30 Mayıs 2020 Cumartesi

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 6


Mart haftasonu gelmişti. Temizliğe giriştim. Bir hafta sonra yola çıkacağım için evi temiz bırakmak gerekirdi. Tertemiz, bal dök yala olmalıydı. Babamdan kalma alışkanlık işte. Yok yok bu cümlede bir kelime hatası yok. Titiz olan babamdı bizde; annem aldırmazdı. Misafir geleceği zaman misal; ikimizi de hizaya çeken, yatak çarşaf nizamını, pasta börek ikram programını planlayan babamdı hep. Tatile gidileceği zaman da, tatil öncesi temizlik icadını çıkartan babamdır. Bi babam, bi Iskender zaten. Neymiş efendim? Tatil dönüşü yoldan gelmiş insan rehavetiyle, tertemiz evine girip, kahveni yapıp; bir hafta, 10 gün, 15 gün veya bir ay, her ne kadar zaman geçmişse o kadar zamandır uzak kaldığın televizyonunun başına geçip kanal değiştirecekmişsin gönlünce köpüğünü höpürdeterekten... Sen yokken neler olmuş bir bir havadisleri alıp normal hayata adapte olmaya çalışacakmışsın tertemiz.
yani eskiden öyleydi, televizyon seyredilirdi. Haber bültenleri filan...

Herneyse ben temizliğe giriştim. 'Cleaning' adını verdiğim bir playlistim var; temizlik yaparken hep o playlisti açarım. Yarısı bakkal.  Yani elektrik süpürgesi açıkken 'ayyy hangi parçayı kaçırdım acep son 10 dakika’da demeyeceğim bir playlist. Basement Jax’den 'take me back to your house' ile başlayıp, 'I belong to me so don't call me baby' ile biten bir playlist.

Öyle bir temizlik yapasım varmış ki, akşama kadar mıyıl mıyıl, süpürdüm süpürdüm sildim, arada kahve yaptım, kahve bitti ben silmeye devam ettim. Lambaların üstlerinden dolap içlerine kadar bütün tozları aldım. Kıyafetler bitti, kitapları yerleştirdim. bulaşık bitti tabak çanakları yerleştirdim, arada bir bardak kırdım. 'oohhh nazar çıktı' dedim; kırıkları süpürdüm. En sonunda her yerin bal dök yala vaziyette olduğuna kanaat getirince de yukardan ortanca bavulu indirdim. Bi iki parça birşey koyarak siftah yaptım. Sonra daha erken olduğunu düşünerek öylece bıraktım odanın ortasında ağzı açık vaziyette.

Yolculuğa ve Istanbul’a odaklanmıştım. Tilburg’da neler oluyor;  ofistekiler ne yaptı, Santiago ortaya  çıktı mı;  hiç aklıma bile takılmıyordu. Switch location, switch language, switch mode şeklinde kendimi yolculuk moduna sokmuştum. O hafta ofise gitmem de gerekmemişti. evden fazladan bir iki iş bitirmiş zaman kazanmıştım. Bunun da moda girmemde etkisi oldu tabi. Yola çıkmadan iki gün önce trenle Amsterdam’a gidip siparişleri aldım. Hollanda’da herşey sıradan görünüyordu. Trenler yoğun, sessiz kompartman herzamanki gibi sessiz ve dingin; tren camları kirli, düzlüklerde yayılan anguslar tembel, bilet kontrol memurları işgüzar, yel değirmenleri fırıl fırıl vs vs.

Amsterdam'dan dönerken akşam oluyordu; Trenden inince bisiklet parkına yöneldim; giderken kilitlediğim bisikletimi yüzlerce bisikletin arasından bulup çözdüm. Hava hafif kararmaya başlamıştı. Market kapanmadan gidip birşeyler alayım dedim. Marketin önüne geldiğimde sokağın karşısında Santigo’yu gördüm. Yine bir ayağını yere sürterek, elinde eskimiş bir market poşeti ile başı önde, pek etrafına bakmadan yürüyordu. Beni görmedi haliyle, bağırsam da duyacak gibi görünmüyordu. ayrıca ne diye bağıracaktım canım arkasından?
işte besbelli korona morona değildi, sapa sağlam alışverişini yapmış evine gidiyordu.  Markete girerken 'millet ne yaygaracı' dedim kendi kendime; Olric olsaydı yanımda, ona derdim de yoktu. Evde kalmayı tercih etmişti,  kusura bakmayayım da alışveriş yaparken çok çekilmez oluyormuşum.

Haklıdır belki de; alışveriş yapmayı seven biri olduğum söylenemez. Alışveriş  merkezleri ve marketlerden hiç hoşlanmadığım için, hayret verici derece planlı ve hızlı bir şekilde alacağımı alıp çıkarım. Markete girdiğim anda tek bir hedefim vardır. Kasaya ulaşma hız rekorumu kırmak. Bana alışverişte geçirilen zaman her zaman hayatımdan çalınmış zaman gibi gelmiştir. Tüm o cezbedici ambalajlar ve bütün reyonlardan sarayla geçip her bir ürünü görmeni sağlayan sıkıcı market düzeni seni ihtiyacın olmayan şeyleri almaya zorlayan hani. Asıl ihtiyacın olan şeyi almayı unuttuğunu fark edersin eve geldiğinde. Hem de hemen hemen her seferinde.
Tuz.
Tuz asla göz önünde değildir markette.
En anlamsız reyonun en alt rafında durur. Neden?
Çünkü tuzu almak zorundasın.
İllaki arayıp bulacaksın ve o lanet tuzu sepetine koyacaksın. Market sana tuz satmak zorunda hissetmez kendini.

