5 Şubat 2023 Pazar

Hikayenin sonu, başlığı ve ağlak pazar şarkısı

Hiç bir zaman gece uykusundan uyandırıp ‘beni uyku tutmadı kalk bi yürüyelim’ diyemeyeceği arkadaşlarından biri...

insanlar yürümeyi bilmiyorlar ki hep birbirlerinin üstüne üstüne yürüyorlar.’ 

Aruoba’ya bu cümleyi yazdığı ve haklı olduğu için rahmet okudu. 

O güzelim kitaptan aklına gelen ilk aforizmanın bu olmasına da içerledi biraz.  Sahi nereye kayboldu o ‘De Ki İşte’den sonra en sevdiğim Aruoba kitabı? diye kitaplığa göz ucuyla baktı ama çok uzun zamandır ortada olmadığını hatırlayarak ve artık yaşamadığı evlerinden birinin deposunda olabileceğini düşünerek fazla da aramadı.

Her zaman böyle müşkülpesent miydi? İnsanları severdi de çünkü. 

mesele bu muydu yani? yürünecek insan kalmamasının sebebi

insanların üstüne üstüne yürümeleri mi yoksa: üstüne yürürken görünmez duvarlarına çarpıp beyin kanamasından ölmeleri miydi?


Beşiktaş’ta pazar sokağındaki kirayı paylaştığı ilk evi geldi gözünün önüne. Karşı apartmandaki öğrenci evini perdeleyen avludaki çınar ağacının yaprakları rüzgarda salındı zihninde. Hayatının sonuna kadar çeviri yaparak geçinebileceğini sandığı o yeni mezun günlerinden artık kim olduğunu bilmediği bir kendisiyle karşılaştı yeniden.  Ev arkadaşı okuldayken balkona bir sandalye çeker bir kitaba dalar, akşama kadar aylak aylak vakit geçirirdi. Gece uyku kaçtı mı saat kaç olursa olsun halihazırda sokakta olan biri mutlaka bulunurdu. Ama zaman geçtikçe o noctrun hayvanlarının büyük bir kısmı geceleri uyumaya karar vermişti hayatlarının geri kalanında. Bir kısmı da netflixe filan takılıyordur herhalde diye tamamladı düşüncesini. ‘Huzursuzlar bile rahata alıştı.’ 


Geçmişi düşünürken içinde ne o mekanlara ne de o insanlara dair büyük bir özlem ya da yoksunluk duymadığını fark etti. Yürüme’den bir alıntı daha geldi aklına. "Bir yeri gerçekten ve toptan terketmeyen, yeni bir yola çıkamaz.


Tanrı Lût’a boşuna dememişti ya, geriye bakmayacaksın diye."


Zaten blogdaki o paragrafı okuyup yürümeli bir sahil sahnesi canlandırdığında daha önce yürüdüğü sahillerin hiç biri gelmemişti gözünün önüne: ne Tarabya sahili, ne köprü üstü ne de izmir kordon. Çocukluğunda Nilay’la çekirdek çitleyerek birbirlerine heyecanla hoşlandıkları çocukları anlattıkları yazlık sahili bile gelmemişti aklına. 

Buna biraz canı sıkılacak gbi olduysa da faza durmadı üstünde. 

Geçmişe dair herşeyi severdi, bütün hikayeleri, bütün müzikleri, bütün giysileri, bütün, bütün, bütün../ ama aklı hep henüz sapılmamış bir yolda, orada bulacağını umduğu bilinmeyenin balındaydı.  

Yoksa bir yere varmak için değil sadece yolda olmak için mi yola çıkılıyordu? Da Vinci'nin bir diğer şifresi de bu muydu mesela.  'Bir yere varmak icin değil yolda olmaktan da yorulunurdu.' bütün harfleri çıkmış olsa da, bu 9 kelimelik cümlenin de içinde bir muamma bir mahrem gizliydi.


