26 Haziran 2012 Salı

POMPEI ATEŞLER İÇİNDE...


Tumblr ya da facebook muamelesi yaptığım bloguma uzun uzun yazasım var bugün.
Baktım buralarda avare avare  dolanırken zevk-u sefa halindeki ruhum ara ara daralıyor, bir sızı, birşeyler… oturayım yazayım dedim bu akşam üstü.
Vallahi de özlemedim billahi de özlemedim memleketimi,  alsalar buralarda takılırım ömrümün sonuna kadar.
Bizim memleketin üstüne yokmuş, İstanbul 8 bin yıllık tarihiyle tartışılmaz bir numaraymış, sahillerimiz şöyleymiş, denizimiz böyleymiş, sanatımız, kültürümüz, dinimiz, imanımız allah allah diye tutmayın bizi oluyoruz ya bazan, aynı oduruma düştüm dün akşam;  “bar royale” denilen alkol satılan mahalle kahvesinde yerel halkla kaynaşıyorduk futbol izlemek suretiyle…kendimi bizim memlekete methiyeler düzerken buldum. Sonra bir utandım bu heriflerden biri -olmaz ya- kazara istanbul’a bodrum’a filan düşecek olsa hakkımda ne düşünecek acaba?  Yalancının ya da hayalcinin biri olduğumu. Gerçi ikisi de zaman zaman doğrudur.
Bugün öyle memleket havadislerine sörf yaparken cüneyt’in programını gördüm.  Zamanında Kral Abdullah’a  satılan “sevda tepesi”ne çıkan imar izninden bahsediyordu.  28 yıl önce satılmış 57 bin 140 metrekarelik koru… bu korunun suudi kralına satlmış olmasının ne kadar abesle iştigal olduğunu bırakıp kaç paraya satıldığını tartışmaya başladılar, bir ara 27 milyona mı 1 milyona mı? Fark edermiş gibi… sonra imar izninin neden şimdi çıktığı üzerine bir takım spekülasyonlar yapmaya başladılar, bu muhabbet de “eh sattık madem, kral da gelip tesis yapacak mış bari, bize ne menfaati olacak, hani okul mu yapacak van’daki depremzedelere konut mu yapılacak bu parayla’ya” bağlandı mevzu…  
Yapar tabi âlâsını yapar da… mevzu bu mu yani?   
Neyse  
Amalfi Coast denilen Salerno’dan Positano’ya uzanan sahil boyunu hem denizden hem karadan gezme şansına eriştim sonunda. Çook da öncelikli değildi benim için, Campania Bölgesi’nde ilgimi çeken çok daha başka şeyler var.  Aslına bakarsanız Amafli Sahillerinde Türkiye’den gelen biri için hiç enteresan bir şey yok, bizde ne sahiller var.  -ya da “var-dı” hatta bazıları için “var-mış-tı” diyeceğiz artık. çünkü bazılarını görmek hiç nasip olmayacak.
Vietri Sul Mare, Miori, Ravello, Amalfi, Positano hepsi birbirine benziyor ; İşte malum kalabalık turist kaynayan bir plaj, kimisinde marina ve muazzam tekneler, ufak bir sahil kasabası meydanı, hediyelik eşyacılar ve restoranlar, şıpıdık terlkili mahşeri kalabalık…






Amalfi Coast bir uçtan bir uca topu topu 40 km ama gel de arabayla gitmeye kalk. Saatler sürer, çünkü herifler tek bir kayanın kumuna, tek bir ağacın yaprağına dokunmamışlar, yol kimi yerde tek bir arabanın geçeceği kadar… sahil boyunda otel falan yok. Yapılacak desen o da yok, inşaat halinde filan tek bir yapı görmedim.  Arabayla 40 km falan gitmedik Miori’den geri döndük ilk gün. İkinci gün Salerno’dan tekneler kalkıyor Positano’ya kadar gidiyor dediler, daha makul geldi, iyi de oldu hakikaten akılcı olan buymuş. Denizden sırayla bütün kasabaları gördük, başımız göğe erdi. Tepelere baktıkça içim cız etti… bizde peyzaj peyzaj diyip duruyorlar, peyzaj öyle değil böyle olur der gibi korumuşlar memleketlerini. 




