kahvesinde
asmaların altında yorgunluk çayına oturuyoruz.
Evet Behramkale-babakale arası
bütün köy kahvelerinde hala kadın erkek oturup çay içebiliyor bu köyler hala bu
derece medeni…
Tam osırada tuhaf bişey oluyor; siyah takım elbiseli bir
adam elinde mikrofonla köy kahvesine giriyor ve ardından daha normal giyimli
bir başka adam ve ellerinde broşürlerle birkaç kadın… meğer CHP Şey için
gelmiş; adayı tanıtmak ve oy şeysi için işte…
Tamam tamam bizim oyumuzun yeri belli diyip yavaştan
uzuyoruz.
Meğer köy kahvesinde oy toplamacılık böyle oluyormuş; buna
da şahit oldum yani şu yaşımda…
Dönüş yolunda yine pencere açık…
Birden acı bir viyaklama duyuyoruz
“Aa kediiii”…derken
Gökçe birden aman allahım diye feryat ediyor.
-Galiba ses arabadan geliyor…
-Ne?
- yaa dün akşam Ozan,
‘Gökçe galiba arabanın altına kedi kaçtı baktım bulamadım ama ben park ederken çıktı herhalde bir daha
sesi çıkmadı’ demişti; çıkmamış olabilir mi?
Diyor.
-yok artık nerdeyse 24 saat olacak… taa cihangir’den buraya
kaçmış olsa bile ölür hayvan!
diyorum ama;
arabanın altına eğilip lastiğin arasından bakınca; minnacık
bir çift gözün korkuyla bana baktığını görüyorum.
Allllaaaaaaa!
El kadar bile değil parmak kadar;
Ödü patlamış…
Nasıl patlamasın;
Cihangir’den assos’a
duble yollarda 180’le lastikte gelmiş… aç susuz 24 saat ve son gücüyle
miyavlayıp sesini bize duyurdu…
Fakat iş burada bitmiyor çünkü hayvan acayip bir travma
geçiriyor ve katiyen çıkmak istemiyordu. Biz de üstüne gidip çıkartmaya
yeltendikçe kendini motora doğru sıkıştırdıkça sıkıştırdı.
İşte o an tansiyonum
düştü gözlerim karardı gerçekten bayılacaktım.
kedinin sesini duyduğumuzda bu yoldaydık!
fotoğrafta görünmüyor ama allahtan biraz gerisi benzinlik.
Ozan köyden bir amca buldu arabayı çalıştırmadan traktörle
benzinliğe çektik; krikoyla yukarı kaldırdık işe yaramadı; altını açtık belki kendi kendine çıkar diye…
Tam üç saat uğraştık; hava kararana kadar…
Sonunda arabayı orada bırakmaya karar verdik; ve moralimiz
berbat bir şekilde kös kös kaldığımız yere döndük. Kimsenin içi rahat değildi;
eğer çıkmazsa bir gece daha dayanabilecek miydi aç susuz?
Sabah ilk iş arabaya gittik.
Ses yoktu; hiç ses yoktu…
Kendimizi kötü sona hazırlamıştık zaten hayatta kalmasının
mümkünatı yoktu…
Biri eğilip motorun içinde yerini tespit etmeliydi… bu iş
erkek olduğu için Ozan’a düştü.
‘Gördüm.’ dedi bir süre sonra.
- Ama kızlar hiç hareket etmiyor maalesef. Ve öyle bir yerde
ki çıkarmamız mümkün değil; değil el sopa bile girmez naapıcaz?
Sonra bir sopa bulup
dürtmeye karar verdi ve filim o zaman başladı çünkü bizimki can havliyle
viyakladı ve sonra tısladı…
Benzinlikte herkes
başımıza üşüşmüştü v e bazıları su tutmamız gerektiğini ancak öyle çıkacağını
söylüyorlardı. Çünkü gerçekten bir insanın elinin ulaşamayacağı bir yere
sıkıştırmıştı kendini.
Sonunda razı
olduk ve hortum geldi. Bütün iç aksamını yıkadık arabanın ve nihayetinde
bizimki sucuk vaziyette kendini aşağıya bıraktı.
Can havliyle kaçmaya çalıştı, Ozan önünü kesti ben boynundan
kavradım… kucağıma aldım tir tir titriyordu. Miyavlayacak gücü kalmamıştı. Bizim
de konuşacak gücümüz kalmamıştı. Gökçe ve ozan kahkahalar atıyorlardı; Emre
Uefa Kupasını kazanmış Fatih Terim gibi dizlerinin üstüne çökmüştü ben
kucağımda kedi ağlıyordum. Benzinlikteki amca hortumu topluyordu (onların
hayvanlarla duygusal ilişkileri pek bizimkine benzemiyor tabi)
Tam 30 saat aç susuz yollarda…
Hemmen biberonla süt verdik su içirdik titremesi aralıksız
yarımsaat sürdü ama sonra uyuya kaldı.
