drifter's pick etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
drifter's pick etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Kasım 2019 Cuma

ROMANTİK MARATON #3 BRIEF ENCOUNTER


‘Brief Encounter’ / Kısa bir Karşılaşma (bu arada filmin Türkçe adı yok galiba.) Noel Coward’ın 1936’da yazdığı 'Still Life' oyununun 1945 sinema uyarlamasıdır aslında.

Evli iki çocuk annesi bir kadın ile muayenehanesinden çıkıp evinin yolunu tutmuş bir doktorun, tam bir 'hay ben bu kaderin cilvesine tüküreyim' hadisesini tecrübe etmelerini anlatır.



Ama ne anlatmak?

Neden ’still life’ ? 

oyunun orijinal ismi 'Still Life’ yani türkçesi natur mort. çicek, meyve, yaprak filan gibi aslında artık yaşamayan şeylerin bir araya getirilerek bir kompozisyonda resmedildiği akımın adı. Bize fransızcadan ölü doğa anlamına gelen Naturmort olarak geçmiş ama orijinali Flamanca Stillleven, çünkü 1600’lerde Hollandalı Resaamlarla doğmuş bir akım. (Yine gereksiz bilgilerle sulandırmayalım. Çünkü ben koptu mu gidiyorum biliyorsunuz oradan oraya.)

Peki neden oyunun adı Still life?
çünkü imkansız bir aşkın içinde donup kalmış, kısa bir zaman için yaşamanın gerçekten ne demek olduğunu farketmiş ama artık yaşamayan iki insanın kompozisyonu da ondan.


encounter kelimesini pek severim:

Filmin ismini neden değiştirdiler acaba?  David Lean (filmin yönetmeni) mi değiştirdi acaba?

David Lean filmin en can alıcı sahnesini (ki afallatıcı, izleyiciyi bir anda dona-bırakan müthiş dokunaklı bir sahne,  bir sanat eseri olduğunu düşünüyorum)  filmin içinde iki kere kullandığı yetmemiş, başlıkla da vurgu yapayım mı demiş acaba?

ve sonra encounter kelimesini yeniden düşünüyorum. Bu kelimenin içinde karşılaşma dan  fazlası var.
Definition of encounter 



to come upon face-to-face
3to come upon or experience especially unexpectedly
a particular kind of meeting or experience with another person a romantic encounter
bir sürü insanla yanyana veya yüz yüze geliyoruz ama birbirimizi algılamadan geçip gidiyoruz. Hatırlamadığımız pek çok yüzle karşılaşıyoruz her gün öyleyse burada bahsedilen karsılaşma öyle bir karsılaşma olmasa gerek.

'encounter' görme eyleminin ötesine geçip algılama ve bir bağ kurma durumuna da kapsayan bir fiil öyleyse.



şık bir vurgu yani.


evet bu öyle değil, böyle bir karşılaşma; kaderin ağlarını o gün, o tren garı kafesinde öresi varmış; doktorla ev hanımı bu ağa takılmışlar. Ama ne mümkün tabi.
Yıl 1945;  kadının iki küçük çocuğu ve bir kocası var, belli bir sosyal hayatın içinde bir kimliği var, Doktor desen; o da evli barklı, mevki sahibi yaşını basını almış bir adam.
Olacak iş değil yani.
Ama gel gör ki; gönül ferman dinlemiyor.
İşte gönül neden ve nasıl ferman dinlemiyor?
film genel anlamda bunu anlatıyor.
(Son sahneyi söylememek icin kıvranıyorum şu  anda, seyretmemiş olanlar vardır diye... ama çok acayip apışıp kalıyor insan onu da söyleyeyim)


Filmle ilgili başka söyleyebileceğim:
siyah beyaz olmasına rağmen zamansız bir film.  Su gibi akıyor.
Çünkü Celia Johnson sizi ekrana kitliyor resmen.

İyi seyirler o zaman!


NOT:

Celia Johnson 1946 en iyi kadın oyuncu oscarını Joan Crawford’a nasıl kaptırır aklım almıyor. Mildred Pierce filmini de izledim, bence Joan Crawford Hulya Kocyiğit’ten bir tık daha iyi diyelim. meraktan diğer adaylara da baktım Celia Johnson’un performansının yanına yaklaşabilmiş bir aday yok o sene.
Kadın döktürmüş resmen.