Capri’ye de bir sinirlendim.  Saat 5’e kadar kalabiliyorsun çünkü. Seni geri götürecek son tekne 5’de kalkıyor. Gece de kalayım dersen otelde kalacaksın ama yer yok, olsa da banka hesabımı boşaltacaklardı zaten.  Zaten beşe kadar caprinin tadı yok; capri diyince hani o keten gömlekli lofer ayakkabılı baş döndüren yakışıklı italyan erkekleri anlatılır ya…hani umrumda olduğundan değil de… babalar turist adadan çekildikten sonra meydana çıkıyorlarmış. Böyle bir duyum aldım… eh gecesine kalıp bir limonçello içemedikten sonra öğlen sıcağında capri’de ne işim var dedim gitmedim capri’ye filan.  Hayatta da gitmem gururlu insanlarız evellallah…
Neyse asıl anlatacağım başlığımdan da anlaşıldığı üzere Pompei arkadaşlar… Şimdi bu Pompei’ye gidicem diye gözüme uyku girmiyor birkaç gündür desem yalan olur. Hakikaten turistik muristik ama şu lavadan kaçamayıp taşlaşan adamları görmeden gitmek de istemiyordum. Pompei hakikaten belgesellerde de gördüğümüz gibi çok iyi korunmuş bir arkeolojik zone. 






Arkolojik çalışma gerçekten takdire şayan çünkü yer zemininden çok aşağıda bir çalışma yapıldığını görüyorsunuz,  şehrin üstü belki bir değil birkaç kere kaplanmış olmasına rağmen nekropoli denilen kısımın bu kadar muntazam ortaya çıkarılmış olması büyük başarı. M.S. 79’da Vezüv patlayınca hatta günü de belli 24 Ağustos; şehir lavların altında kalıyor, tam 2 gün sürmüş patlama… sonra 1748’e kadar kayıp… tesadüfen keşfedilmiş filan diyorlar, olur mu büyük çalışmalar yapılmış bulmak için. Ayrıca biraz da aslına uygun yeniden toparlamışlar anfitiyatronun basamaklarını filan… orada rehber anlatıyordu kulak misafiri oldum, “sadece 4 basamak orijinal diğerleri sonradan yapılmış” diyordu.     Oysa bizim Aspendos’ta Efes’de kıralı var yine aynı hesap üstelik bizimki orijinal…

(mesela burada görünüyor beyaz mermerler orijinal gerisi sonradan yapım.)


Pompei koca şehir gez gez bitmiyor, bir de sıcak, yandık kavrulduk…ama köşebaşlarında çeşmeler var, su değil şerbet akan… pet şişelerimize doldurup doldurup içtik, saçlarımızdan döktük. Bir saat öyle ağzı açık ayran budalası gibi dolandıktan sonra tek amacımız şu lavlardan kaçamayıp taşlaşıp olduğu yerde kalmış ve yaklaşık 2000 yıldır olduğu yerde ölümsüzleşmiş olan bedenleri  bulmak oldu. Ama ara ki bulasın, sormadığım turist kalmadı…”gördünüz mü, buldunuz mu? Ne tarafta olabilir?” onlarca değil, yüzlerce turist var etrafta, hepsinin elinde kameralar, kitaplar, haritalar… Almana sordum, Amerikalıya, ispanyola, italyana… kimse görmemiş bilmiyor, bir Amerikalı amca “onlar buradan götürülmüş Napoli’deki büyük müzeye koyulmuş olmalı” dedi.   Pompei’yi dört değil ondört döndük. Nekropoli’yi yani “ölüler şehri”ni  bulduğumuzda saat 5 olmuştu. 