Bunu da artık Cabanyal plajının sahil yolunda yürürken düşünürdü.  

 

Aynı anda Valensiya'yı düşünmek kadar keyfini yerine getirecek birşey olduğu geldi aklına 

Ve yine Jerry’e öykündü. George, Kramer ve Elaine’i düşünüyordu. 'Dünyanın sorunu yeterince oldfashioned kaçık olmaması!' dedi kendi kendine. Eskiden her mahallede temiz delirmiş biri olurdu, dairesinde tavuk besleyen filan. Seinfeld’in tüm sezonlarını onlarca kez seyretmesine rağmen özellikle kış aylarında ne zaman 'ismail abi'sizliği başına vursa 6 sezonundan başlayarak (çünkü Seinfeld dizisinin en efsane sezonunun 6 sezonu olduğunu düşünürdü) 7,4,5,3 vs diye tüm bölümleri izleme maratonuna kaptırırdı kendini. Etrafında George, Elaine ve Kramer gibi insanlar olmuş olsa canının hiç sıkılmayacağını düşünürdü.   

Jerry’nin bu kaçıklara sımsıkı tutunmasının sebebini bir kez daha iliklerinde hissetti. Sebep jerry’nin outcastliğinden çok diğer insanların sıkıcılıklarıydı. Yeni nesil anne babaların patalojik durumları, yalnız şehir insanının kapitalist tutkuları, kendini doğaya kapatmış inziva insanının mindfulnesslığı…Herkesin birşeyin peşinde olması…  Jerry bunlardan bunalırdı,  tutunacağı George, Elaine ve Kramer olmasaydı. 

Birden yani hayatını kendini Jerry’nin yerine koyduğu bir sitkom gibi hayal edince içini yine sımsıcak ama sıcacık bir nefesle doldurdu ve o nefesi de bir önceki gibi hemen bırakmadı.


pencereden bakarken görüp durağa gidene kadar takip ettiği yaşlı kadın geldi aklına yine. Otobüse binmeden önce yeşil şişelerin ayrıştırıldığı geridönüşüm konteynerine şarap şişelerini attığını düşündüğü kadın. Sahi nereye gidiyordu bir pazar günü, iyi kalite kaşmir paltosunu giymiş, öğleden sonra,  hava bir dereceyken, eğrilmiş omurgasıyla? Kadını ve eğrilmiş omurgasını düşününce I D’nin kinesiologist olduğunu hatırladı birden ve tüm bu yarım saatlik pencere önü dalışını, yine evrenin kendisine birşey söylemek istiyor olabileceğine yordu. Ama o şeyin ne olduğunu hiç bulamadı.   


Bütün gece Seinfeld bölümlerini seyretti ardı ardına, kendini Jerry’nin yerine koydu ve hiç sıkılmadı. 

Uykusu gelince gece kremlerini sürdü, lenslerini çıkarttı. telefonunu şarja koydu. Huzurluydu ve bir iki dakika içinde de uykuya daldı. 


Titreşim sesine uyandığında gözü radyonun üstündeki saati gösteren dijital sayıları seçti. Uykuyla uyanıklık arasında 02:02’nin saati mi tarihi mi ilan ettiğini anlayamadı bir an, bekledi, oysa radyodaki digital sayalar sadece saati gösterirdi. Eczanenin bilborduna değil de radyonun saatine bakıyor olduğuna ayıldığında komidinin üstündeki telefonun ışığı bir kez daha yandı söndü ve bu yarı uyuyan zihnini eni konu uyandırmış oldu.  gerçekten mesaj gelmişti. Başucundaki lambayı yaktı, telefona uzandı gözlüğünü taktı ve I.D’den gelen mesajı okudu:


Hala uyanıksan sizin oradaki parkın köşesinde buluşalım mı?’ Yazıyordu.

ilk atılan mesajsa altına düşmüştü.

‘ Uyanık mısın?’ 


