30 Mayıs 2020 Cumartesi

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 7


Pazar günü Istanbul’a uyandım. Hava güzeldi. Çok güzeldi. Acıkmıştım. Bizimkiler sağolsunlar oldukça organik bir kahvaltı hazırlamışlardı simit çay detaylı. Ama ben pide, lahmacun, börek filan yemek istiyordum sabah sabah. Yiyeceğimden de değil belki; masada olsaydı...  Simit, çay, beyaz peynir, organik zeytin; çeşitli otlar; özlediğim şeyler bunlar değildi. Tilburg’da kralını buluyordum bunların. Evet, simit de dahil.
Bişey demedim. Çıkıntılık yapmak, mide bulandırmak, heves kaçırmak istemedim.

 Ne demiş Dostoyevski?

Bana kalırsa insanın en iyi tanımlanması şöyle olmalı: İki ayaklı nankör bir yaratık. Hepsi bu kadarla kalsa gene iyi. Çünkü böylece en büyük kusuru unutulmuş olurdu. İnsanın en büyük kusuru, Nuh tufanından başlayıp Schlezwig-Holstein dönemine değin süren, alnının kara yazgısı olan erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve buna bağlı olarak ölçüsüzlük. Ölçüsüzlüğün erdemsizlikten ileri geldiği çoktandır bilinen bir gerçektir.

Erdemsiz damgası yememeli insan bi lahmacun uğruna.

Çayımı tazelemeye kalktığımda Merve’ye mesaj geldi. Telefondan başını kaldırınca sordu:

- Akşam gece yürüyüşü var gelicen mi?
- O ne be?
- kadınlar günü şeysi.
- Kadınlar günü mü?  sahi, 8 mart değil mi bugün? zaman, mekan, durum... hepsi karışık bende şimdi daha bi kendime gelemedim. Gece yürüyüşü de yeni moda mı?
- Feminist gece yürüyüşü. Bu sene bi başka coşkulu. Kadın cinayetlerine protesto filan.
- Yürütmezler yav olay çıkar.
- Çıkar, çıkıyo tabi, olay çıkmadan olmaz zaten.
- Akşam maç var ben maça davetliyim,  sen yürü.
- yook, pazartesi iş var yürüyemem ben de.
- e sen yürüme, ben yürüme; kim yürüyecek?
- yürürler onlar dert etme sen. hahaha!
- Hem kadınım, hem emekçiyim ben. simdi de tatildeyim. Bi çay da bana doldur ayaktayken.

Sonra bi kuş geldi balkon demirine tünedi.



'sohbet muhabbet bi yere kadar, bi çıksana balkona' der gibi baktı.

Balkona çıktım. Denize baktım. sol köşeden,  kıvrılan akyolun üstünden boğaz görünüyordu, bir iki gemi vardı hatta. Tam karşımda ise set set binalar; kimisinin yüzleri soyulmuş, iyice eskimiş; kimisi yenilenmiş. Tuhaf bi texture. Başkurtla pürtelaşı ayırt etmeye çalıştım. On küsur sene önce Başkurtta oturduğum evi aradım bitişiknizam balkonların içinde. Biri önde biri arkada iki odası vardı.  Üçlü kanepem sığmadığı  için balkona koymuştuk. freelance çeviri yaparak haftasonuna partileyecek parayı kazanmaya çalıştığım gamsız hayatımın o doneminin pazar günleri geldi aklıma ve o kanepe balkondaki... bütün gün sigara sarıp kuşları seyrettiğim üstünde. Gökçe’ye sordum.
- Başkurttaki evimi hatırlıyor musun?
- evet tabi.
- şu yıkık binanın iki çaprazındaki mi sence?
- bakayım... hımmm.... yook bence buradan görünmüyor. o gösterdiğin çok yukarda; sıraselvilerin ucu ora.
- hadi ya?
- evet gözün yanılıyor. Bak şu binayı görüyor musun?  o Purtelaş'ta işte.
- aa evet sokağın kıvrıldığı yer. buradan görünmüyor haklısın. Ahmet’in bakkal da görünmüyor.
-yok görünmez.