Adını “Limbo” koyduk şeyden geliyor ‘living in limbo’ deyimi
var ya… hani şarkısı da var Jane Birkin söylüyor…
ŞU;
Tabiiki ben koydum…
Limbo şimdi çok mutlu travmayı atlatması sadece birkaç saat
sürdü; zaten o da tüm cihangirliler gibi
güneye kaçıp kafe açma derdindeymiş te… vesayiti yannış seçmiş yoksa abartılacak
bişey yok yani.
ve huzurlarınızda Mucize Kedi Limbo;
Ama vatandaşlık görevimizi yapcaz;
Onun için mahalleye geri döndük, dönerken arabanın arka koltuğunda seyahate etti ve kendisi de bunun daha konforlu bir seçenek olduğunu kabul etti.
Ve ben de karar verdim limbo’nun
hatrına (artık o bi sinyal oldu gibi) son bir şans daha vericem cehepeye.
fotoğrafını çekmeye doyamıyorum kedi annesi oldum yine hay allam!!
Şiir gibi resimler Daehyun Kim'den...Moonassi serisini Seul'de okurken çizmeye başlamış; çizimlerin ardında öyle belli bir hikaye yok; genel günlük hissiyatımın dışavurumu diyor kendisi...öyle diyorsa öyledir ne diyelim. yukarıdaki çizime verdiği isim; I see you in the sea of you yani bir sen denizinde seni görüyorum...
Ortaçağ ile modern tarih arasındaki köprüdür rönesans;
doğruymuş
Ortaçağ sanatı ile modern sanat arasında bir köprü var; ve o
köprüden geçen toskanalı bir çoban;
Giotto .
santu sipiritu
meydanından ilerleyip arno nehri üstündeki ikinci köprüden geçiyorum yürüyerek…
santa croche(kroşe)
meyadanındaki şapelin tavanına bakıcam.
Simetri ve asimetri konusunda kafa yoruyorum şu size
bahsettiğim kitabı okumaya başladığımdan beri.
Güzellikle simetri arasındaki ilişki hepimizin malumu; peki
asimetri?
Simetrideki “steryl rigidity” yani steril
katılık/değişmezlik/esnemezlik onu
asimetrik yani sürprizli, tahmin edilemezli, dinamik olandan daha az cazip
kılıyor olabilir mi?
Olabilir.
Ama asimetrinin de bir sınırı olmalı mı?
Köprüden geçerken bunları düşünücem.
Köprünün bütün olayı bu mevzu olabilir mi?
Asimterinin ne kadarı
kaos yaratmaz?
Aklıma takılan bişey daha var. Tüm dünya rönesans’ın
floransa’dan çıktığını kabul ediyor. Kimisi “şans işte, da vinci, mikelanj,
boticelli falan filan hepsi toscana’da doğmuş naapalım” diyor. Buna tesadüf
demek bi tuhaf değil mi? Kimisi tarih veriyor. Rönesansın başladığı günü
söylüyor. Floransa katedralinin vaftizhane kapısını (şu bronz olan) yapma
ihalesinin, Brunelleschi’de değil de Ghiberti’de kaldığı gün başladı bu Rönesans
diyor. Yani Kapıyı Brunelleschi yapsaydı
hala yedi sağda yedi solda melekler, ortada bir Madonna elinde koca kafalı bir
bebek çiziyor olacaktık resim diye.
Neyse kendi teorime dönüyorum.
Köprü ve Çoban Giotto teorisi;
Soruyu yeniden soralım;
Asimetrinin ne kadarı kaos yaratmaz.
Bugün sanatta bunun hiçbir önemi yok ne kadar kaos o kadar
sanat;
ama o gün vardı bin ikiyüz küsurlardan bahsediyoruz.
İşte bugün sanata bu pervasızlığı tanıyan köprü Rönesans.
peki
Rönesans neden bir çobanın gözlerinden yansıdı ve ellerinden
alev aldı?
Kıra çıkmak lazım,
Bahar bahar, toskana çayırlarına…
Çünkü simetri ve asimetri arasında bir uzlaşma sağlamak
gerek bunu en iyi doğa sağlıyor… gözümüzün önünde aslında.
- - Rönesansın beşiği floransaya hoşş geldin sinan
abi!