Gözlerine inanmadı. Hayalperestlerin en genel özelliklerinden biriydi bu. Gözlerine sadece canları öyle istediğinde inanırlardı onun dışında;

'Gözleri kapalı ve herşeyi yanlış anlayarak yaşamak' gibisi yoktu. Strawberry Fields forever!!!


Yok artık dedi kendi kendine.  Bu saatte!

ve hala uykuda olduğunu varsayarak gözlüğünü çıkarttı ışığı kapattı ve uykusuna kaldığı yerden devam etti. 


THE END...

Hikayenin başı icin tık





31 Ocak 2023 Salı

Gecenin animasyonu ve hikayenin devamı




Hırkasının cebindeki telefonu titreyince çıkarttı ve Instagram hesabına gelen mesajı okudu. Biri, epeydir satışta olan Vintage bir kabanın göğüs ölçüsünü soruyordu. ‘Koltukaltından koltukaltına kaç santim olduğunu yazar mısınız?’ diye sorulmuştu soru. Bu ölcüyü iki dakikada yazıp gönderebilirdi ama kendine pazar günleri dükkanıyla ilgilenmeyeceğine dair tutamayacağı bir söz vermişti. 


Son bir yıldır cumartesi pazar demeden deli gibi çalışıyordu. 


Pandemi hayatında çok şey değiştirmişti. ofise gitmek yerine eve kapanınca yine aklına gelen ilk cin fikri uygulamaya koyulmuş ve kendine ciddi ciddi bir iş kurmuştu. Sürdürülebilir moda kuratorüydü artık. 

‘Sürdürülebilir Moda kuratörü mü?’ dedi kendi kendine. 

Bit pazarlarından, eskici dükkanlarından veya garaj satışlarından bulduğu Vintage kıyafetleri aksesuarları toplayıp onları parlatıp yeniden satışa çıkartıyordu. 


Hayatta ilk defa hayalperestliğinin ekmeğini yiyordu mecazın tam anlamıyla.


Doğru zamanda doğru yerdeydi ve bu işin hayalindeki iş olup olmadığını düşünmeye fırsatı olmadan iş tutmuştu, maaşlı işinden istifa etmiş kendi kendinin patronu oluştu. artık dönüş yoktu. Kapitalizmin değirmenine su taşımadığını iddia edip dünyayı kurtardığını sanan insanların safına geçmişti. 

 

Greta’nın ‘how dare you?’ çıkışından sonra Avrupa’da iklimciler, çevreciler daha yüksek sele konuşmaya başlamıştı ve içinde ’sürdürülebilir’ kelimesinin geçmediği bir cümle kurmuyorlardı. Moda sektörü harika bir oyunbahçesiydi bu safsataya inanan ve inanmayanı anında yaftalayan önemli bir kitle için. Özellikle Burberry’nin yeni sezon ürünlerini satışa çıkarmadan önce 36 milyon dolar değerindeki eski sezon ürünlerini yaktığının sosyal medyaya sızması hızlı moda karşıtlarını kışkırtmış, agresifleştirmişti. Paris’te ve Londra’daki protestolar işe yaramış görünüyordu. Fast fashion’a karşı sustainable slow fashion yükseliyordu. 


Pandemi’yle birlikte insanlar internetten alışverişe iyice müptela olunca, sürdürülebilirlik ve internetten alışverişin yolları kesişmiş, bu kesişmeden bir trend, bir sektör doğmuştu. Insanların kullanmadığı veya kullanmaktan sıkıldığı eşyaları satıp, başkasının kullanmaktan sıkıldığı eşyaları almaya teşvik eden ve her satıştan yüzde 10 ila 20 komisyon alan online pazar yerleri türemişti. Bu siteler tüm dünyaya yayılmış, büyük kargo şirketleriyle anlaşarak kargolama maliyetlerini önemsizleştirerek milyonlarca kullanıcıyı kendilerine bağımlı hale getirmişti. Artık Portekiz’deki bir kadın taa iki bin km uzaktaki mesela Belçika’da yaşayan  birinin dolabında beğendiği çoraba 3 euro ödeyerek, Lisbon Brüksel arasındaki kargonun karbon izini asla düşünmeden satın alıyor ve buna ‘sürdürülebilir yavaş moda’ diyordu.  