Tam beş saattir en az 35 derece sıcağın altında yürümüştük. Umutlarımız da tükenmişti.  Sormadığımız kimse kalmamıştı ve kimse tatmin edici bir cevap vermiyordu, işin kötüsü “yok” da demiyorlardı. Sonunda biraz serinleyebileceğimiz bir ağaç altı görüp, bir sigara içip çıkalım dedik.  Nasıl anlatayım böyle hafif bir yokuşun ucunda bir ağaç nekropoli’ye tepeden bakıyor…  gövdesine sırtımızı yasladık. Bir iki dakika geçmemişti 20li yaşlarda bir İspanyol çift birbirlerine pet şişeyle su fışkırtarak aşağıda belirdi. Öyle salak salak oynaşıp şakalaşıyorlardı. Bir ara kızın elinden pet şişe fırladı oğlanın alnını sıyırdı, kız bu hareketin biraz densizce bulup kaçmaya başladı, oğlan da peşinden koşmaya… ve birden kız “Hiii” diye irkildi. İleride telle çevrilmiş kiremitle üstü kapatılmış kümes diyeceğim tuhaf kaçacak ama hakikaten kümes gibi görünen şeylerin önünde kalakalmışlardı. O an orada olduklarını anladım, Emre’ye “buldular” dedim. Hemen intikal ettik. Hakikaten tesadüfen bulmuşlardı.  Hayat gerçekten tesadüften ibaret… bütün gün ayaklarımıza kara sular inmek suretiyle arayıp bulamadığımız bedenleri iki zıpçıktı sayesinde bulmuştuk. Bu da böyle bir anımız oldu işte.  
Fotolar da burada…



                                                           



Kesinlikle saklıyorlar, çünkü görülmesi neredeyse imkansız bir yerde duruyor ve bulundukları yeri gösteren hiçbir tablea veya işaret yok. Sanki Pompei’de turistik anlamda gösterilenlerin dışında bırakılmışlar. Bu anlaşılabilir bir şey. Bu gördüklerimiz sonuçta heykelleşmiş olsalar da insan bedenleri.  Oradan taşınması mümkün olmayan bedenler, taşlaşmış ve toprağa kaynamışlar.  Bu nasıl bir kaderdir. Sonsuza kadar orada olacaklar. O hava koşullarında, anfitiyatronun basamakları yok olmuşken 2000 yıldır orada yatıyor olmaları nasıl bir mucize? İnsan yaşadıkça nelere şahit oluyor dedim kendi kendime…

19 Haziran 2012 Salı

Hermitage'da Rembrandt arar gibi aradım ama sonunda buldum onu... Banksy!!!




orada Piazza dei Gerolimini denen meydana yakın sıradan bir pizza restorantının arka kapısının yan duvarında birden karşımda belirdi.
büyülendim.
kalakaldım.








17 Haziran 2012 Pazar

PHOTOGRAPHIC WORKS OF THE DRIFTER 2012/ JUNE

THE BEAUTY OF URBAN DECAY/ GRAFFITTI- NAPOLI

sonunda çook uzun zamandır istediğim Campania bölgesi seyahatime Napoli ile start vermiş bulunuyorum. millet amalfi ve capri sahillerinde güneşin altında malak gibi yatıp, çok da daralınca cup cup denize girerken ben güney italyanın krizden en fazla nasibini almış belki de en köhne ama en hisli şehirlerinden biri olan Napoli'de daracık sokakları arşınlayıp şu naçizane THE BEAUTY OF URBAN DECAY serimin Napoli ayağını hazırlamaya uğraşırken tripten tribe giriyorum neden? çünkü kime napoli desem, "amman dikkat!!!" diyor, çok hırsız uğursuz varmış, nasıl olmasın...fotoğraf makinem çalınmasın diye üç buçuk atıyorum, daha kıymetli bişeyim yok üstümde allahtan. Ama o kadar da korkulacak birşey yok gibi, ilk günü tek parça halde atlattım.
öğrenci ve emeklilere terk edilmiş bu şehire bayıldım.
resimlere tıklayınca daha detaylı görünüyor...

















en çok da buna bayıldım...










                                                           








                                                                     bir de bu ikisi nefis işçilik...