Çok sağlıklı ve huzurlu hissettim bir an. Ve keyifli ve enerjik. Kendimi sokaklara vurmak, yürümek, bir iki mekana uğramak istiyordum. Ama bir tutukluk vardı bizim kızlarda, bi uyumsuzluk vardı aramızda sanki. Sıla hasretinin verdiği eforiye yordum. Onlardaki pazar mahmurluğuyla çarpışıyordu. Kimsenin benimle sokak arşınlayası yoktu haliyle.

Kahvaltıdan sonra bi bahaneyle kapının önüne çıkıp kedi sevdim; peynir filan verdim. Biraz yürüdüm, sonra biraz daha... Baktım kazancı, sonra Ülker sokağın başına gelmişim. Oldu olacak bi meydana çıkayım dedim, çıkamadım.
Meydan yoktu.
Panikledim.
Etap’a döndüm.
Etap’tan hesap sorasım geldi. ‘Sen buna nasıl izin verdin’ der gibi baktım binanın yüzüne. Sonra Garanti şubesine baktım aynı ifadeyle. Tekrar meydana döndüm. öfkemi kusacak yer arıyordum; kızacak biri, bişey. Kendime kızacak halim yoktu ya.  Ne eksik, tek tek ayırdına varmaya çalıştım. Boğazım yanıyordu. Gözlerimde daha önce hissetmediğim bir ağrı hissettim. Harbiye tarafına gözüm takıldı. Mete caddesi bi garip görünüyordu. Hayır hayır Mete caddesi ayan beyan görünüyordu. Durduğum yerden Mete caddesini görmek saçma birşeydi. Arkamı döndüm.Gezi pastanesi köşede duruyordu da yanında bir inşaat vardı. anlam veremediğim bir boşluk... Tekrar otele ve bankaya döndüm. Yıkılın karşımdan diyecek oldum.
Meydan yoktu. yok olmuştu. Yanımdan geçen insanlara Taksim meydanı nerede diye sorasım geldi? Burası! diyeceklerdi.
Olric ‘lütfen efendimiz, yapmayın.’ dedi. 'Nefes alın.’
Nefessiz kalmıştım.

- Peki ya hava kararınca ne olacak?

eller yukarı 

gece soğuktan diken diken ürpermiş bir meydan saati gördüm:bir,diyordu. tramvay rayları bilenmiş,gizli yağmurların hınzırlığından,kaldırımlar incecik ıslanmıştı. nikotin ve alkol sonra kolkola girdiler,hayalet taksilerin sabaha doğru aktığı köşebaşından,büyük parmakkapı sokağına devrildiler. bayrakları yırtılmış bir geceydi bu:her pasajında hain namluları saklanmış,her telefon zilinde ölüm haberleri parlayan;yıldızları dönük,yenik bir gece. arka beyoğlunda,allah bilir,her on dakikada bir kadın yırtılıyordu. birazdan orman bıyıklı çöpçüler,sokak aralarından,siklamen rujlu dudaklar,balgam tabiatında gözler,kesik memeler süpüreceklerdi. halbuki ömer haybo,iç cebinde,neuilly(seine) damgalı mektuplar;birbiir ardınca bitmez tükenmez cıgaralara biniyor,gecenin sabaha bulaştığı yerde asıl kaybettiğini,yani kendisini arıyordu:çirkin,tutkulara tutkun ve en önemlsi ulaşılmaz hergele! aslında ömer haybo kim? doğudan bakarsan yaşaması en yüksek S. saatinde bozulmış yarı gavur bir batılı;batıdan bakarsan hiçbir vakit gerçek kimiliğini "ibraz edememiş"uyurgezer bir doğulu! bütün bunların dışında cinnet çarşısının dişlileri arasında,(kim ne derse desin),ölümle alışverişi olan,yarı insan yarı alkol bir hayal!böyle böyle çarşımızın gerçeğine ulaşıyoruz:bir saatinden tut bir başka saaatine git,işte bu beyoğlunda ölünmekle çürünmek arası bir kirlilik yaşanıyor; tek tek,boyanmış dudak,kırık diş,traşlı ense ve bozuk böbrek olarak!
ama dur,önce beyoğlu kim? benim,yani beyoğluyum. piçim,bir rivayete göre bir bizans tekfurunun piçiyim,bir başkasına göre soho'nun ve st-germaindes-pres'nin. tünelin oralarda galip dede caddesinden başlıyorum; bar bar,otel otel,meyhane meyhane,bir alkol yalnızlık ve nikotin ağacı gibi açılıp,taksim meydanında bitmiyorum. nasıl bitebilirim? 