‘Eh dünya böyle bir yer ve insanlar da bu! Sen ne takıyorsun acaba?  Valensiya’ya odaklan!’ dedi kendi kendine.

 

Asla başkasının giydiği kıyafeti giymem diyen insanlar bile sırf trend olduğu için ikinci el kıyafet alıyorlardı. Insanlar internetten alışveriş yapmaya alıştığında  kullanılmış ürün satmak yeni ürün satmak kadar kolaydı. Çünkü alıcı aslında fotograf alıyordu. Dolayısıyla satacağınız ürünü doğru presente ettiğinizde başarı kaçınılmazdı. Bir de elinizdeki ürün nadide bir parçaysa ona istediğiniz fiyatı biçebiliyordunuz. Avrupa birliği bunu, eski ürüne yeni katmadeğer yaratmak olarak yorumluyor, bunu yaptığınız için size teşvik bile veriyordu. Yeter ki bir kaç bin takipçisi olan bir Instagram hesabınız olsun ve satışa çıkartacağınız ürünleri ‘sürdürülebilir’ hashtag’iyle etiketleyebilin. 

Gerisi kolaydı. 


‘Bu Avrupa da yakında batar bu gidişle’ diyen iç sesini durduramadı.

 

O esnada yine I.D’nin fotoğrafı belirdi akışta. Bu kadın resmen instagramda yaşıyordu. I.D. bundan bir beş altı  ay önce kendisini takip etmeye başlamış, hemen her attığı fotografa veya hikayeye  sıcak, samimi yorumlar ve mesajlar göndermişti. Kadın bir influencerdı ve bunu aslında herkese yapıyordu.  Ilgi alanındaki herkese, genelde kendisi gibi ikinci el kıyafet satanlara kalpli emojiler, amazing, gorgeous, magnifique filan gibi kısa ve beylik yorumlar atıyor, bunu yaptıkça kendi görünürlüğünü arttırıyordu. Bir çeşit müptelaydı ve bu yüzden ilgi alanına girmişti. Ama I.D’in günlük postlarından kendini alamamasının asıl sebebi kadının fotografladıydı. I.D’in diğer kombin paylaşan kadınlardan belirgin bir farkı vardı.  Şekilsizdi kadın. Kadın olarak değil de influencer ölçülerinde bariz şekilsizdi. Ve bunu hiç umursuyormuş gibi görünmüyordu. İlk önce bunu ironi olsun diye yapıyor sanmıştı. Ne efekt kullanıyordu, ne filtre… Olduğu gibi… çoğu zaman Orhan Veli’nin sereserpe’sinden bile sereserpe imajlardı bu fotoğraflar. Hayret vericiydi çoğu zaman objektife bakan kadının o an fotoğrafı çekilirken ne düşündüğü. 'Umurunda mı dünya?' 


Bu fotograflara bakarken kadını güzel bulup bulmadığını düşünmüyordu. Giydiği kıyafetler de tek tek veya bir bütünlük içinde styling açısından ilgisini çekmiyordu. Ama imaj, takındığı pozdu olay. Ve bu fotograflara bir ‘güzellik estetik’ beklentisiyle bakmıyordu. 