                                                             

13 Haziran 2012 Çarşamba

10 Haziran 2012 Pazar

6 Haziran 2012 Çarşamba


Aydın Çubukçu, 68’lilerden hemen hepsini tanır. Bazı adları soruyordum ona. Biri için şunları söylemişti: “O işkencede direnişi sanat haline getirmiş adamdı.”
Ne zamandır , insanın kişiliğiyle değişik felsefi, politik, estetik tercihleri arasındaki ilişkiye kafa yoruyordum. İşkencede direnişi sanat haline getirmiş adamın  kişiliği yeni çağrışımlar uyandırdı. Ayrıca karşı koymanın estetik yönü ne mene bir şey olabilirdi? Estetik denen kavram nasıl bir kavramdı ki, kişiden kişiye o denli değişebiliyordu? Kişiliğin buradaki rolü neydi? Düşündüm , bilgilerimle deneyimlerimle karşılaştırdım. Kişilikle estetiğin birbirini çok yakından etkilediğini hatta kişiliğin insanın sanatla ilgili yargılarını belirlediği sonucuna vardım.
-Yanılmanın Gerçekliği, Kaan Arslanoğlu-

4 Haziran 2012 Pazartesi

böyle kağıt okuyan hocaya aşık olasım gelir...


"önce kendi ellerine bakabilmeyi öğrendi. O--kolay bir iş gibi gözükse de, epey zaman harcaması gerekti bunun için. Ardından yere baktığı zaman yeri, ileriye baktığı zaman karşısını, yukarı baktığı zaman da gökyüzünü göstermesini sağladı beyninin. Gözlerini açmayı uyanmadan başarması ve uyanıp yeniden uyuduğunda,düşüne kaldığı yerden devam edebilmesi iki ayını aldı. konuştuğu insanın gözlerine dilediğince uzun bakmayı becermeye başladığında bu insanın ya yok olduğunu yada izin isteyerek uzaklaştığını gördü..."
-gökhan esenler, 1993 Zürafaları lekeleme komitesi-

jungle blues & love me or die


                                       



2 Haziran 2012 Cumartesi

cumartesi akşamüstü modu


cihangir'de ne idüğü belirsiz (aa bak yazması ne saçma bir söyleyişmiş bu da...) bir balkonda bulgaristandan gelmiş erik rakısıyla demlenme kafası


müzik de budur;


chickens are decent people!



mevzu üstünde konuşulacak türden değil sanıyordum o benim hüsn-ü kuruntummuş Kalem Kesiği'nde görünce anladım.

1 Haziran 2012 Cuma

31 Mayıs 2012 Perşembe

perşembe modu;

fatmagülden yılan dada kafası ;




hizmette sınır yok;

  • "Bains de gros thé pour grains de beauté sans trop de bengué." ("Baths in course tea for beauty marks without too much Ben-Gay.")
  • "L'enfant qui tète est un souffleur de chair chaude et n'aime pas le chou-fleur de serre-chaude." ("The child who suckles is a hot-flesh blower and doesn't like hot-house cauliflower.")
  • "Si je te donne un sou, me donneras-tu une paire de ciseaux?" ("If I give you a penny will you give me a pair of scissors?")
  • "On demande des moustiques domestiques (demi-stock) pour la cure d'azote sur la côte d'azur." ("One demands domestic mosquitos (half-stock) for the nitrogen cure on the Azur.")
  • "Inceste ou passion de famille, à coups trop tirés." ("Incest or family passion, with too many drawn blows.")
  • "Esquivons les ecchymoses des Esquimaux aux mots exquis." ("Let us dodge the bruises of Eskimos in exquisite words.")
  • "Avez-vous déjà mis la moëlle de l'épée dans le poêle de l'aimée?" ("Have you already put the marrow of the sword in the stove of the beloved?")
  • The video edits out the sequence with the line: "Parmi nos articles de quincaillerie par essence, nous recommandons le robinet qui s'arrête de couler quand on ne l'écoute pas." ("Among our articles of lazy hardware, we recommend the faucet which stops dripping when no one is listening to it.")
  • "L'aspirant habite Javel et moi j'avais l'habite en spirale." ("The aspirant lives in Javel and me I lived in a spiral-shaped abode.")

seyredin ardından bir de "Şairin Kanı" patlatıcam...


