24 Mayıs 2013 Cuma


"giysilerime nasıl alıştıysam düşüncelerime de öyle alıştım. Belkalınlıkları hep aynı ve ben her yerde görüyorum onları, dört yol ağızlarında bile.. en kötüsü, yolların kavşak noktalarını benden saklamaları."

yeni fotolar burada 


22 Mayıs 2013 Çarşamba

KAFANA KAFASI;


'kişi niçin yola çıkar ki? 
-yürümek istediği için...
Bunun da , tutturduğu yolla hiçbir ilgisi olmayabilir
-çoğunlukla da yoktur... 
oruç aruoba

Fatma Hanım'la Harita Subayı Hayri Bey'in oğlu Ali Turgut Uyar da şöyle der;

biz duralım, biz sürekliyiz duralım

Turgut'cuğum ne derse iyi söyler; durdum bugün burada...Güzel Bahçe anlamına gelen bir Sırp kasabasında durdum. Novi Sad'da bir kafana da... Anlatacaklarım var...

Sırp bohem hayatının vazgeçilmeziymiş kafana; entelejansın yiyip içtiği, yazıp çizdiği mekanlara kafana denirmiş. Kahvehane bu kelimeden geliyor. Sadece yazarlar, şairler, tiyatrocular değil, politikacılar da burada toplanır sohbet eder,gazete okur, önemli havadisler paylaşılır, önemli kararlar alınırmış buralarda.  
Eski Lebarski,bugünkü adıyla  Miletićeva sokaktaki Lipa'nın bahçesindeyim. İsmini bahçesindeki Ihlamur ağacından alan bu kafana Novi Sad'ın en meşhur restoranı bugün. Geleneksel et yemekleri ve özel yapım birasıyla ünlü. Kapıdan adımımı atar atmaz 20li yaşlarında upuzun ve temiz yüzlü bir sırp genci beni karşıladı; bahçeye doğru yürürken tek tek eski fotoğrafları gösterdi. öyle görünüyor ki mekan 1800'lerden beri hemen hemen hiç değişmemiş, hiç tanımadığım bir sürü insanın ismini telaffuz etti birini bile anlamadım. Bu dile alışmam mümkün değil. Alt katta devasa fıçılardan localar yapmışlar, eskiden şarap ve bira saklamak için kullandıkları fıçıların ortasında oturup yemek yiyebiliyorsunuz. Bu enteresan birşey. Bahçeye çıkınca Ihlamur Ağacıyla müşerref oldum bin yıllık filan herhalde. Evet biraz abartıyorum çünkü sormadım kaç yıllık olduğunu. O kadar cahil cühela bir halim var ki utanıyorum herşeyi sormaya... 
denildiğine göre hükümetin düşeceği haberi bile buradan yayılırmış. 

İlk ismi 'Zur linde' linden tree yani ıhlamur ağacından geliyor yine. En muhteşem çek birası burada yapılırmış, öyle yazıyor...İlk sahibinin ismi de Karlo Zapletel.çok tuhaf bir isim olduğunu düşündüğüm için burada zikrediyorum onun dışında mühim bir şahsiyet değilmiş. Asıl mühim şahsiyet Laza Kostic; vikipediye bakarsanız şöyle tanımlanmış: 
Laza Kostić (Serbian CyrillicЛаза Костић) (1841, KoviljNovi Sad – Vienna, 27 November 1910) was a Serbian poet, prose writer, lawyer, philosopher, polyglot, publicist, and politician, considered to be one of the greatest minds of Serbian literature.

ama kendisi iyi bir düşçü...
şu şiirini buldum, 
    
I'm Dreaming Dreams


I’m dreaming dreams, and the dreams I dream

Do like pearls in the darkness gleam
In dreams I live, in dreams I breathe,
And though I try with all my might
I can not seize what I perceive.
I’m dreaming dreams, and the dreams I dream
I’d like to paint them as they’re seen
But as they slip away so quietly
Like morning dew at once they seem
When from my heart they do retreat.
But rest now upon those dreams
Your bosom of pearly gleam
Giving cool shade where you lie;
And once you freeze them on a screen
You’ll follow that which you espy.

bir de 'between the reality and dream' diye bir şiiri var onu da google efendiye sorarsınız...
Laza hemen hemen hergün burada yemek yermiş rivayet o ki hep aynı masada oturmak istermiş, masa doluysa, Novi Sad bulvarında bir tur atar, kütüphanede birkaç kitap karıştırır geri gelirmiş. 
Garson'a sordum nerde otururdu diye; Ihlamur ağacının sol tarafına doğru işaret ederken diğer garson lafa karıştı, sırpça bişeyler söyleyip başka bir tarafı gösterdi. Kafam karıştı. anladım ki, 'aynı masaya oturma hikayesi' biraz karışık. Şunu da ekliyorum hemen Sırbistan'da yediğim en iyi et yemeğiydi bu yediğim şey...
ismi de var ama o kadar üstüme gelmeyin :)

Gelelim Novi Sad'a...