Eve geldiğimde tuzu almayı unutmuştum. Tuzu almayı unuttuğum son üçüncü alışverişimdi ve gerçekten bu durum canımı sıkmıştı. Yaşama karşı konsantrasyonum duşüyordu. 'Kafamda bi tuhaflık’ denilen durum nüksediyordu. Kafamı sürekli kendi aleminde düşünürken bulmaya başlamıştım. İncir çekirdeğini doldurmayan şeyler.
Mesela incir çekirdeğini neyle doldurursun gibi...

O akşamdı galiba: Hollanda sağlık bakanı açıklama yaptı. Corona vakamız 56 yaşında bir erkek ve ailesi ile birlikte Elizabeth hastanemizde karantinadalar. Durumları iyi; henüz endişelenecek birşey yok minvalinde bir açıklamaydı. Ben de endişelenmiyordum zaten.
Neden endişelenmiyordum?
 'Huyunuz öyle efendimiz’ dedi Olric.
- herkes endişelenmeye başladığında gevşiyorsunuz siz.
- saçmalık!
- muhakkak efendimiz.

 O hafta sadece pazartesi ve salı ofise uğradım. Italya’da durum sarpa sarıyordu. Hafta sonu gelmeden sokağa çıkma yasağı ilan edilecekti. Hollanda’da hala tek vaka bizim zavallı Tilburg kasabamızdaki 56 yaşındaki adam ve ailesiydi. Fakat bu adamcağızın karnavala katıldığı  bilgisi haber bültenleri sayesinde yayıldıkça, insanlarda hafif bir gerginlik baş göstermişti. Yola çıkacağımı bilenler Turkiye’deki durumu merak ediyorlardı. 'Henüz hiç yok!’ dediğimde yüzlerinde ister istemez bir şaşkınlık peydah oluyordu. 80 milyon ülkede bir vaka bile yok öyle mi? üstelik komşunuz Iran’da da vaka sayları Italya’ya yaklaşmaya başlamışken' diyorlardı. 'Valla da öyle’ diyordum. 'Şu anda en güvenli yer Türkiye.’

İşin aslını sorarsanız; öyle şişmiştim ki Tilburg’dan, Istanbul burnumda tütüyordu ve açıkçası gündem umrumda değildi. Uçak, havaalanı... Yolculuk riski... En ufak bir kaygı duymuyordum.  Oysa zamanlamamın muhteşem olduğunu çok yakında anlayacaktm.

Galiba hayatımda ilk defa Istanbul’dan bu kadar uzak kalmıştım. Ama bu tek taraflı bir soğukluk değildi. Istanbul da kendini uzaklaştırmak için elinden geleni ardına koymamıştı. Özellikle son zamanlarda sürekli istenmediğimi hissettiriyordu. Dışarıya ittikçe itiyordu. En son Rumeli Fenerine kadar itmişti. Ben de gurur yapmıştım işte. Domuz inadı vardır bende. Son bir iki senedir Istanbul'u hep teğet geçiyordum. Uçakta bile koridor bileti alıp alçalırken kafamı çeviriyor; gözgöze gelmemeye çalışıyordum. Hasretimden çatlayana kadar...

Sonunda çatladım tabi.

Peki ya Istanbul? Biraz olsun özlemiş midir beni Olric?
-This is a rhethorical question!
-Ingilizce konuşma benimle Olric.
-pardon efendimiz; bence insan doğup büyüdüğü şehre bu kadar tavır yapmamalı.
- Olric, İnsan nedir daha önce anlatılmıştı sana, hatırla! hani, ağaçları kesen ve sonra onları....
- 'kağıt yapan' efendimiz. Sonrası da var söyleyeyim mi?
-Yok orada kalalım. getir bi kağıt liste yapalım.

Istanbula gidince yapılacaklar listesi.
1. Kiracıyla Telekoma gidilecek devir işlemi için.
2. Eniştem ameliyat olacaktı Acıbadem hastanesinde ziyaret edilecek.
3. Sarıyer'deki banka şubesine uğrayıp dilekçe verilecek. Gitmişken bi levrek yeriz artık .
4. Apartman yöneticisine toplantı kararları için vekaletname bırakılacak.
5. Çamlıca tepesine çıkılacak.
6. vapura binilecek.
7. Kitapçıya gidilecek.
8. İstanbul modern'e gidilecek.
9. Geri kalan günlerde cihangirde bir teras bulup, dönüş zamanı gelene kadar denize karşı güneşlenilecek.

-Maçı unuttunuz efendimiz.
-ben unutsam da unutturmaz bizimkiler merak etme.