28 Mayıs 2012 Pazartesi

çünkü her zaman şarkı söylenmiyor cennette bile...

BU DÜNYA GÜZEL BİR YER

Bu dünya güzel bir yer
doğmak için
her zaman
pek de eğlenceli bir şey olmayan
mutluluğa meraklı değilseniz
arada bir de
tam herşey yolunda giderken
az buçuk cehenneme aldırmıyorsanız eğer
if you don't mind a touch of hell
çünkü her zaman şarkı söylenmiyor cennette bile
bu dünya güzel bir yer
doğmak için
birtakım insanların durmadan ölmelerine
ya da zaman zaman
yalnızca aç kalmalarına
aldırmıyorsanız eğer
ne de olsa bu da o kadar kötü bir şey değil
aç kalan siz olmadıkça
which isn't half bad if it isn't you
Ah bu dünya güzel bir yer doğmak için
önemli yerlerdeki
bir iki mankafaya
ve arada bir
göğe çevirdiğiniz yüzlerinize
düşecek bir iki bombaya
ya da saygın ve ölgün kişilikleriyle
marka meraklısı toplumumuzdaki
başka münasebetsizliklere
papazlara
devriye polislerine
çeşitli ayrımcılıklara
meclis soruşturmalarına
ve çılgın tenimizin duçar olduğu
başka munkabızlıklara
pek de aldırmıyorsanız eğer
and other constipations that
our fool flesh is heir to 
Evet bu dünyadan daha iyisi yok
eğlenme sahneleri,
sevişme sahneleri,
hüzünlenme sahneleri
aşağılık şarkılar,
esinlenmeler
dolaşıp gezmek
herşeye bakmak
çiçek koklamak
heykellere parmak atmak
hatta düşünmek
and even thinking
insanları öpmek,
çocuk yapmak ve pantolon giymek
şapka sallamak,
dans etmek
yaz ortasında pikniğe gidip
nehirlerde yüzmek
genel olarak
"hayatın tadını çıkarmak" için
and just generally
"living it up"
Evet
ama tam bunlar olurken bir de bakarsın
gülümseyerek
cenaze levazımatçısı
gelivermiş.



LAWRENCE FERLINGHETTI, kendisinin "sürrealist" değil bir "süperrealist" olduğunu söylüyormuş. akademik çözümlemelere ve değerlendirmelere karşı gelen bir gerçekçi : güneşin bir gözyaşıyım ben, bir tepeyim şairlerin koştuğu.

kitabın adı Şiirin O ince küllerini Toplayanlar,
arkasında şöyle yazıyor; aynen yazıyorum :

Kerouac'ın buluşu olan "Beat Generation" sözü "ermişlik" kavramını çağrıştıran "beatific" sözcüğünden gelmekle birlikte, daha çok yenik ve yılgın bir yazarlar kuşağı için kullanılagelen bir tanım olarak benimsenmiştir.
Ferlinghetti ise, hayatın anlamsız ve saçma gibi yorumlanabilecek görünümleri karşısında, sanatı her zaman gerçek insan gereksinmelerine bağlamayı amaçlayan bir denge uzmanı gibidir.


yani Cevat Çapan da büyük çevirmen tabi.
"because even in heaven
they don't sing
all the time"
dizelerini 
"çünkü her zaman şarkı söylenmiyor cennette bile" 
diye çeviriyor. 

27 Mayıs 2012 Pazar

pazar gecesi erken uyku kafası; I'm gonna stick with you


yarın yağmur varmış yine... Ne demiş Tom Waits?
"laci pardesülü adama hiç güvenmeyeceksin!"

21 Mayıs 2012 Pazartesi

do it light...

yaaaaa!
Donna Summer'ın ardından Robin Gibb de sizlere ömür. Babama telefon açıp taziyelerimi sundum, buradan da en sevdiğim Be Gees parçasıyla  kansere hareket çekiyorum.