 

Burası Belgrad'ın yaklaşık 100 km kuzey batısında Voyvodina'nın merkezi olan bir şehir. Tuna nehrinin ikiye böldüğü son derece romantik ufak şehirlerden biri.

Tuna'nın sağ kolunda kalan Petrovaradin Kalesi'ne çıkarken birden tarihin içine düşüyorsunuz. Kalenin hemen altında bir şapel etrafında bir kaç sokaktan oluşan bir yerleşim var. bilemedin 100 hanelik bir yerleşim. yüksek çatılı, iki üç katlı taş binalar yan yana sıralanmış. öyle güzel ki...







Kaleden Tuna'nın manzarası muhteşem tabi...bir panorama fotoğrafı olmazsa olmaz dedim.  



Kalede gelin damat kol geziyor; Tuna'yı fon yapıp düğün fotoğrafı çektirmek gelenek olmuş. Ben de onları çektim. 


ama daha da ilginci var. Çok romantik bir gelenekleri varmış Novi Sad'lıların...
yeni evlenen her çift demir bir kilit alıp doğru körünün üstüne çıkıyor. 
kilidi köprüye asıp,anahtarını Tuna'nın derin sularına fırlatıyor...
birlikteliklerini bu şekilde mühürlüyorlar...



Belgrad'a dönmem gerekmeseydi biraz daha takılıp bir kaç gece fotoğrafı çekebilirdim ama ancak bir kahve içecek kadar vaktim var. Belki bir gün yeniden gelirim. kimbilir?


18 Mayıs 2013 Cumartesi

az önce Sava Nehri üzerinden güneşi batırdım;




manzara çarptı
başım dönüyor...
burada bir müddet durasım var; birkaç ay kadar mesela...
bugün yarım ay mesela
yarın yağmurlu 
ivo andriç tasvirden ölecek...
bi fotoğraf makinesi olsaymış ivo'nun 
Nobel filan alamazmış.
burada insan ne yapar; şair olmaz da?
şair olmaz da insan ne yapar?

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Hakkaten bu neyin kafası?


Birine bir söz vermişliğim var; bir iki yıl oluyor, birinin bundan haberi olduğunu sanmıyorum. Birine bu sözü vermemle kendi kendimle bir oyun oynamaya başlamam aynı zamana denk düşer. O aralar yine çok sıkılıyordum. Çocukluğumdan kalma bir alışkanlık işte; ben ne ara çok sıkılsam kendi kendimle bir oyun oynamaya başlarım; oyunu kendim bulurum, kuralları kendim koyarım, sıkılana kadar oynarım.

Bu kez de oyunu ben buldum, ancak bu güne kadar hiçbir oyunumun bir parçası olmamıştı biri… Tam da bu sebeple oynamakta olduğum oyunun kurallarını keskin hatlarla belirleyemiyorum; 
Herşey bir haritayla başladı, onu söyleyebilirim.
Önümüzdeki hafta Belgrad’a gidiyorum; Sebepsiz!
Ama pekiala oyun gereği diyebiliriz.

Az önce kapı çaldı ve beklediğim kargo geldi.
İki kitap; İvo Andriç’in Drina Köprüsü ve Milorad Paviç’in Hazar Sözlüğü
Sırbistan’a daha önce gitmişliğim yok. Sava Nehrine bakan bir evde kalacağım; Drina Köprüsü Sırp edebiyatının en meşhur eseri; kitap kapağındaki nehir manzarası da etkili oldu seçimimde tabi…

Ama…
Asıl bu yazımın bu kadar uzun olmasının sebebi; (malumunuz çok az uzun yazı yazıyorum bu blogda) , -hatta buraya kadar olan kısım sadece başlangıç onu da belirteyim;  hani ocakta yemeği olan varsa…-
Evet bana bu ilhamı veren asıl kitap ikincisi oldu;