Devam edecek...

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 6


Mart haftasonu gelmişti. Temizliğe giriştim. Bir hafta sonra yola çıkacağım için evi temiz bırakmak gerekirdi. Tertemiz, bal dök yala olmalıydı. Babamdan kalma alışkanlık işte. Yok yok bu cümlede bir kelime hatası yok. Titiz olan babamdı bizde; annem aldırmazdı. Misafir geleceği zaman misal; ikimizi de hizaya çeken, yatak çarşaf nizamını, pasta börek ikram programını planlayan babamdı hep. Tatile gidileceği zaman da, tatil öncesi temizlik icadını çıkartan babamdır. Bi babam, bi Iskender zaten. Neymiş efendim? Tatil dönüşü yoldan gelmiş insan rehavetiyle, tertemiz evine girip, kahveni yapıp; bir hafta, 10 gün, 15 gün veya bir ay, her ne kadar zaman geçmişse o kadar zamandır uzak kaldığın televizyonunun başına geçip kanal değiştirecekmişsin gönlünce köpüğünü höpürdeterekten... Sen yokken neler olmuş bir bir havadisleri alıp normal hayata adapte olmaya çalışacakmışsın tertemiz.
yani eskiden öyleydi, televizyon seyredilirdi. Haber bültenleri filan...

Herneyse ben temizliğe giriştim. 'Cleaning' adını verdiğim bir playlistim var; temizlik yaparken hep o playlisti açarım. Yarısı bakkal.  Yani elektrik süpürgesi açıkken 'ayyy hangi parçayı kaçırdım acep son 10 dakika’da demeyeceğim bir playlist. Basement Jax’den 'take me back to your house' ile başlayıp, 'I belong to me so don't call me baby' ile biten bir playlist.

Öyle bir temizlik yapasım varmış ki, akşama kadar mıyıl mıyıl, süpürdüm süpürdüm sildim, arada kahve yaptım, kahve bitti ben silmeye devam ettim. Lambaların üstlerinden dolap içlerine kadar bütün tozları aldım. Kıyafetler bitti, kitapları yerleştirdim. bulaşık bitti tabak çanakları yerleştirdim, arada bir bardak kırdım. 'oohhh nazar çıktı' dedim; kırıkları süpürdüm. En sonunda her yerin bal dök yala vaziyette olduğuna kanaat getirince de yukardan ortanca bavulu indirdim. Bi iki parça birşey koyarak siftah yaptım. Sonra daha erken olduğunu düşünerek öylece bıraktım odanın ortasında ağzı açık vaziyette.

Yolculuğa ve Istanbul’a odaklanmıştım. Tilburg’da neler oluyor;  ofistekiler ne yaptı, Santiago ortaya  çıktı mı;  hiç aklıma bile takılmıyordu. Switch location, switch language, switch mode şeklinde kendimi yolculuk moduna sokmuştum. O hafta ofise gitmem de gerekmemişti. evden fazladan bir iki iş bitirmiş zaman kazanmıştım. Bunun da moda girmemde etkisi oldu tabi. Yola çıkmadan iki gün önce trenle Amsterdam’a gidip siparişleri aldım. Hollanda’da herşey sıradan görünüyordu. Trenler yoğun, sessiz kompartman herzamanki gibi sessiz ve dingin; tren camları kirli, düzlüklerde yayılan anguslar tembel, bilet kontrol memurları işgüzar, yel değirmenleri fırıl fırıl vs vs.