27 Kasım 2019 Çarşamba

ROMANTIK MARATON # 2 BREAKFAST AT TIFFANY'S

Romandan şu alıntıyla başlayalım


“ 'vahşi birşeyi asla sevme Bay Bell’ dedi Holly. ‘Doc’un da yanlışı buydu işte. Vahşi şeyleri tutup eve getirirdi hep. Kanadı yaralı bir şahin mesela. Bir keresinde bacağı kırık bir vaşak getirmişti. Yavru filan da degildi ha.  Ama vahşi bir şeye kalbini veremezsin; bunu yaptıkça onlar daha da güçlenir. Bir gün ormana kaçacak kadar güçlü hissederler. yada bir ağaca uçacak kadar, sonra daha yüksek bir ağaca. sonra da gökyüzüne. İşte sonun bu olur. Mr. Bell. Eğer vahşi birseyi sevmeye teslim olursan sonunda kendini gökyüzüne bakar bulursun.”

(“Never love a wild thing, Mr. Bell,' Holly advised him. 'That was Doc's mistake. He was always lugging home wild things. A hawk with a hurt wing. One time it was a full-grown bobcat with a broken leg. But you can't give your heart to a wild thing: the more you do, the stronger they get. Until they're strong enough to run into the woods. Or fly into a tree. Then a taller tree. Then the sky. That's how you'll end up, Mr. Bell. If you let yourself love a wild thing. You'll end up looking at the sky.” )

Capote böyle diyor romanda; Blake Edwards, Çılgınlar Kraliçesinin yönetmeni, bunu ana karakterimiz Holy’e (Audrey Hepburn) ilk ağızdan söyletiyor. Son derece dokunaklı bir sahne gerçekten. 

Breakfast at Tiffany’s romantik komedilerin hasıdır bence. Tam bir kült. Mekanlarıyla, kostümleriyle, olay örgüsüyle ve anlatımıyla zamansız. 

Yaralı vahşi bir kuşun aşka düşme macerasını anlatır. Holly asıl adı Lola May, küçük bir Amerikan kasabasından kaçıp New York’un crème de la crème cemiyet hayatının tam ortasına bir şekilde konmuştur. Filmin ortalarına gelene kadar bu kızın tam olarak olayı nedir hiç anlayamayız. Film ilerledikçe kendisinin de ne aradığını, nereye gittiğini hiç bilmediğini fark ederiz. 

meşhur Moon River performansı:



Tesadüf bu ya, aşk onu bulmuştur bir şekilde.
Holly film boyunca tüm zarafetiyle ve tatlılığıyla  kaçınılmaz olan aşktan seke seke kaçar durur.  

Havası kimedir? Kendine mi?

Holly Manhattan’ın göbeğinde bir ev tutmuştur. Sosyetenin gözbebeğidir diyebiliriz. Parti kraliçesidir. Yolda gören ‘bu herhalde bir milyarderin kızı veya karısı filan’ der. Öyle bir tavır içinde takılmaktadır. Şey gibi... Edie Sedwick gibi. (ama o gerçekten mirasyediydi) Bizimkisi başarılı bir çakmadır oysa.  Bu da tuhaf bir paradox bu arada. Edie’nin yaşam tarzı olarak Holy’den etkilendiği söylenir. (Gerçeğin taklidini taklit etmesi paradoxu - sulandırmayalım.)







Malum bu film aynı zamanda bir ikon kraliçesi yaratmıştır. Gözlükler, gölgeli saçlar, little black dress, inciler, babet ayakkabılar vs. vs.

Filmi seyrederken Holly’nin bir sanatçı oldugunu farketmelisiniz. Onun sanat eseri kendisidir. Tüm o stiliyle kendini yaratmıştır. Bir de isim koymuştur. Asıl adı Lola May’dir.  İşte bütün bu emeği bir aşk uğruna çöpe atmak istemez ve direnir. O direndikçe biz eğleniriz. Acı içinde kıvranmaktadır aslında. 


istikrarlılığa a karşı özgürlük

özgürlüğüne düşkün olduğu için mi istikrarlı iliskiden kaçmaktadır?  Dairesini yaşamak için dekore etmemiştir. bavulu salonun ortasında durmaktadır.  Herkese kendisi de dahil olmak üzere isim takar ama kedisinin isimi yoktur.

kedi

Böyle bir kedi olamaz. Bir de sarman ki sormayın. Filmde başına gelmeyen kalmadı hayvancağızın gıkı çıkmadı. 