Milorad Paviç’in Hazar Sözlüğü; (Sözlük mü roman mı belli değil kafası!)
Şimdi;
 Kırmızı yayınlarından çıkan bu kitabın yazarı tarafından yazılan önsöz niteliğindeki ilk açıklamasını yazıyorum; sıkı durun!
VE İLK DEFA BİR KİTABI HENÜZ OKUMADAN TAVSİYE EDİYORUM,
Aslında okumaya başlamadan birkaç gün önce diyelim;



LEXICON COSRI- HAZAR SORUNU ÜSTÜNE SÖZLÜKLER SÖZLÜĞÜ
Daubmannus’un 1692’de engizisyon tarafından imha edilmiş 1691 basımının yeniden oluşturulmuş hali. Son bilgileri de içermektedir.

ERDİŞİ BASIM İÇİN
Bana göre sanatlar ‘tersine çevrilebilir’ sanatlar ve ‘tersine çevrilemeyen’ sanatlar olarak sınıflandırılabilir. Gerçekten de bireye –alan kişi- bir yapıta farklı açılardan yaklaşma, çevresinde dolaşma ve hatta bakış açısını değiştirerek bakma olanağı veren sanatlar vardır…’Tersine çevrilebilir’ sanatlar olan mimarlık, heykel ve resimde böyledir durum. Ama başka sanatlar da vardır… Tek yönlü sokaklara, herşeyin başlangıcında sonuna, doğumundan ölümüne doğru hareket ettiği yollara benzeyen müzik ya da edebiyat gibi ‘tersine çevrilmeyen’ sanatlar. Ben uzun zamandan beri edebiyatı  -‘tersine çevrilmeyen’ sanat- ‘tersine çevrilebilir’ bir sanat yapmak istedim. Bu nedenle romanlarımın klasik anlamda ne başı be sonu vardır. Çizgisel olmayan bir yazıyla (nonlinear narratives) yaratılmışlardır.
                Sözgelimi Hazar Sözlüğü sözlük yapısında olan bir romandır… 100 000 sözcükten oluşan bir sözlük roman’. Roman farklı dillerde alfabetik sıraya göre farklı biter. Kiril alfabesiyle yazılmış Hazar Sözlüğü’nün özgün basımı Latince bir alıntıyla biter… sed venit ut illa impleam et confirmem, Matta.

BURADA BİR PARANTEZ AÇIYORUM; çevirmen bu cümleyi çevirmemiş biraz sinir oldum; zaten acayip kompleksim var Latince öğrenmek için ölüyorum ; neyse şunu demiş olabilir sadece köklerden giderek çıkarmaya çalışıyorum,  “geldi ve ölümü kati kıldı…” filan olabilir diye atıyorum.  

Romanımın Yunanca basımışu cümleyle biter: Anında fark ettim ki bende tek değil üç korku vardı. 

Hazar Sözlüğü’nün İbranice, İspanyolca, İngilizce ve Danca basımları şöyle biter: Sonra okuyucu geri döndüğünde tersi oluyordu ve Tibon yürürken okuma sırasında aldığı izlenimlere dayanarak çevirisini düzeltiyordu.

Kitabın Çin ve Kore basımları aynı cümleyle biter. Latince harflerle basılan Sıpçası, Nordstedts’de yayımlanan İsveççesi, Hollandaca, Çekçe ve Almancaları şu cümleyle biter: Bu bakış Cohen adını havaya kaydetti, fitili yaktı ve lamba eve kadar yolunu aydınlattı. 

Hazar Sözlüğü’nün Macarca basımı şu cümleyle biter: O sadece sana gerçek karakterini hatırlatmak istedi. 
Fransızca, İtalyanca, Katalanca basımlar şu cümleyle biter: Gerçekten de Hazar vazosu uzun zaman önce kaybolmuş olsa da kullanılıyor. 
Tokyo Zogen Şa yayını Japoncası şu cümleyle biter: Genç kız dünyaya bir parıltı kız getirdi – ölümü. Bu ölümde güzelliği aryan ve kesilmiş süt oldu ve dibinde kamış tutan bir ağız görünüyordu…

Hazar Sözlüğü’nün farklı sonları olduğu gibi cinsiyeti de vardır. Bu kitap 1984’de eril ve dişil basım olarak yayınlandı…Okuyucu istediği basımı okuyabilirdi.