7 Mart

Cumartesi Uçağım rahat bi saatte olduğu için oldukça paniksiz bir sabahtı.
Evden çıkmadan son yediğim park cezasını bile ödemeye zaman bulabilmiştim.

Schipol’e gitmek için trene bindim. Kompartmanda koltukların hemen hemen hepsi doluydu. Rotterdam’dan sonra tren sadece havalanı yolcusuyla dolmuştu. Bavullar filan.
Her milletten insan vardı. Çinli ve Italyan ve ispanyol ve Belcikalı ve Alman... Hepimiz bi yere gidiyorduk işte. Kompartmandaki son boş kalan iki kişilik koltuğu kaptım ama hemen arkamdan bi
kadın gelip oturunca yanıma, bavulumu ilerdeki tekerlekli sandalye, bisiklet ve bavullar için ayrılmış kısma koymak zorunda kaldım. bir iki istasyon sonra yeni binen bir yolcu kendi bavulunu yerleştirmek icin benim bavulumu tutup biraz öteye koydu. Aldırmadım. Yine de gözucuyla  bakıyordum. Hollanda’da bisiklet hırsızlığından sonra en yaygın suç, trende bavul hırsızlığı çünkü. Bavulsuz istanbula inmek çok büyük hayal kırıklığı olurdu. özellikle dört gözle; tatlı sürprizlerle muhteşem dönüşümü bekleyenler için.

Schipol’e her zamanki gibi vaktinden önce varmıştım. pasaporttan geçmeden biraz kafeteryada oyalandım. Yüzlerce insanın yiyecek içeceklerini taşıdığı hemen hemen hiç temizlenmeyen o tepsilerden biriyle kendime uygun bir masa aradım kafeteryada. Buldum da; iki ufaklık koştırmacalı bir oyun oynuyorlardı. Çocuklardan biri dizlerinin üstüne kapaklandı ve ağlamaya başladı. Annesi geldi yerden kaldırdı onu. Bir süre masalarına dönüp birşeyler yiyerek oyalandılar ama fazla sürmedi bu sakinlikleri. annelerinin baska birseyle ilgilendiği an, yeniden koşturmacalı oyuna geri döndüler. Etraftaki diğer insanları da izliyordum ama iki ufaklık sürekli dikkatimi dağıtıyordu. Kitap okurken odaklanmaya izin vermeyen sinek gibiydiler. Hem hareketli hem sesli, ama sevimliydiler. Onlara dalmışım; vaktin geldini farkedince kapıya doğru ilerledim.
Istanbul uçağı yolcusunun neredeyse tamamı Türktü. Belki bir iki aktarmalı yabancı yolcu vardı o kadar. Kabin bagajı yine her zamanki gibi problem oldu. Kimisi kendi başüstünde, bavuluna yer bulamayınca vızıldandı filan. Ben rahattım. sadece kabanımı katlayıp yerleştirdim ve milletin debelenmesini seyrettim. Herkes birbirinin bavulunu, eşyasını, torbasını elledi durdu. Sonra uçak havalandı. Turk Hava Yolları yemekleri ve içkileri dağıttı. Herkes bi kendine geldi filan.
Size bir şey itiraf edeyim mi? Thy menülerini seviyorum ve başarılı buluyorum. Bence iddialılar. THY mutfağıyla yarışan az havayolu bulursunuz. Bazıları ’kaldırılsın, bilet fiyatından düşürülsün’ diyor da; ne bileyim, ben seviyorum işte. özellikle turistlerle uçarken yanımdakinin yediği tavuk soteden etkilenip 'mmm nice wow' filan gibi sesler çıkarması hoşuma gidiyor.
-salataya dokunmuyorsunuz ama hiç efendimiz?
-salatalığın kabuğunu soymuyorlar Olric, gıcık oluyorum.
-bir dilim kabuğu soyulmamış salatalık için bütün salatayı çöpe gönderiyorsunuz.
-bana ebeveynlik taslama Olric. işine bak sen.

Yemekler yendikten ve boşlar toplandıktan sonra farklı birşey oldu. Cabin crew şefi tüm yolculara form dağıttı. Corona bilgi iletişim formu. Hepimizden yurt dışındaki ikamet adreslerimiz ve iletişim bilgilerimiz toplandı bu formla. Formun arkasında bir takım direktifler vardı;  vardığınız yerde ateşinizi ölçün, öksürük ateş vs gibi hastalık belirtileri gösterirseniz kendinizi karantinaya alın, durumunuzu takip edin filan gibi. Kimsenin iplediğini sanmıyorum. Yanımdaki adam mesela doğru düzgün doldurmadı bile formu, öyle söyleyeyim. Ne de olsa biz Türktük, korona bize bulaşmazdı.
Yarım saate kaptan piste yumuşak iniş yapacak ve biz korona-free Hollanda yolcuları seksen iki milyonun arasına dağılacaktık.


şimdi düşünüyorum da;
dünya ne kalabalıktı o gün. Metrekareye ne çok insan düşüyordu. Trenler, uçaklar, sıralar, banklar, kontuarlar, otobüsler, taksiler...