Parti kafası
Filmi seyrederken en keyif aldığım sahnelerden birisi de parti sahnesiydi. 1950’lerin ev partileri böyle oluyormuş demek. 
Buyrun keyifli seyirler!
















24 Kasım 2019 Pazar

ROMANTIK MARATON # 1 PATERSON

Genelde esas oğlan esas kızla kaderin cilveli kafalarında, çeşitli badireler atlataraktan, mutlu son güzergahına saptığında film biter malum.  Romantik filmin olayı nedir arkadaşlar? Kadınla adam kavuştuğunda yani 'gerçek aşk’ ya da bize 'gerçek olduğu yutturulmaya çalışılan aşk' vuku bulduğunda bi yutkunmak, bi oh çekmek ve özellikle de bir kaç, gün, ay, yıl vs sonrasını düşünmemektir.

Bu sebepten mütevellit Paterson bildiğiniz romantik filmlerden değil.
Ama izlediğim, 'kelimenin tam anlamıyla en romantik' filmlerden biri.

kelimenin tam anlamı:


romantik
sıfat
  1. 1. 
    davranışlarında duyguların, düşlerin ve coşkuların aşırı biçimde etkisi bulunan (kimse).
  2. 2. 
    gerçekçi olmayan, düşçü (kimse, görüş).



karakterlerimiz; yani esas oğlan (Adam Driver) ve esas kız (Golshifteh Farahani) gerçek aşk boyutuna film başlamadan epey bi önce geçmiş; orada öylece kalmış, kendilerine sıradan ve ötekilere (biz izleyicilere) son derece tuhaf görünen gündelik yaşamlarına devam etmektedirler.


Esas oğlan New Jersey eyaletinin Paterson kasabasında (bu arada Türklerin de en yoğun olarak yaşadığı Amerikan kasabasıdır ama filmde ne hikmetse bir tekine bile rastlayamadık) otobüs şoförüdür. Bildiğin Otobüs Şoförü. Kendi ismi de kasabanın ismi gibi Paterson’dur. Aslında yüzüne baktığınızda bazen 16-17 yaşlarında bir oğlan çocuğuna bakıyormuşsunuz hissi yaratan bu uzun genç adam,  aynı kasabadan çıkmış meşhur şair William Carlos Williams hayranıdır; tıpkı onun gibi kimisine 'insan kibrit kutusuna şiir yazar mı canım?' dedirten cinsten şiirler yazmaktadır ve içten içe kendini onunla özdeşleştirmektedir. (O konuya sonra değineceğim)

Güzeller güzeli Iran asıllı karısı Laura ise... onu nasıl tarif edeyim bilemedim bir an!
Yani etrafınızda öyle biri olsa, hipnotize olur işi gücü bırakır onu seyredersiniz; o derece ilginç bir kişilik.
Monokrom takıntısından evdeki bütün nesneleri (kendi kıyafetleri ve yiyecekler de dahil) siyah ya da beyaza bazen her ikisine de boyayan, her gün dekorasyon değiştiren, en büyük hayali siyah beyaz cupcakeler pişirip onları sataraktan zengin olmak ile; internette reklamını görüp vurulduğu siyah beyaz harlequin gitarını çalmayı öğrenip ünlü bir country şarkıcısı olmak arasında gidip gelen bir kadın düşünün.

şöyle ki:




gelelim filmin cupidine yani Jim Jarmusch’a... Bence yaşadığımız çağın ilginç yönetmenlerinden biri. şanslıyız yani. Guardian’da çıkan bir review’da onun için şöyle diyordu yazar;

As a film-maker, Jarmusch likes to make movies about the world’s little details; about drifters and seekers and the rambling detours that add up to a life. (ny times)

belki de ondan pek seviyorumdur :D

Mevzumuz aşk olduğuna göre, onun aşka bakışından bahsedelim.
Soru: Aşkın gözü astiğmat mıdır? kör müdür?
bilemiyorum da;
Jim jarmusch bayağı şaşı bakıyor kanımca.