Kitabımın eril ve dişil basımları arasındaki temel farklılık çok sık soruldu bana. Bunun nedeni bir erkeğin dünyayı kendi bedeni dışında yaşaması, buna karşılık kadının evreni içinde taşımasıdır. Bu farklılık romanımın eril basımına da dişil basımına da yansımıştır. Şöyle söyleyebiliriz: Eril kolektif zaman ve dişil bireysel zaman içinde ayrılan zamanın yok oluşunun imajı… Jasmina Mihayloviç’in Okuma ve Seks’te değindiği  bir konu. 
Hazar Sözlüğü işte böyle, sayısız amaçları, eril ve dişil haliyle Anthony Burgess’in deyişiyle ‘yarı hayvan’ –half an animal- gibi bütün dünyayı dolaştı… Avrupa’dan iki Amerika’ya, Japonya’ya, Çin’e Rusya’ya kadar gitti ve yazarının ve öteki kitaplarının iyi ve kötü yazgılarının tohumlarını ekti. (bkz. http://www.khazars.com)
Hazar Sözlüğü bugün Kova burcunda XXI. Yüzyıla giriyor ama sadece dişil basımıyla… Okuyucunun şu anda elinde tuttuğu basımdır bu: Okuyucu eril basıma ise bu giriş yazısında ulaşacaktır. XX. Yüzyılda iki cinsiyet olan kitap XXI. Yüzyılda erdişi oldu. Ya da ensest gibi bir şey bu! Editoryal kaygıların zorladığı bu yeni görünümü altında bu kitabı dişil zamanın eril zamanı da içine aldığı bir yer gibi görebiliriz. Eril basımdaki farklılık doktor Dorothea Scultz’un 11. Mektubunda şu cümleden sonra yer alıyor. Ve masada duran birkaç sayfa fotokopiyi uzattı bana.

Eril kitap, burada romanın dişil basımına giren Hazar Ağacı şöyle:
O anda ateş edebilirdim. Bundan daha uygun bir fırsatolamazdı – bahçede tek bir tanık vardı- ve bir çocuktu bu. Ama herşey farklı bir biçimde gelişti. Elimi uzattım ve sana bu mektupla gönderdiğim şaşırtıcı sayfaları aldım. Onları alırken ateş etmek yerine tırnakları fındık gibi olan o Sarezen  parmaklara bakıyordum ve Halevi’nin Hazarlarla ilgili kitabında anlatıldığı ağacı düşünüyordum. Her birimizin bir ağaç olduğunu düşünüyordum. Yağmur ve rüzgarlarla gökyüzüne ve Tanrı’ya yükseldikçe çamur ve yeraltı suları aracılığıyla cehenneme doğru köklerimizi kazmak zorundayız. Yeşil gözlü Sarazenin verdiği bu sayfaları  bu düşüncelerle okudum. Çok şaşırdım ve Muaviye’ye bu yazıları nereden bulduğunu sordum. MILORAD PAVIÇ.

10 Mayıs 2013 Cuma

böyle şarkılar tüğlerimi diken diken ediyor! valla bak....


Drifter's pick: THIS IS WATER by David Foster Wallace



Bu videoyu LA'lı film şirketi Glossary, David Foster Wallace'ın meşhur mezuniyet konuşmasına çekmiş. iyi iş çıkartmış.

Broom of the System henüz Türkçe'ye çevrildi mi bilemiyorum; "brilliant" diyorlar ya öyle yani...
okumaya kalkan pişman olmaz söyleyeyim.
Bu adamı okumamı öneren hocam'ın kulaklarını buradan çınlatmış olayım; bunun gibi bir kaç kez soğuk su çarpmışlığı vardır yüzüme. adını hiç vermeyeceğim zira kendisi hiç hoşlanmaz adının geçmesinden orda burda...
David Foster Wallace, 2008 yılında 46 yaşında kendini astı;
bu haberi duyduğumda epey dağılmıştım;
öyle yani...

7 Mayıs 2013 Salı

şu var;

'yapraklarını birbirine sürterek varlığını duyamazsın. Bir ormanda olmalıydın. Ölünceye kadar yerinden kımıldamayacağını bilen bir ağacın rahatlığını duymalıydın. Bütün ağaçlara bakarak; kimsenin yer değiştiremeyeceğini düşünerek ferahlamalıydın. Hayır , bir su yosunu olmalısın. Suyun serinliği ve ıslaklığını duyarak dalgalanmalısın. Bütün istediğin , uçsuz bucaksız bir sudur ve her zaman bütünlüğüyle saracaktır seni.'


6 Mayıs 2013 Pazartesi