- Taksi bayan?
- sigara içebiliyor muyuz???/

Devam edecek!










22 Nisan 2020 Çarşamba

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 5



ve beklediğim telefon çalıyordu. Hemen açtım.
uğultulu ve cızırtılı bir iki saniye... yarı kısık, karga gibi bir ses.

oooooooooooo
hişşşşş
biiir
ikiii
üç
(ve koro)
laylaylaylaylaylaylaylaylay
ooooocimbombom
laylaylaylaylaylaylaylaylay
ooooocimbombom

En az beş altı kişi varlardı. Kudurmuşlardı. Gözlerim doldu haliyle.

- olm niye görüntülü aramıyosunuz?
- şeklimiz bozuk.
- çok mu sevindiniiiiz?
- bildiğin gibi diiiil. Gördün mü Melo'nun videoyu.
- gördüm gördüm, tam da tercüman olmuş hislere namussuz. iyi bari hayırlı olsun.
- hepbirimize  hepbirimize.

arkadan hala gürültüleri geliyordu.

- kim kimsiniz?
- herkes burda; adrenalin rush!
-maaşallah maaşallah; en kötü günümüz böyle olsun.
- Aminnnn! aldın mı izni geliyor musun?
- geliyorum geliyorum. 7 mart.
- bende mi kalcan Merve’de mi? senin ev kirada, degil mi hala?
- kirada kirada. Sende veya Merve’de kalırım.
- iyi iyi. kızım italya’ya sıçramış diyorlar Corona, oralarda durum nasıl?
- e orda çok Çinli nüfus var. Tekstil işçisi çok. Burda bişey yok.
- valla dikkat et, Çin’de durum çok vahim yav.
- Tilburg’da olmaz korona morona. Ne alaka?
- iyi bari... Tamam.  Geleceğin zaman haber ver. Öpüyorum aslan kardeşim.
- Ben de, ben de! Ha Gokçee,  herkes oradayken hazır, sor bakalım birşey isteyen var mı?
-Tamam ben sorayım siparişleri yazarım sana.
- ok.

Süper Aslan kardeşlerim, tarihi gecede, 20 yıl sonra gelen derbi galibiyetini tabiki bensiz kutlamayacaklardı. Uzaktan da olsa bi tribün keyfi yaşatmışlardı bana. Pek keyifliydim o gece. Epey bi yorum dinledim canlı tv yayınlarına bağlanarak. sanki istanbul’da evimde dijitürkümün karşısında zaplıyormuşum gibi. O gün günlerden Galatasaraydı.

birkaç gün içinde italya’da vaka sayıları 3 günde tuhaf ve beklenmedik bir hızla artmıştı. Tedirginlik yükseliyordu herkeste. İş yerinde de yavaş yavaş mevzu olmuştu ama hala ana gündem Karnaval’dı.

Karnaval

Beşinci karnavalım. öyle sıkıcı ki. üçüncüden sonra şişmiştim zaten. Her sene aynı şey, kıç kadar kasabada aynı tipler, kostüm mağazalarından alınmış aynı hazır kostümler; yaratıcı hiç birşey yok. Aynı bandolar. aynı aptal müzik, devasa kartonlardan yapılmış dev kuklalar, yine Tramp kuklası en önde; bu yıl Greta da var galiba... Bol schrobeller, parası yetmeyene bol bira. birinci yıl , ikinci yıl enteresan geliyor da...

Neyi kutluyorlar? baharın gelişini mi?
yooo. daha çoook var. En az bir ay daha dinmez bu yağmur. Ama anlatıyorum size insan şişiyor burda kışın. Şubatta zirve yapıyor depresyon. Bişey lazım.

aslında bunlar hep Katolik kilisesinin işleri. Bu karnaval eskiden 'ash wednesday’ dedikleri paskalya öncesi 6 haftalık oruç arifesinde, tüm sosyal normların bir kenara bırakılıp kudurulduğu bir geleneğe dayanıyor. Bizimki gibi değil; sadece et yemiyorlarmış; bir iki bişey daha vardı da karışık çok ilgilenmedim. Zaten günümüzde böyle bir oruç tutan yok pek. O eskidenmiş. Oruç bitmiş karnaval baki kalmış. Sabahlara kadar için kuduruyorlar saçma sapan.

Bi de nasıl yağmur yağıyor. Hayatta çıkmam sokağa ben bu yağmurda dedim Maria’ya. İyi dedi ben çocuklarla buluşucam istersen gel. Gelmem dedim. Gitmedim de.
Karnavaldan sonraki hafta ofis çalkalanıyordu.
iki önemli mevzu vardı.
Biri: Lemy karnaval haftasonunda kız arkadaşını terk etmiş; ofisten Janneke ile sevgili olmuştu.
ikincisi: Hollanda’daki ilk corona virüs vakası Tilburg’da tespit edilmişti ve Santiago ortada yoktu. en son karnavalda görülmüştü.