- - Oğğlum yine dalmışsın, floransayı turist basmış,
çıkarın şu turistleri ufutziyi gezecem!!!
- - Yannız abi bugün zor haftaya gel, mümkünse sabah
beşte gel sıra öğlene gelir hayırlısıyla…
- - Yuhh hepiniz kafayı mı yediniz ? ne ufutziymiş
kardeşim? Akademia’ya gireyim o zaman?
- - Sinan abi sana bi pizza ısmarliyim sen vaz geç
bu sevdadan…
- - Yapma be!
İkinci gün ufizzi neymiş koy şu Toskana'nın Kianti şarabından bi kadeh
daha kafası!
Madem müzelere girme konusunda terakki kaydedemedik şu
meşhuur Mikelanj’ın davut heykelinin
çakmasının olduğu meydana gideyim o zaman, Signoria meydanın adı.
Şimdi anlatıyorum hikayeyi…
Sene 1504, bir eylül sabahı;
yağlı direkler üzerinde kaydırılarak taşınan devasa tahta
bir kafesin içinden işte şu aşağıdaki resimde gördüğünüz namı diğer “Mikelanjelo’nun
Devi” Davut ööylecene meydana indiriliyor.
(Allam ben niye böyle sanatsal afallatıcılığı tarihe geçmiş olaylara
maruz kalmıyorum?)
Tamı tamına 5 metre 17 santim uzunluğunda…
Çok mu acayip diyecek olursanız, evet çok acayip…
Yapılışı, getirilişi, sarayın önüne indirilişi,
Michaelangelo’nun kendisi, 1873’e kadar o meydanda ööylecene durması (ikidebir
ööylecene dediğimin farkındayım), sonra ne olduysa birden zarar göreceğinden korkulup şu bir türlü
bilet sırası gelmeyen akademiya müzesine taşınması , meydan boş kalmasın diye aynısının
tıpkısından bir çakmasının yapılıp meydana koyulması, 1990’da manyağın birinin heykele
çekiçle saldırıp, haşmetli Davud’un sol ayak serçe parmağını kırması, Floransa belediyesinin
2003 yılında Davud’u yıkamaya karar vermesi (haşmetli 1843’den beri suya sabuna
değmemiş)…
Aaa daha bomba;
Kudüs’ün fethinin 3000. Yılı diye Floransalıların bir jest
olarak heykelin bir kopyasını Kudüs’e göndermesi ama heykelin pornografik
öğeler içerdiği gerekçesiyle (biz boşuna öööylecene diyip durmuyoruz) kabul
edilmeyip, kudüs'ün bunu giydirip gönderin denmesi…
Geyik bir yana, Floransa’yı, müzelerin akıl dışı sırasını,
Michaelangelo’yu, David’i anlayabilmek
ve anlamlandırabilmek için; çok gezen mi
bilir çok okuyan mı? sorusunun malum cevabını bu noktada yalan edip The Art of
Florence adlı bir kitap alıp okumaya başlıyorum arkadaşlar….
bu arada floransa fotoları için buradan buyurun...
eski tas: MUTE’LU İNSANLAR: Oysa şu salyangoz gibi kendi içine doğru kıvrılan devrim, onların devrimi değildir. Çünkü eleştirici ve dışa doğru patlayan bir devrim d...
Sofia Coppola'nın son filminde, güneş altında şezlonga yatmalı bi sahne var, öyle güzel bi sahne ki uzuuun uzuuun... O kaddar olur yani sööliyim dedim.
Rotterdam’da önemli bir müze var bilen bilir adı “Boijman”
niye mi önemli?
çünkü yok yok içinde.
Cezanne
mı ararsın, monet mi , mondrian, Picasso, dali, maggritte, rothko, van Gogh, Rambrant,
Boch, Rubens vs. vs. yok yok. İnanlmaz bir müze. İnsanın gözleri faltaşı
gibi açlıyor; hiii o da varmış bu da varmış diye…
Gezerken sürekli nasıl koruyorlar bu müzeyi dedim durdum, insanın soyası gelir
yani o derece… baştan çıkarcı…
Müzenin hikayesi çok duygularımı sömürdü söyleyeyim.
Babanın biri, (hii çok ayıp!, ne amiyane oldu hiç öyle denir
mi?) adam gibi adammış demek istiyorum yani,
Franz Boijman adında bir avukat kendi koleksiyonunu bağışlamak suretiyle
müzenin temellerini atıyor. yıl 1849! Sonra ona
bir diğer baba, George von Beuningen katılıyor, o da bağışlıyor
bağışlayabildiği kadar. Bu iki yüce
gönüllü adamı örnek alan diğer bazı Hollandalı zenginler de müzeye epey bişey
bağışlamışlar sonra… zaten öncülük edilince gerisi geliyor …
Bizim büyük babalar da evlerinde köşklerinde saklıyorlar
Fikret Muallaları, Şeker Ahmet Paşaları, Abidin Dinoları filan… çok anlamsız,
çok bencilce buluyorum bunu da neyse başka bişeylerden bahsedicem aslında. Topu topu beş şey.