Amsterdam'dan dönerken akşam oluyordu; Trenden inince bisiklet parkına yöneldim; giderken kilitlediğim bisikletimi yüzlerce bisikletin arasından bulup çözdüm. Hava hafif kararmaya başlamıştı. Market kapanmadan gidip birşeyler alayım dedim. Marketin önüne geldiğimde sokağın karşısında Santigo’yu gördüm. Yine bir ayağını yere sürterek, elinde eskimiş bir market poşeti ile başı önde, pek etrafına bakmadan yürüyordu. Beni görmedi haliyle, bağırsam da duyacak gibi görünmüyordu. ayrıca ne diye bağıracaktım canım arkasından?
işte besbelli korona morona değildi, sapa sağlam alışverişini yapmış evine gidiyordu.  Markete girerken 'millet ne yaygaracı' dedim kendi kendime; Olric olsaydı yanımda, ona derdim de yoktu. Evde kalmayı tercih etmişti,  kusura bakmayayım da alışveriş yaparken çok çekilmez oluyormuşum.

Haklıdır belki de; alışveriş yapmayı seven biri olduğum söylenemez. Alışveriş  merkezleri ve marketlerden hiç hoşlanmadığım için, hayret verici derece planlı ve hızlı bir şekilde alacağımı alıp çıkarım. Markete girdiğim anda tek bir hedefim vardır. Kasaya ulaşma hız rekorumu kırmak. Bana alışverişte geçirilen zaman her zaman hayatımdan çalınmış zaman gibi gelmiştir. Tüm o cezbedici ambalajlar ve bütün reyonlardan sarayla geçip her bir ürünü görmeni sağlayan sıkıcı market düzeni seni ihtiyacın olmayan şeyleri almaya zorlayan hani. Asıl ihtiyacın olan şeyi almayı unuttuğunu fark edersin eve geldiğinde. Hem de hemen hemen her seferinde.
Tuz.
Tuz asla göz önünde değildir markette.
En anlamsız reyonun en alt rafında durur. Neden?
Çünkü tuzu almak zorundasın.
İllaki arayıp bulacaksın ve o lanet tuzu sepetine koyacaksın. Market sana tuz satmak zorunda hissetmez kendini.

Eve geldiğimde tuzu almayı unutmuştum. Tuzu almayı unuttuğum son üçüncü alışverişimdi ve gerçekten bu durum canımı sıkmıştı. Yaşama karşı konsantrasyonum duşüyordu. 'Kafamda bi tuhaflık’ denilen durum nüksediyordu. Kafamı sürekli kendi aleminde düşünürken bulmaya başlamıştım. İncir çekirdeğini doldurmayan şeyler.
Mesela incir çekirdeğini neyle doldurursun gibi...

O akşamdı galiba: Hollanda sağlık bakanı açıklama yaptı. Corona vakamız 56 yaşında bir erkek ve ailesi ile birlikte Elizabeth hastanemizde karantinadalar. Durumları iyi; henüz endişelenecek birşey yok minvalinde bir açıklamaydı. Ben de endişelenmiyordum zaten.
Neden endişelenmiyordum?
 'Huyunuz öyle efendimiz’ dedi Olric.
- herkes endişelenmeye başladığında gevşiyorsunuz siz.
- saçmalık!
- muhakkak efendimiz.