aradınız mı?  dedim.
telefonu kapalı. Öksürüp duruyordu bütün parade süresince; sonra da büyük partiye katıldık. Herkes kendini kaybetti zaten. Kim nereye savruldu belli değil. O gün bugün yok ortada.
- canım hastalık izni almıştır,  sordunuz mu müdürlere?
- yok aramamış; onlar da ulasamamışlar.
- Tuhafff
- bak ne diycem bu o lombardiaya gittiydi ya?
- eee
- Korona vakası Santiago olmasın. vakanın yakın zamanda italya’da tatile gittiği yazıyordu gazetede.
- E hani gittiğine inanmıyordunuz? evde yatıyordur diyordunuz.
- Vallahi de tesadüfün bu kadarı fazla.
- yav yok! o telefonunu kaybetmiştir, çıkar gelir yarın. Italya’dan doneli on gün oldu, hasta filan degildi, ayrıca çok merak ediyorsanız akşam bi uğrayın kapıdan.
- ben uğrayamam, müdürler gitsin baksın. dedi Casper.

Janneke ve Lemy’nin sevgililik ifşa çikolatalarını yiyorduk bir yandan da.
O da neyin nesi diyeceksiniz.
Çok garip huyları var. Ofiste ilişki yaşamak yasak değil ama gizli yaşamak yasak. Onun için biriyle sevgili olacaksanız tüm departmanı doyuracak kadar çikolata (şeker filan bütçene göre artık) alıp geliyorsun ve sevgililik durumunu ifşa ediyorsun. Seni kutluyorlar vs.vs Doğum gününde; çocuğunun sünnetinde filan da aynı şekil. oyun parkı gibi bir yer; millet nelerle uğraşıyor bunlar ne kafalardalar. Çok gereksiz işler ya neyse...

Santigo için gerçekten endişelenmemiştim. Çok saçma olurdu öyle bisey. Nietzche ne demiş? "Birey herzaman sürü tarafından yutulmamak için mücadele etmelidir.”
Günümüz insanının veri işleyişi tıpkı bir bilgisayar yazılımı gibi sağduyu ve açıklanamayan altıncı histen yoksundu. ya sıfır ya bir.

Santiago’yla ilgili tüm belirsizlikler bir bakıma açık ve de seçik, coronaya işaret ediyordu.
ama...

“Cennet muhallebiden duvarlar demek değildir sayın yetkili cennet insanların birbirlerini dinlemeleri demektir birbirlerine aldırmaları birbirlerinin farkında olmaları demektir” 

ve fakat; 











Devam edecek...
tabiki.


 






21 Nisan 2020 Salı

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 4

tıpkı Kurt Vonnegut’un dediği gibi, 'and so it goes...'

En nihayetinde dünya acayip bir yerdi. Kimseye çaktırmadan dönüyordu bir kere.   
zaman desen, eni konu uyutuyordu insanı.
hepi topu 150, 200 saat. 1 hafta, 10 gün.
Gündem değişiyordu. Kasırga geçmiş ama havadaki kasvet geçecek gibi görünmüyordu. İznimi henüz onaylatmamış olsam da, biletimi almış olmanın verdiği 'belirlilik’ duygusu hafif enerjimi yükseltmişti sanki.

o gün

Napacak bu adam, gönderecek mi hakkaten bütün mültecileri şimdi? diye sordu  Maria. 'Yok be yav’ dedim. Hepsi nereye sığar? 'Bi hesapları vardır onların; danışıklı döğüştür yine'. 
'Valla danışıklı mı bilmem de, Yunan basını panik vaziyette' dedi. 'Ada halkı sokaklara dökülmüş.’
- Ne diyorlar?
- Millet canının derdinde, ekonomik kriz bir yandan, para yok, herkes patlayacak yer arıyor. Çocuk  kadın dinlemiyorlar, itip kakıyorlarmış. Yunan polisi de çanak tutuyormuş.
- yaa, ne acı değil mi? hatırlasana daha dün ada halkı kucak açmıştı, Yunan askeri sarıp sarmalıyordu çocuklara oyuncak çikolata veriyordu. ne oldu da bütün o şefkat hınca bıraktı yerini?

Eva kafasını elindeki telefonun ekranından kaldırdı, lafa girdi. 'Anlaşmaya göre yakaladıklarını geri gönderebilirlermiş ama Turkiye’ye, öyle okudum ben.’

Maria ‘ Nasıl bir dünya kardeşim bu? biri diyor ki hımmmm kafamı bozmayın hepsini gönderirim; öbürü diyor ki; banane anlaşmamız var; ben de yakalar geri gönderirim. İnnnnsan  kardeşim bunlar insan, bu nasıl iş? böyle bir 'yanlış kullanım’ ı hak ediyorlar mı? diyerek isyan etti.  

Maria’nın zaman zaman kabaran devrimci damarını bilmeyen yok. Heyecanlandığında ve sinirlendiğinde tatlı bir aksanla garip garip kelimeleri cümle içinde kullanışına bayılıyorum. Bu seferki çok düşündürücü. Yani o an, genel geyik içinde geldi geçti ama sonradan düşündürttü beni. 'missusage of the refugees’ nereden buldu bu kelimeyi de söyleyiverdi bir çırpıda?
aslında çok manidar bir ifade. Tam olarak çevirisi yapılamıyor sanki. Yanlış kullanımdan çok hor kullanım desek daha yaklaşıyor sanki anlamına. Gerçi yanlış, hor önemli değil, vurgu kullanımda.