'aşk ve hayranlık birbirini besleyen hisler, bu konuda bir anlaşalım' diyor jarmusch.
'zaman kısıtlamamız yok tadını çıkarın' diye ekliyor. Romantikliği buradan geliyor.

'Kız öyle güzel uyuyor ve sabahları yarı uyur yarı uyanık sayıklarken öyle çıplak oluyor ki, akşam yemek diye önüme çamurdan cupcake getirse yerim.’
veya
'oğlan öyle sevecen ve öyle hayran ve öyle uzun ve dünyaya öyle yavru köpek gibi bakıyor ki; tüm dünya bir gün onun yazdıklarını okumalı ve ben de onun ilham perisi olduğum icin dünyanın en mutlu, en mühim kadını olmalıyım.’

Çok tatlılar çok.

onlar bu kafalarda takılırken, bu saçmalığa bizim (seyirci) gibi ağzı sulanarak bakmayan tek karakter (herhalde dünyanın en kafası bozuk köpeği odur) Marvin. 


bu arada Palm D’Or’da Adam Driver’la birlikte ödül almış. 'Palm Dog’ unvanına sahip.

///

filmde başka ilişkilere de tanık oluyoruz ki, her aşık şanslı olacak diye bir şey yok tabi.

misal 
Everett ve Marie’nin  hikayesi.




Bu da enteresan bir bakış açısı değil mi?
Bu noktada yine Barthes’den alıntı yapmak istiyorum.

‘Aşık olduğum için deliyim, bunu söyleyebildiğim için de değilim, imgemi ikilerim; kendi gözümde çılgın (sabuklamamı bilirim), başkasının gözünde yalnızca mantıksızım.' 

Biraz da şiirden bahsedelim.
Jarmusch William Carlos Williams’i neden gözümüze gözümüze sokuyor?

Mithad Selim yazının bundan sonraki kısmını okusun diye :b (Bugün yazdığı 'no story’ başlıklı şahane öyküsü’nü siz de okuyun neden bahsettiğimi anlayacaksınız. )

William Carlos Williams aslında bugün St. Mary’s General Hospital olarak bilinen hastanede ölene kadar doktorluk yapmış bir Pediatrist (neyse sulandırmayalım).   Biyografi yazarı Linda Wagner soyle yazmış onun hakkında:
yazar olmak için, pediyatrist olmak için çalıştığından daha fazla çalıştı.
çünkü
yazmak onun için bir
'equipment for living, a necessary guide amid the bewilderments of life’ tı

(yaşamın şaşırtıcılığı/hayret uyandırıcılığıyla karşı karşıya kaldığında ihtiyac duyduğu hayatta kalma teçhizatı gibiydi yazmak onun icin.)

Herkese keyifli seyirler.

23 Kasım 2019 Cumartesi

ROMANTİK BİRAZ DA MELANKOLİK KASIM!

Romantik Filmler seyrediyor muyuz?


Kasım’ın sonuna geldik ama yetiştim maratona merak etmeyin. Bu arada Sibel liderliğinde maratona katılan tüm  bloggerlara selam olsun. Seçkiler bomba 👌

Sibel’in sayfasından maratona katılacağımı söylediğimde aklımda olan listeden bir iki filmi çıkarttım. Tekrara düşmeyelim diye. Bunlardan biri, Me and you and Everyone We Know’du.  Sibel yazacak, bekliyorum, ben de keyifle yorum yapacağım; çok çok severim çünkü o filmi. :D

Music from Another Room’u Devrik Cümleler’in listesinde gördüm.
Eternal Sunshine of the Spotless Mind, Adadenizi’nde;
Çikolata Sule Uzundere’nin sayfasında
Jules et Jim ve In the Mood for Love Kitap Kuşu’nda.
Love me if you Dare Perili Ev'de;
Notebook Periodic Library'de...