 O hafta sadece pazartesi ve salı ofise uğradım. Italya’da durum sarpa sarıyordu. Hafta sonu gelmeden sokağa çıkma yasağı ilan edilecekti. Hollanda’da hala tek vaka bizim zavallı Tilburg kasabamızdaki 56 yaşındaki adam ve ailesiydi. Fakat bu adamcağızın karnavala katıldığı  bilgisi haber bültenleri sayesinde yayıldıkça, insanlarda hafif bir gerginlik baş göstermişti. Yola çıkacağımı bilenler Turkiye’deki durumu merak ediyorlardı. 'Henüz hiç yok!’ dediğimde yüzlerinde ister istemez bir şaşkınlık peydah oluyordu. 80 milyon ülkede bir vaka bile yok öyle mi? üstelik komşunuz Iran’da da vaka sayları Italya’ya yaklaşmaya başlamışken' diyorlardı. 'Valla da öyle’ diyordum. 'Şu anda en güvenli yer Türkiye.’

İşin aslını sorarsanız; öyle şişmiştim ki Tilburg’dan, Istanbul burnumda tütüyordu ve açıkçası gündem umrumda değildi. Uçak, havaalanı... Yolculuk riski... En ufak bir kaygı duymuyordum.  Oysa zamanlamamın muhteşem olduğunu çok yakında anlayacaktm.

Galiba hayatımda ilk defa Istanbul’dan bu kadar uzak kalmıştım. Ama bu tek taraflı bir soğukluk değildi. Istanbul da kendini uzaklaştırmak için elinden geleni ardına koymamıştı. Özellikle son zamanlarda sürekli istenmediğimi hissettiriyordu. Dışarıya ittikçe itiyordu. En son Rumeli Fenerine kadar itmişti. Ben de gurur yapmıştım işte. Domuz inadı vardır bende. Son bir iki senedir Istanbul'u hep teğet geçiyordum. Uçakta bile koridor bileti alıp alçalırken kafamı çeviriyor; gözgöze gelmemeye çalışıyordum. Hasretimden çatlayana kadar...

Sonunda çatladım tabi.

Peki ya Istanbul? Biraz olsun özlemiş midir beni Olric?
-This is a rhethorical question!
-Ingilizce konuşma benimle Olric.
-pardon efendimiz; bence insan doğup büyüdüğü şehre bu kadar tavır yapmamalı.
- Olric, İnsan nedir daha önce anlatılmıştı sana, hatırla! hani, ağaçları kesen ve sonra onları....
- 'kağıt yapan' efendimiz. Sonrası da var söyleyeyim mi?
-Yok orada kalalım. getir bi kağıt liste yapalım.

Istanbula gidince yapılacaklar listesi.
1. Kiracıyla Telekoma gidilecek devir işlemi için.
2. Eniştem ameliyat olacaktı Acıbadem hastanesinde ziyaret edilecek.
3. Sarıyer'deki banka şubesine uğrayıp dilekçe verilecek. Gitmişken bi levrek yeriz artık .
4. Apartman yöneticisine toplantı kararları için vekaletname bırakılacak.
5. Çamlıca tepesine çıkılacak.
6. vapura binilecek.
7. Kitapçıya gidilecek.
8. İstanbul modern'e gidilecek.
9. Geri kalan günlerde cihangirde bir teras bulup, dönüş zamanı gelene kadar denize karşı güneşlenilecek.

-Maçı unuttunuz efendimiz.
-ben unutsam da unutturmaz bizimkiler merak etme.

7 Mart

Cumartesi Uçağım rahat bi saatte olduğu için oldukça paniksiz bir sabahtı.
Evden çıkmadan son yediğim park cezasını bile ödemeye zaman bulabilmiştim.