Oysa güzellik ve estetik herzaman önemliydi onun için. Kendisini aynada izlerken görüntüsünü parlatmayı ihmal etmezdi. Yüzü yorgun göründüğünde veya yeni beliren bir kırışıklık yüzünde hoşuna gitmeyen bir ifadeye sebep olduğunda hemen müdahale etmek ister o deformasyonu yok edemiyorsa ifadesinde doğal ve estetik bir şekle sokmaya çalışırdı. Bunu güzellikle kafayı bozmuş kadınların motivasyonuyla değil tamamen ruhunu örten bir giysinin potluğunu almak, onu ruhunun enerjisine yakıştırmak için yapardı. Daima büyüleyici değil, ama  iyi görünmek isterdi. Ve iyi görünmediğini düşündüğü zamanlarda insanların arasında olmaktan hoşlanmazdı. I.D’nin yeni attığı fotografa tekrar baktı. Yine gayretsiz estetiksizliğine hayret etti ve fotoğrafın altındaki 145 kalp ve beğeni mesajlarını inceledi.  Daha önce kendisine de kalp göndermiş fashonistapreloved1766 adlı hesap abartılı şekilde ateşler, kalpler amazingler göndermişti.  Bu hesap gerçekten büyüleyici güzellikte bir başka influencer’a da aynı mesajı atmıştı. 

I.D. kendisine gelen tüm yorumlara tek tek minnettarlık emojileri gönderiyordu. Bu mesajları ve kalpleri gördüğü zaman gerçekten iyi hissediyor mudur diye merak etti. 


Kadın bedenini göstermekten tuhaf bir haz alır. soyundukça ruhuna ulaşacağınızı sanırsınız ancak ne kadar soyunursa soyunsun asla çıplak kalamaz kadın. Hep bir süs vardır.  Bedenin akıbeti ise bellidir. Her daim kadının beklediği zamandan daha erken başlar bozulma, deformasyon. Ve ölümle burun buruna gelmiş gibi bir dehşet anıdır saçta farkedilen o iki beyaz tel. Şu tasviri hatırladı okuduğu romandan ‘gençlikdolu yerçekimsizliğin kaybolmaya başlaması’. Böyle çevrilebilirdi belki ‘youthfull weightlessness’ Ne ürpertici bir tasvir diye düşündü.  

Klimt’in kadınları geldi aklına.

Klimt’in kadınlarının yüzünde gördüğü ve tanıdığı o ifade, o çaba. Bozulmayı geciktirmeyi arzulayan bakışlarıyla, süsleriyle, saçlarıyla, ruhlarını giydirdikleri derileriyle, çıplaklıklarıyla veya kuşamlarıyla birlikte çizilmiş kadınları düşündü. 

Instagramdaki bütün kadınların bir farkı yoktu Klimt’in kadınlarınlarından. 


I.D ile iki kez kahve içmek için buluşmuştu şimdiye kadar. Yakın semtlerde oturduklarını farkeden I.D olmuştu. Bir fotoğrafı görüp ‘bu fotoğrafın çekildiği yer benim oturduğum semte çok yakın’ diye mesaj atmıştı. Bu mesajin üstüne kısa bir sohbet mesajlaşması sonrasında tanışmak ve kahve içmek için buluşmaya karar vermişlerdi. İlk buluşmaları oldukça tuhaf geçmişti. Buluşmaya gitmeden önce nasıl biriyle karşılaşacağına dair bir fikri vardı, oysa I.D bu fikrin kıyısından bile geçmiyordu. Bu onu daha da meraklandırmıştı. Kadın ne kıyafet satıyordu, ne çevre bilinciyle Vintage’a merak duyuyordu ne de diğer influencer’lar gibi ürün tanıtma peşindeydi. Kadın iki çocuk annesi, Nato’da çalışan bir adamın karısı, hayatının büyük bir kısmını Fransa’nın güney kasabalarından birinde geçirmiş Yemen asıllı Fransız bir kinesiologistti.  Instagram’daki ilk fotografını liseye giden küçük oğlu çekip koymuştu. 

Böyle bir karaktere hazırlıklı değildi buluşmaya giderken. Daha çok yalnız, alışveriş bağımlısı, sürekli ilgi odağı olmak isteyen, onaya muhtaç bir tiple karşılaşacağını düşünüyordu. I.D her biri ayrı ayrı kendisinde ‘punctum’ efekti yaratan fotografları bir kenara koyduğunuzda son derece sıradan bir profildi. Fotograflardaki kadar şekilsiz de görünmüyordu poz vermediğinde, karşısında insan gibi otururken. 