‘Mülteci mevzuu bizde hassas mevzu!’ dedim. 'Muhalefet bile ağzını açıp bişey söyleyemiyor bu konu hakkında. Burda maaşallah herkes herşeyi konuşuyor. Biz bişey diyemeyiz kardeşim; biz bilmeyiz, başımız bilir; O ne derse o.'  

Ama durum ortada diyor Maria; sen desen de demesen de,  insanlar memleketlerindeki savaştan ölümden kaçmaya, aileleriyle güvende hissedecekleri, insanca yasayacakları bir yere gitmeye çalışıyorlar. Burası belliki Türkiye  değil veya Yunanistan da değil. Dolayısıyla  bir takım başka insanlar bu insanları yaşamak istemedikleri bir yerde tutması için, bir başka insana para veriyor. Sonra O insan, bambaşka bir insan tarafindan başka bir şeyle taciz ediliyor diye bu insanları bir takım başka insanların yaşadığı ve aslında tam olarak bu insanların gitmek istediği yer olan yere göndermekle tehdit ediyor. Bir takım başka insanlar da daha önceden yaptıklarını düşündükleri anlaşmaya dayanarak soz konusu insanları -ki bu insanlar savaş travmasıyla ordan oraya savrulmaktalar 8 yıldır- yaşamak istemedikleri yere tekrar göndermeye kalkıyorlar. Ama kimse yahu bu anlaşmayı kime sordunuz da yaptınız? yapmaya hakkınız var mıydı demiyor.

İşte diyorum gördün mü bak daha anlatırken bukkadar laf ettin; yine de bişey anlaşılmadı, dolayısıyla bakmak lazım, kimin neye hakkı var; uluslararası anlaşmaların içerikleri bizi aşar. İşçisin sen işçi kal, sigaranı iç kahveni iç, henüz kafana bomba yağmıyor diye mutlu ol biraz.

Maria’nin hararetinden kafeteryanın camı buhar olmuştu, Eva keyif kaçıran bu muhabbetle hepi topu 15 dak olan kahve molasını heder etmek istemediği için yavaştan tırtıl tırtıl uzaklaştı.
Casper gelmişti masanın ucunda dikildi, oturmadı. 

Karnaval zamanı ofise gelecek olan var mı aranızda dedi?
Maria 'biz çalışmıyoruz’ diye cevap verdi beni de dahil ederek. 'Parade’e gitçez.'
‘Ben izin istedim zaten’ diye kendi adıma konuştum.
 Hafta’ya mı?  derken epey şaşırmış görünüyordu Casper, süper saçma birşey yaptığımı anlatır bir ifadeyle. 
-Unut onu, ekipte çok eksik var. Onaylamazlar. 
haftaya değil, Martın ikinci haftasına istedim. 
-Karnaval haftaya...  Gerçi martın ikinci haftası da zor bence. 
-felaket tellallığı yapma;  kimmiş eksik hem? 
-Claudia’nın kardeşi evleniyormuş Hırvatistan’a gitti, sonra Santiago... 
-Bu mudur? 
-e zaten kaç kişiyiz?
- Valla idare edeceksiniz bi hafta.  Su kaynattım ben, hem Santiago döner karnavala.
- hehe evet kesin karnavalda çıkar ortaya...zaten gittiğinden de şüpheliyim; evde yatıyo da olabilir.

Maria, sana dişçi yazıyorum dedi hemen Casper uzaklaşınca. 'Dişçiye gitmem gerek' dersin. süper mazeret. 
- Geçen yıl müdürlerden biri Turkiye'ye sırf implant yaptırmak için gitmişti. Orada hem daha ucuz hem daha iyi diyorlar bakım. öyle mi hakkaten? öyledir tabi, Yunanistan bile burdan iyi fiyat performansta. 
'ne münasebet yav!' diye parladım.
-tatile çıkmak benim yasal hakkım, istediğim zaman çıkarım burası Hollanda arkadaş yalandan mazerete ihtiyacım yok; öyle olacaksa Türkiye’de kalırdım suyu mu çıkmıştı memleketin?
-öyle diyorsan...

öyle diyordum. kafamı bozmasınlardı basardım istifayi şubat ortasında, ya da alırdım 3 ay mazeret izni kalırlardı dımdızlak. Sağım solum belli olmazdı benim. Bu Hollandalılar beni daha bilmiyorlardı. Beni ve sağnak gibi gelen bulantılarımı.

Belki bir gün, tam şu anı, trene binme zamanının gelmesini iki büklüm beklediğim şu kasvetli anı düşününce yüreğimin hızla çarptığını duyacak ve ' Her şey o gün, o anda başlamıştı.' diyeceğim. Ve kendimi (geçmişte, yalnızca geçmişte) kabul etmek elimden gelecek belki.