Schipol’e gitmek için trene bindim. Kompartmanda koltukların hemen hemen hepsi doluydu. Rotterdam’dan sonra tren sadece havalanı yolcusuyla dolmuştu. Bavullar filan.
Her milletten insan vardı. Çinli ve Italyan ve ispanyol ve Belcikalı ve Alman... Hepimiz bi yere gidiyorduk işte. Kompartmandaki son boş kalan iki kişilik koltuğu kaptım ama hemen arkamdan bi
kadın gelip oturunca yanıma, bavulumu ilerdeki tekerlekli sandalye, bisiklet ve bavullar için ayrılmış kısma koymak zorunda kaldım. bir iki istasyon sonra yeni binen bir yolcu kendi bavulunu yerleştirmek icin benim bavulumu tutup biraz öteye koydu. Aldırmadım. Yine de gözucuyla  bakıyordum. Hollanda’da bisiklet hırsızlığından sonra en yaygın suç, trende bavul hırsızlığı çünkü. Bavulsuz istanbula inmek çok büyük hayal kırıklığı olurdu. özellikle dört gözle; tatlı sürprizlerle muhteşem dönüşümü bekleyenler için.

Schipol’e her zamanki gibi vaktinden önce varmıştım. pasaporttan geçmeden biraz kafeteryada oyalandım. Yüzlerce insanın yiyecek içeceklerini taşıdığı hemen hemen hiç temizlenmeyen o tepsilerden biriyle kendime uygun bir masa aradım kafeteryada. Buldum da; iki ufaklık koştırmacalı bir oyun oynuyorlardı. Çocuklardan biri dizlerinin üstüne kapaklandı ve ağlamaya başladı. Annesi geldi yerden kaldırdı onu. Bir süre masalarına dönüp birşeyler yiyerek oyalandılar ama fazla sürmedi bu sakinlikleri. annelerinin baska birseyle ilgilendiği an, yeniden koşturmacalı oyuna geri döndüler. Etraftaki diğer insanları da izliyordum ama iki ufaklık sürekli dikkatimi dağıtıyordu. Kitap okurken odaklanmaya izin vermeyen sinek gibiydiler. Hem hareketli hem sesli, ama sevimliydiler. Onlara dalmışım; vaktin geldini farkedince kapıya doğru ilerledim.
Istanbul uçağı yolcusunun neredeyse tamamı Türktü. Belki bir iki aktarmalı yabancı yolcu vardı o kadar. Kabin bagajı yine her zamanki gibi problem oldu. Kimisi kendi başüstünde, bavuluna yer bulamayınca vızıldandı filan. Ben rahattım. sadece kabanımı katlayıp yerleştirdim ve milletin debelenmesini seyrettim. Herkes birbirinin bavulunu, eşyasını, torbasını elledi durdu. Sonra uçak havalandı. Turk Hava Yolları yemekleri ve içkileri dağıttı. Herkes bi kendine geldi filan.
Size bir şey itiraf edeyim mi? Thy menülerini seviyorum ve başarılı buluyorum. Bence iddialılar. THY mutfağıyla yarışan az havayolu bulursunuz. Bazıları ’kaldırılsın, bilet fiyatından düşürülsün’ diyor da; ne bileyim, ben seviyorum işte. özellikle turistlerle uçarken yanımdakinin yediği tavuk soteden etkilenip 'mmm nice wow' filan gibi sesler çıkarması hoşuma gidiyor.
-salataya dokunmuyorsunuz ama hiç efendimiz?
-salatalığın kabuğunu soymuyorlar Olric, gıcık oluyorum.
-bir dilim kabuğu soyulmamış salatalık için bütün salatayı çöpe gönderiyorsunuz.
-bana ebeveynlik taslama Olric. işine bak sen.

Yemekler yendikten ve boşlar toplandıktan sonra farklı birşey oldu. Cabin crew şefi tüm yolculara form dağıttı. Corona bilgi iletişim formu. Hepimizden yurt dışındaki ikamet adreslerimiz ve iletişim bilgilerimiz toplandı bu formla. Formun arkasında bir takım direktifler vardı;  vardığınız yerde ateşinizi ölçün, öksürük ateş vs gibi hastalık belirtileri gösterirseniz kendinizi karantinaya alın, durumunuzu takip edin filan gibi. Kimsenin iplediğini sanmıyorum. Yanımdaki adam mesela doğru düzgün doldurmadı bile formu, öyle söyleyeyim. Ne de olsa biz Türktük, korona bize bulaşmazdı.
Yarım saate kaptan piste yumuşak iniş yapacak ve biz korona-free Hollanda yolcuları seksen iki milyonun arasına dağılacaktık.