Ilk kahvelerin ardandan ikinci kahveleri söylememişlerdi ama ayrılırken samimiyetle yeniden buluşmak istediklerini vurgulamışlardı birbirlerine. I.D’nin kendisiyle buluşmaktan keyif aldığından şüphesi yoktu. 


I.D’nin anlattıklarını dinlemişti ilgiyle. Çocuğu olmamasına rağmen I.D’nin çocukları ve çocuklarıyla olan ilişkisine dair anlattıklarını anlamış gibi yapmış, kendisini kelalaka birşey anlatıyormuş gibi hissetmesin diye çocuklu arkadaşlarının anlattıkları olaylardan örnekler vererek ilintiler kurmuştu. Sadece bu yüzden bile ilk fırsatını bulduğunda tekrar kahve içmeye davet etmiş olabilirdi I.D onu. Ikinci buluşmanın yerini I.D seçmişti, Seçtiği cafe yaşadığı binanın karşı sokağında küçük pembe dekorasyonlu bir patiseriydi. Daha önce önünden geçmiş ve pastel ve pembe dekorasyonu sebebiyle asla girmeyeceği bir mekan olarak tespit etmişti. Böyle masal prensesi odası konseptli  dekorasyonu olan mekanlardan ürker, fazla pembe ve eflatundan midesi bulanırdı.  Ikinci buluşma yerinin orası olduğunu farkedince buluşmaya on dakika geç gitmeye karar verdi. Olur da I.D geç kalacak olursa o pembe dekorasyonun içinde kendini çok anlamsız hissederdi beklerken.



Buluşmaya geç kaldığı için iyi bir performans göstermesi gerektiğini düşünerek  I.D’den çok kendisi konuşmuştu bu kez. Kendi hikayesini anlatırken sanki gardan henüz hareket etmiş bir trenin en son kompartmanına tutunmuş da, en baştaki vagona ulaşana  kadar kompartmandan kompartmana geçer gibi konudan konuya atlayarak yine de hikayesel bir tutarlılık ve bütünlük içinde dinleyicisini adeta kilitlemişti. İstediği zaman bunu yapardı. I.D etkilenmiş görünüyordu. Bunu fark ettiğinde bir korku kapladı içini. Bu kadınla gerçekten arkadaş olmak gibi bir niyeti yoktu çünkü. ve bunu düşündüğü anda kendini o  nefret ettiği,  kendini bi halt sanan kadınlardan biri gibi duyumsadı. Öyle biri olmadığını biliyordu. Zaten öyle biri olmadığı için arkadaş olmak gibi bir niyetinin olmadığı kadınlarla doluydu etrafı ve hepsi kendisine arkadaşım diyordu. I.D. de onlardan biri olacaktı. Hiç bir zaman gece uykusundan uyandırıp ‘beni uyku tutmadı kalk bi yürüyelim’ diyemeyeceği arkadaşlarından biri...


Hikayenin başı icin tık



29 Ocak 2023 Pazar

pazar şarkısı ve hikayenin devamı



...

O nefesi bırakmak istemedi bir an ve neredeyse tüm hücrelerinde dolaştırdı. Mevzu dönüyor dolaşıyor Valensiya’ya bağlanıyordu bir zamandır. 


insan hayal etmeye başladığında hep bulunduğu yerden başka bir yerde olmayı hayal ederdi.  Durduğu yerde başka bir varoluş hayal edenler de vardı muhakkak ama kendisi onlardan değildi.  Onun varoluşuyla ilgili bir derdi yoktu. Sadece varoluşunu bulunduğu mekana oturtamıyordu. Zaten insan hayal etmeye baslamışsa biraz kulaç atmalı, açılmalıydı. Bunu düşündüğü anda geçen yaz, o çocukluğunda her denize girdiğinde rahatlıkla bir iki sefer yüzüp geri döndüğü dubaya ulaşmaya çalışırken ne kadar teklediğini, en az iki kez sırt üstü yatıp dinlendiğini hatırladı ve biraz canı sıkıldı. Her geçen sene ciğer kapasitesi düşüyordu. Hayalperestlerin muhakkak göz önünde bulundurması gereken bir meseleydi bu durum. 