Maria’nin telefonu çaldı; henüz kahve molasının bitimine beş altı dakika vardı. Telefona baktı kimin aradığını görmek için. Yüzünde yaramaz bir gülümseme belirdi, belliki yakın biri arıyordu; pavel, abisi veya annesi. Espirili bir tonda açacaktı muhtemelen; öyle ‘alo’demişti. Ama on saniye içinde yüzündeki tebessüm donmuş; yanakları düşmüş, gözleri dolmuş, ağzından tek kelime çıkmamıştı. Dinliyordu. Telefonun ucundaki kim se; hiç güzel şeyler söylemiyordu belliki. Bir terslik olduğunu anlayıp, su getirmeye gittim. Suyu getirene kadar ağzından tek kelime çıkmamıştı, gözlerini dolduran yaşlar yanaklarından sessizce süzülmeye başlamıştı.  Bir süre sonra peki deyip telefonu kapattı. Suyu uzattım. içti. Bekliyordum, söylesin diye. Nefes aldı, verdi. Ifadesini normale döndürdü. ‘Anneannem’ dedi. Bu sabah evinde yerde bulmuşlar. Holde, kapıya yakın... Tamamlayamadı cümlesini.
'Hayallah!' diyebildim. Çok üzüldüm.
Ağlamıyordu.
hatta sakindi.
'Yaşlıydı epey, bir iki haftadır da hastaydı iyileşemedi demekki. Asıl Annem fenadır şimdi. saatine baktı, telaşlandı hafiften "Aramam lazım, beni idare etsene. Biraz geç döneyim ofise ben' dediğinde üzüntüsünü annesi icin duyduğu endişeyle bastırdığını fark ettim. Kriz ananda soğuk kanlıydı o da benim gibi. Başkalarını düşünmeye fırsat bulabiliyordu.

'Olur tabi’ dedim. 'Birşeye ihtiyacın var mı, iyi misin? kalabilirim istersen.'
'Yok yok gelirim ben de içeri, beni annemle konuşmak geriyor sadece’ dedi.

Ofise doğru yürürken tuhaf hissediyordum.  Herşeyi konuşuyorduk Maria’yla. savaştan, hastalıktan, beğenmediğimiz yönetim şekillerinden, açlıktan, yoksulluktan, mültecilerden, ( çok bilirmişiz gibi) müzikten, filmden, diziden...ahkam kesmediğimiz birşey yoktu.  Hemen hemen herşeyi konuşuyorduk. Ölümden hiç konuşmamıştık. Benim için kolay konuşulacak bir mevzu değildir hiç bir zaman ölüm.

Ölüm üzerine ahkam kesmekten korkarım. Rahatsız eder beni bu, tüylerimi ürpertir. Ölüm mevzubahisse empati kuramam karşımdakiyle. Ne hissediyor bilemem, tahmin yürütemem ve kaçarım. Bu hep böyle olmustur. Bu güne kadar pek çok arkadaşım kırılmıştır bana, yakınlarının cenazelerine katılmadığım için, geç başsağlığı dilediğim veya dilemediğim için. Bilmezler, anlamazlar kendimle ilgili çözemediğim bir durum olduğunu bunun. Bazı insanlar için çok sıradandır ölümden bahsetmek. Bazıları aslını astarını iyice öğrenmek ister. ‘AAA vah vah vah başınız sağolsun hay allah  nasıl olmuş, kaç yaşındaydı, genç miydi? yalnız mı yaşıyordu? Ne zaman haber aldınız? cenazesi ne zaman kalkacak?.... Ben donar kalırım, boğazımda boğulurum, susarım, pısarım.

İşte Maria’yla dostluğumuzda bu aşamaya gelmiştik. Şimdi benim bu ilkel yönümle karşılaşacaktı. Onunla bir kaç dakika içinde yeniden bir araya geldigimizde ne konuşacaktım, nasıl davranmalıydım asla bilmiyordum, hiç bilmiyordum. İçim sıkılıyordu. Ve beynim boştu.  Ölüm kalım üzerine düşünmeye başladım. Kendimi alamıyordum ama zorlanıyordum. Üstelik aile fertlerinden birini kaybetmek başka birşeydi. En son kiminle konuşmuştum hatırlamaya çalıştım. Hatırlar hatırlamaz da canım daha da sıkıldı, kendime utandım.  Barthes’in kitabı geldi aklıma. Onun o  kitabı, aldığım günden beri kitaplığımda durur. İlk cümlesini bile okumadım. Okumadığım tek kitabıdır. Yas Günlüğü. Annesinin ölümünden sonra ölümle ve yasla ilgili yazdığı...abartıyorum diye düşünüyorsunuz belki de ama söylüyorum. Bu benim fobim; yas tutan insanla yalnız kalma korkusu.  Kitap diyorum kitap. yani düşünün, o kadar...

öğle arasına kadar görmedim onu.