şimdi düşünüyorum da;
dünya ne kalabalıktı o gün. Metrekareye ne çok insan düşüyordu. Trenler, uçaklar, sıralar, banklar, kontuarlar, otobüsler, taksiler...

- Taksi bayan?
- sigara içebiliyor muyuz???/

Devam edecek!










22 Nisan 2020 Çarşamba

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 5



ve beklediğim telefon çalıyordu. Hemen açtım.
uğultulu ve cızırtılı bir iki saniye... yarı kısık, karga gibi bir ses.

oooooooooooo
hişşşşş
biiir
ikiii
üç
(ve koro)
laylaylaylaylaylaylaylaylay
ooooocimbombom
laylaylaylaylaylaylaylaylay
ooooocimbombom

En az beş altı kişi varlardı. Kudurmuşlardı. Gözlerim doldu haliyle.

- olm niye görüntülü aramıyosunuz?
- şeklimiz bozuk.
- çok mu sevindiniiiiz?
- bildiğin gibi diiiil. Gördün mü Melo'nun videoyu.
- gördüm gördüm, tam da tercüman olmuş hislere namussuz. iyi bari hayırlı olsun.
- hepbirimize  hepbirimize.

arkadan hala gürültüleri geliyordu.

- kim kimsiniz?
- herkes burda; adrenalin rush!
-maaşallah maaşallah; en kötü günümüz böyle olsun.
- Aminnnn! aldın mı izni geliyor musun?
- geliyorum geliyorum. 7 mart.
- bende mi kalcan Merve’de mi? senin ev kirada, degil mi hala?
- kirada kirada. Sende veya Merve’de kalırım.
- iyi iyi. kızım italya’ya sıçramış diyorlar Corona, oralarda durum nasıl?
- e orda çok Çinli nüfus var. Tekstil işçisi çok. Burda bişey yok.
- valla dikkat et, Çin’de durum çok vahim yav.
- Tilburg’da olmaz korona morona. Ne alaka?
- iyi bari... Tamam.  Geleceğin zaman haber ver. Öpüyorum aslan kardeşim.
- Ben de, ben de! Ha Gokçee,  herkes oradayken hazır, sor bakalım birşey isteyen var mı?
-Tamam ben sorayım siparişleri yazarım sana.
- ok.

Süper Aslan kardeşlerim, tarihi gecede, 20 yıl sonra gelen derbi galibiyetini tabiki bensiz kutlamayacaklardı. Uzaktan da olsa bi tribün keyfi yaşatmışlardı bana. Pek keyifliydim o gece. Epey bi yorum dinledim canlı tv yayınlarına bağlanarak. sanki istanbul’da evimde dijitürkümün karşısında zaplıyormuşum gibi. O gün günlerden Galatasaraydı.

birkaç gün içinde italya’da vaka sayıları 3 günde tuhaf ve beklenmedik bir hızla artmıştı. Tedirginlik yükseliyordu herkeste. İş yerinde de yavaş yavaş mevzu olmuştu ama hala ana gündem Karnaval’dı.

Karnaval

Beşinci karnavalım. öyle sıkıcı ki. üçüncüden sonra şişmiştim zaten. Her sene aynı şey, kıç kadar kasabada aynı tipler, kostüm mağazalarından alınmış aynı hazır kostümler; yaratıcı hiç birşey yok. Aynı bandolar. aynı aptal müzik, devasa kartonlardan yapılmış dev kuklalar, yine Tramp kuklası en önde; bu yıl Greta da var galiba... Bol schrobeller, parası yetmeyene bol bira. birinci yıl , ikinci yıl enteresan geliyor da...