‘stepne ciğer’ diye geçirdi içinden. Bu metaforu bir yerde kullanmıştı sanki daha önce. 


Bulunduğu yerden başka bir yerde olmayı hayal edemediği bir gün gelecekti muhakkak…  Ama o gün geldiğinde deniz kenarında olmak istediğini biliyordu.  

 

şimdi yaşadığı şehri de  bir zaman hayal etmişti. Magritte müzesinde ‘Le joueur secret’ tablosununun karşına geçip uzun uzun film izler gibi tabloda resmedilmiş sahneyi izlediğinde hayal etmiş olmalıydı ilk defa Bruksel’de yaşadığını. Orijinal Magritte’lerle aynı şehirde yaşıyor olma fikri ona güzel bir hayal gibi görünmüştü o zaman. Orada yaşarsa, ne zaman içindeki boşluk hissi bulantıyla yüzeye tırmanmaya yeltense gider bir iki Magritte tablosuna bakar, harika bir şiir okumuş da  karın boşluğundan bir kuş havalanmış, o da ruhunu kıpırdatmış  gibi bir anlam bulurdu varoluşu. 

İki seneyi geçmişti yerleşeli Brüksel’e. Oysa ancak bir iki defa gitmişti Magritte müzesine. İki yılda üç defa belki. Kendisini her yolunu kaybettiğinde bir Magritte tablosunun önünde trans halindeyken hayal ettigi günleri hatırladı ve kendiyle dalga geçer gibi güldü içinden. 


Valensiya başkaydı ama. İddia ediyordu Valensiya’da olmak başka olmalıydı. Görür görmez aşktı Valensiya. Güzel bir tesadüftü. Kaderin yolunu kaybettiği yerdi. Varoluşuna aradığı Neverland, hayal-mekandı.   


Sebep mi? dedi kendi kendine. Eş zamanlı olarak başının üstünde oval bir hayal baloncuğu belirdiğini görürdünüz o an ona bakıyor olsaydınız. 


Ah Valensiya…

‘Nasıl da melodik bir fonetiği var bi’kere’ diye başladı sıralamaya sebepleri. 


Güzel sanatlar müzesi bedavaydı ve şehrin rahatlıkla ulaşılabilir bir noktasındaydı. 

Bir iki Velazquez bir kaç nadir Goya tablosunu da içeren mütevazi ama fena bir koleksiyon sayılmazdı. Müzeye girmeden köşedeki pastaneye uğrar o çok sevdiği chorizolu mini kruvasanlardan alır, Goya’nın suluboya ‘birdirbir oynayan çocuklar’ tablosunun önünde müze gorevlisinden gizli gizli ne güzel yerdi chorizolu mini kruvasanlarını. çıkınca da hemen parka sapar ve El Carme’ye kadar parkın içinden yürürdü. Oturmayı sevdiği bankı boş bulursa bir on dakika işten çalar, sabah güneşini alırdı. Boş değilse El Carmeye doğru devam eder, ertesi güne bırakırdı.


Valensiya, her mevsim güneşliydi ve şehrin içinde ne zaman isterse suyun üstünde sırt ustu yatıp güneşten gözlerini kaçırarak  öylece sürüklenebileceği harika bir deniz vardı. insanın işten çıkıp, veya dükkanını kapatıp deniz kenarına yürümesi ve havanın kararmaya başlamasını denizde idrak etmesi ne büyük hazdır diye düşündü. Bunu daha önce de Barcelona için düşünmüştü. 