öğle arasında kafeterya’ya gittiğimde arkadaki masa’da oturuyordu; Nispeten küçük olan, gençlerin muhabbetinden başımız şiştiğinde veya daha özel şeyler konuşacağımız zaman tercih ettiğimiz 4 kişilik masaya geçmişti. Yanına gitmem icab ediyordu tabi. Bense kafeteryanın girişinde duruyordum. Hala nasıl davranmak lazım onu düşünüyordum. Ne söylesem iğreti duracaktı, çünkü fazla gerilmiş bu yüzden de fazla hazırlık yapmıştım. Hiç doğal bir halim yoktu. Hiç birşey doğal degildi , anneannesini tanımıyordum ki. Maria’yi tanıyor muydum sanki? Iki sene önce Maria diye biri yoktu hayatımda... Zaten iki sene önce onunla ilk karşılaştığımızda bilseydim bugün anneannesini kaybedeceğini, onunla bu kadar yakınlaşmazdım. Düşüncelerimi kontrol edemiyordum bu saçmalıkta ve bu hızla akyorlardı. Ben orada dikilirken Maria beni fark etti ve el etti. ‘Buradayım’ diye kendini gösterdi. Yavaşça  masaya doğru yürümeye başladım.  Masanın üzerinde bir sürü boş yiyecek ambalajı vardı. iki kola kutusu, kenarına ketçap mayonez bulaşmış pizza tabağı vs.
'Kim bırakmış bu boşları?' dedim.
İlk cümlemin bu olmasına kendim de şaşırmıştım.
‘Ben' dedi Maria 'bir saattir yemek yiyorum iştahımı tutamıyorum.’

- Sen mi yedin bunları?
- valla ben yedim.
- abartmışsın
- valla abarttım.
- iyi misin?
- iyiyim iyi.

hakikaten normal görünüyordu. İyiydi. ‘iyi’ dedim ben de bişeyler alayım.
'Hamburger al hamburger!’ diye bağırdı arkamdan. Bana da al.
'Tovbe estafurullah!’ diyesim geldi.

Hamburger hakikaten fena görünmüyordu. Hommade hamburger... içinde karamelize soğan bile vardı. yanında patates kızartması... Hayret nereden esmiş bu öğlen bu menü? diye düşündüm. Ben de uydum şeytana. Bi de kola çektim yanına.

Oturduk bi güzel yedik hamburgerleri. Kafeterya yemeklerinden bahsettik; hamburger menüsünün arada sırada insana iyi geldiğinden, bu Hollandalıların sandviçten başka birşeyden anlamadıklarından, normal kola ile zero kola arasında saglıksızlık açısından hiç bir fark olmadığından , yani o kötü tada deymeyeceğinden filan bahsettik.
Genel geyiğimiz kaldığımız yerden devam ediyordu aynen.
birden durdu.

'Çok cadı biriydi. gerçekten öyleydi, öyle tatlı ninelerden biri değildi, baya baya cadıydı' dedi.
hazırlıksız yakalanmıştım. Tam gevşediğim bir anda gelmişti.
’aynı senin gibi, sen de öylesin’ deyiverdim. Ağzımdan bu cümle çıkmıştı.
bastı kahkahayı çok hoşuna gitmişti.
"çok doğru” dedi.  "Ona çekmişim ben. Annem mülayimdir, sessizdir. En son ziyarete gittiğimde bütün evini temizletmişti bana. üstelik annemin gönderdiği temizlikçi bir gün önce gittiği halde. 'Maria şu mutfak tezgahını bi siliver'le başlayıp balkonu yıkamayla son bulan ziyaretim onu memnun etmiş miydi acaba? Temizlikten pek memnun kalmadığını biliyorum. Gerçi hiçbirşeyden memnun olmazdı o. Mutlu biri değildi. Ama umrunda da değildi.

- Kaç yaşındaydı? dedim.
- 89.
- vay canına.
- degil mi? 89 yıl piyuuuvvv.
- annen?
- o da 71.
- vay be çok erken doğurmuş.
- sen ne diyorsun annem küçüğü; daha teyzem ve dayım var.
-ovvv.  Hayattalar mı?
- evet evet; hepsi orada. Dayım bi ara Atina’ya taşınmıştı da boşanınca geri döndü adaya. Birbirlerinden ayrılmazlar. Gang. komik tipler, hepsi sap.
- gidecek misin cenazeye?
- yok, yetişemem zaten. Akşam abime gidicez Pavel'la görüntülü konuşucaz aile eşrafıyla.  Seninkiler sağ mı?
- büyük anne büyük babalar mı?
- hıı..
- yok hepsi ölü.
-ok.

İşte böyle gelişmişti diyalog. Son derece normal ve medeni bir konuşma olmuştu. Nasıl da güzel idare etmiştim. Ama Maria’nın da hakkını yememek lazım. Ne kolay bir arkadaştı. Onunla herşey su gibi akıyordu. "Iki sene önce onunla ilk karşılaştığımızda iyi ki, 'bu insanın bir gün bir yakını ölür ben  iyisi mi hiç yakınlaşmayım' demeyip samimi bir muhabbet kurmuşum" dedim içimden kendime kıs kıs gülerek.

Ölüm diyorduk değil mi? Ne yazık ki daha yeni başlamıştı; bu konu bizi epey bir süre meşgul edecekti.



“Kentte steril hayatlar yaşayanlar için ölümün keşfedilmesi ancak zorla olur. Doğal değildir, bu yüzden bir tür şok etkisi yaratır. Kötü bir talihtir ölüm.”

Devam edecek...