Neyi kutluyorlar? baharın gelişini mi?
yooo. daha çoook var. En az bir ay daha dinmez bu yağmur. Ama anlatıyorum size insan şişiyor burda kışın. Şubatta zirve yapıyor depresyon. Bişey lazım.

aslında bunlar hep Katolik kilisesinin işleri. Bu karnaval eskiden 'ash wednesday’ dedikleri paskalya öncesi 6 haftalık oruç arifesinde, tüm sosyal normların bir kenara bırakılıp kudurulduğu bir geleneğe dayanıyor. Bizimki gibi değil; sadece et yemiyorlarmış; bir iki bişey daha vardı da karışık çok ilgilenmedim. Zaten günümüzde böyle bir oruç tutan yok pek. O eskidenmiş. Oruç bitmiş karnaval baki kalmış. Sabahlara kadar için kuduruyorlar saçma sapan.

Bi de nasıl yağmur yağıyor. Hayatta çıkmam sokağa ben bu yağmurda dedim Maria’ya. İyi dedi ben çocuklarla buluşucam istersen gel. Gelmem dedim. Gitmedim de.
Karnavaldan sonraki hafta ofis çalkalanıyordu.
iki önemli mevzu vardı.
Biri: Lemy karnaval haftasonunda kız arkadaşını terk etmiş; ofisten Janneke ile sevgili olmuştu.
ikincisi: Hollanda’daki ilk corona virüs vakası Tilburg’da tespit edilmişti ve Santiago ortada yoktu. en son karnavalda görülmüştü.

aradınız mı?  dedim.
telefonu kapalı. Öksürüp duruyordu bütün parade süresince; sonra da büyük partiye katıldık. Herkes kendini kaybetti zaten. Kim nereye savruldu belli değil. O gün bugün yok ortada.
- canım hastalık izni almıştır,  sordunuz mu müdürlere?
- yok aramamış; onlar da ulasamamışlar.
- Tuhafff
- bak ne diycem bu o lombardiaya gittiydi ya?
- eee
- Korona vakası Santiago olmasın. vakanın yakın zamanda italya’da tatile gittiği yazıyordu gazetede.
- E hani gittiğine inanmıyordunuz? evde yatıyordur diyordunuz.
- Vallahi de tesadüfün bu kadarı fazla.
- yav yok! o telefonunu kaybetmiştir, çıkar gelir yarın. Italya’dan doneli on gün oldu, hasta filan degildi, ayrıca çok merak ediyorsanız akşam bi uğrayın kapıdan.
- ben uğrayamam, müdürler gitsin baksın. dedi Casper.

Janneke ve Lemy’nin sevgililik ifşa çikolatalarını yiyorduk bir yandan da.
O da neyin nesi diyeceksiniz.
Çok garip huyları var. Ofiste ilişki yaşamak yasak değil ama gizli yaşamak yasak. Onun için biriyle sevgili olacaksanız tüm departmanı doyuracak kadar çikolata (şeker filan bütçene göre artık) alıp geliyorsun ve sevgililik durumunu ifşa ediyorsun. Seni kutluyorlar vs.vs Doğum gününde; çocuğunun sünnetinde filan da aynı şekil. oyun parkı gibi bir yer; millet nelerle uğraşıyor bunlar ne kafalardalar. Çok gereksiz işler ya neyse...

Santigo için gerçekten endişelenmemiştim. Çok saçma olurdu öyle bisey. Nietzche ne demiş? "Birey herzaman sürü tarafından yutulmamak için mücadele etmelidir.”
Günümüz insanının veri işleyişi tıpkı bir bilgisayar yazılımı gibi sağduyu ve açıklanamayan altıncı histen yoksundu. ya sıfır ya bir.

Santiago’yla ilgili tüm belirsizlikler bir bakıma açık ve de seçik, coronaya işaret ediyordu.
ama...

“Cennet muhallebiden duvarlar demek değildir sayın yetkili cennet insanların birbirlerini dinlemeleri demektir birbirlerine aldırmaları birbirlerinin farkında olmaları demektir” 

ve fakat; 











Devam edecek...
tabiki.