Birincisi; oskar kokoschka gördüğüm için öyle mutluyum ki…
İkincisi şu tablo
Bu bir George Hendrik Breitner. Tablonun adı “the earring”
yani küpe. 1893’de yapılmış. öyle etkileyici ki. Dakikalarca bakabilir insan.
Aynaya yansıyan yüz çizmek ne kadar zordur düşünebiliyor musunuz? Resimdeki aynada
başka bir resim daha var ve inanlmaz. Çok görülesi bişey gerçekten.
Üçüncüsü bu;
Önce yapıldığı tarihi söylüyorum: 1560.
Enteresan olan şu; o tarihte doğa resmi çizmek diye bişey
yok. Ressamlar doğa resmi filan çizmiyorlar; resim çizmek, çizdirmek çok pahalı
bir lüks; sadece kontlar, lordlar, krallar filan ressamlara sipariş usulü resim
çizdiriyorlar; o da işte kendilerinin karılarının çocuklarının filan resimleri.
Kimse aman bir ressam tutayım da şu antreye bir göl resmi çizsin ferah ferah
bakarız demiyor yani.
İşte onun için bu ressam mühim.
Cornelis van Dalem.
Bu yetenekte, ustalıkta bir ressam ve pastoral çalışıyor.
Nasıl mı?
E, çünkü kendisi çook
zengin bir soylu ahahaahaha…
zevk için resim yapıyor yani; ne isterse onu çiziyor. Çok iyi
değil mi?
dördüncüsü;
geçen sene Brüksel’deki Magritte müzesine gidip
orada bulamayınca biraz olsun hayal kırıklığı yaşadığım “La reproduction
interdite” işe bak bu müzede çıktı. Başka birkaç tane daha Magritte var. Ama
bilirsiniz Magritteseverlerin gönlünde bu tablonun yeri ayrıdır.
Son olarak size kafkanın evini takdim edeyim;
1938 tarihli bu tablonun ismi The Doctor’s visit (Kafka’s
House)/ Doktor Ziyareti, (kafka’nın evi).
Pazargünü ressamı diye bişey duymuş muydunuz? Öyle deyince
şimdi aklıma şu TRT’de beş dakkada nehir kıyılı, bahçeli dağ evli manzara resmi
çizen kabarık saçlı amca geliyor, allah rahmet eylesin vefaat etti yakınlarda. Neyse
yok bu Hendrik Nicolaas Werkman öyle değil. Werkman’ a Pazar ressamı diyorlar
çünkü, sadece Pazar günü resim çizermiş. Kafka da yakın dostu olurmuş. Bu
tablodaki ev de gerçekten Kafka’nın eviymiş. Doktor ne alaka hiç anlamadım ama
Kafka’nın evinin duvarının kırmızısına ve ormana bakan balkonuna bakar mısınız?
Kayahan şarkılarını ayıla bayıla dinlemezdim küçükken de, nilüferin gülüşünü sevdiğimden bir kaç şarkısını ezberlediğimi inkar edemem. Hala da radyoda filan denk gelirsem zaplıyorum ne yalan söyleyeyim ama noolur ölmesin kayahan, hep olsun, hep olsun biyerlerde işte!
bu sabah penceremde rotterdam var puslu ve soğuk! bir gökdelenin orta katındayım; "yüksek" değilim. dışarı çıkıp buz gibi soğuğu boğazıma çekesim var. Ne olacaksa olsun kafası...
Roni Margulies'in bir şiiri var yazıyim mi?
yazayım, yazayım:
şöyle:
"ROT" diyor elimdeki sözlük, çamurlu demekmiş. "A" ise su, buna şaşırdım işte. "Rotta" demek ki, çamurlu su. Dam belli, baraj. Rotterdam bir baraj , çamurlu suyun üzerindeki.
evet üstüne şiirler yazılası bir şehir değil Rotterdam
sokakta yürürken birden bir gökdelenin gölgesi düşüyor
üstüne ürküyorsun.
yani ürküyorum.
ve üşüyorum.
haddinden fazla belki.
perspektifinde kayboldum bu şehrin.
fotoğrafların bazılarını yüklüyorum diğerleri de yakında burada; meraklısına ...