 

Evet Barcelona’ya da bu yüzden görür görmez aşık olmuştu ama insan bir kere aşık olacak diye bir kaide yoktu. 

Lord Henry olsa hemen şöyle derdi: 

‘you will always be in love with love. 

A Grande passion is the privilage of people who have nothing to do. ‘


Valensiya’dan ve Watton’dan sıçrayan düşüncesi hemen C’yi buldu yine. Hiç görmediği mektup arkadaşını.


Aslında Valensiya’ya yerleşme hevesinden bahsetmediği bir allahın kulu yoktu günlük hayatında, ama herhalde sadece C onun orada yaşayan halini, kendi hayal ettiği şekliyle tahayyül edebiliyordu. çünkü bu gerçek olana kadar bir hayaldi ve ancak hayal mahsulu biri, birine bu hayalin bir gerçekliği olduğunu savunabilirdi. C icin kendisi tam da böyle hayal mahsulü biriydi.  Bir roman kahramanı misal, size bir hayalinden bahsediyorsa ona inanmamak gibi bir seçeceğiniz yoktur. 

Bütün romanlarda, filmlerde aslında hayal mahsulü karakterler size hayallerini anlatırlar ve siz de okur veya dinlersiniz; o karaktere inanır onun o hayali gerçekleştirebilmesini umarsınız.

Hayalini inandırabildiği tek kişiydi C.


‘Henüz.’ Diye geçirdi içinden. 


Ben oraya bir taşınayım ‘sıcağına dayanamazsın’ diye burun kıvıran bütün eş dost sıraya girecek ziyarete gelmek için…    


okuduğu blog yazısından bir paragraf  hatırladı.   


Ailesinden veya eş dosttan uzakta yaşadığı için değil;  

ona dokunan, aynı şehirde yaşasaydı bile artık ‘hadi çık sahilde bi yürüyelim demek isteyeceği tek bir arkadaşının olmamasıydı. 

O paragrafı okuduğu esnada arkadaşlarını tek tek düşünmüştü. Hepsiyle tek tek gece sahilde yürüdüğünü. Olmadı. Hiç biri sahneye uymuyordu. 


Mektup sırası C’deydi. Yeni mektubu alır almaz bu paragraftan bahsetmeye karar verdi. Şöyle yazabilirdi.  


‘Istanbul’da olsam bin tane insan var hala arkadaşım dostum vs diye. Bir tane numunelik yok gecenin bi körü uykum kaçtı hadi çık yürüyelim biraz diyebileceğim. Abartmıyorum bir tane yok yani. Gece uykusu kaçan arkadaşım da yok zaten. Herkes maşallah mışıl mışıl uyuyor.’ 


Gidip bilgisayarını açtı ve bu cümleleri yazdı. Sonra yazdıklarını okudu. Ve kendine acıdı. 

Patetik! dedi. insan gerçekten ihtiyaç duyduğunda çıkıp iki satır sahilde yürüyemediği bin tane insanı ne demeye doldurur etrafına diye hayıflandı.


 Kimseye bu kadar patetik görünmek istemezdi aslında. Laptopun kapağını indirdi bir hışımla. Ve hemen akabinde bir önceki anı geri almak istercesine tekrar kaldırdı. önemli olan ne kadar patetik görünse de meselenin özüydü.  Ekran henüz kararmamıştı. Belki bu cümlelerin ardına birşeyler eklerse, espirili, şakacı, muzip birşeyler…daha az patetik hissedebileceğini düşündü. Ama aklına birsey gelmedi. Henüz mektup da gelmemişti zaten. Kapattı ve yeniden salona, pencere doğru ilerledi. Meydan iyiden iyiye boşalmıştı. Yemek saati yaklaşıyor, meydanın köşesindeki durağa yanaşan otobüsler yavaş yavaş daha az insan indiriyordu semte. 


Hikayenin başı icin tık