Hazırsanız
Kendi Listemi açıklıyorum o zaman :

maraton için 2 kısa film seçtim önden!

ilki  Hotel Chevalier;


Ah O Wes Anderson yok mu? afedersiniz ama tam bir piç kurusu. Bu kısa film’le  özlemi, yoksunluğu, kalp kırıklığını, korkuyu, kaygıyı, iradesizliği, tutkuyu, arzuyu, affetmeyi, şevkati, intimacy ve bağımlılığı, delirmeyi, unutmayı, ızdırabı, oluşu, olamayışı, dolayısıyla aşkı 12 dakikada anlatıyor. Onun için seçtim.

Filmde yaşanan kesit aslında 2007’de çektiği Darjeeling Limited filmindeki karakterlerden biri olan küçük kardeş Jake’in acılı aşk hikayesi. (Bu arada Darjeeling Limited (Küs Kardeşler) filmini seyretmediyseniz şiddetle tavsiye ederim. Owen Wilson, Adrien Brody ve Jason Schwartzman birbirinden kopuk üç kardeşi canlandırıyorlar. Oyunculuk muhteşem, mekanlar muhteşem, hikaye fena, dışavurum enteresan.  Neyse konumuz o değil. Sulandırmayalım. )

Evet tuhaflar ötesi bir tip olan Jake (Jason Schwartzman) ve  asıl filmde adı geçmeyen ve filmin sonunda çok dikkatli seyircinin tek bir karede görüp çakozlayabileceği canım Natalie Portman’ın hayat verdigi nev-i şahsına münhasır ve de esrarengiz kadının melankolik aşk hikayesi.

melankolinin mekanı, rengi, kokusu, müziği ve nesneleri?
filmi seyrederken bunlara dikkat etmenizi tavsiye ederim. O zaman Wes Anderson’a neden piç kurusu dediğimi anlayacak ve bana hak vereceksiniz sanırım.

Filmin Türkçe altyazılı linki ( https://www.youtube.com/watch?v=L5bzFCxIkKA)
Görüntü kalitesi biraz daha iyi olan orijinal versiyonu
https://www.dailymotion.com/video/x2tyzu3



filmin en can yakıcı iki repliği

Natalie: What ever happens, man, I don't wanna lose you as my friend.
jake: I promise, I will never be your friend.

////

Natalie: I never hurt you on purpose.
Jake: I don't care.



ikinci kısa filmimiz Baggage

Yönetmenimiz Ivan Kander aşk ve aşkın vazgeçilmezi olan kalp kırıklığı konusunda çok çok mühim bir noktaya temas ediyor bu kısacık filminde. Kendisini çok tebrik ediyor, - bir demet papatya bulsam yolliycam o derece- bir alıntıyla sizi filmi izlemeye davet ediyorum.

Alıntımız aşk ve edebiyat uzerine yazılmış gelmiş geçmiş en mühim kitaplardan biri olan Bir Aşk Söyleminden Parçalar yani A lover’s discourse’dan....
Canımın içi Roland Barthes şöyle diyor sayfa 95 Hayalet Gemi başlığıyla....

Aşk Nasıl Biter? -Ne biter mi ki?
Gerçekte , hiç kimse -ötekiler dışında hiç kimse- hiç birşey bilmez bu konuda : bir tur günahsızlık, bu sonsuzluğa göre tasarlanmış , kesinlenmiş, yaşanmış şeyin sonunu gizler. Sevilen nesne ne olursa olsun, ister silinsin ister dostluk bölgesine geçsin, onun ortadan silindiğini görmem:
bitmiş aşk artık ışıldamayan bir uzay gemisi gibi bir başka dünyaya doğru uzaklaşır: sevilen çın çın çınlıyordu; işte birden bir boğuklaşıvermiştir. (öteki hiç bir zaman beklendiği zaman ve beklendiği gibi silinmez.)


Baggage: a short romantic comedy from Ivan Kander on Vimeo.

film için link burada:
https://vimeo.com/46688487



Geçelim uzun metrajlı filmlere: Bu liste için ince eledim sık dokudum. Çok düşündüm ve en son bu 7’de karar kıldım. Genelde bu blogda film yorumunu kısa tutuyorum ama bu maraton için bir prensibi bozup her biri için eni konu film yorumu yazacağım inşallah.  Sıkı durun!!!

1.  Patterson
2.  Breakfast at Tiffany”s
3.  Brief Encounter
4.  Time Crimes
5.  Tony Takitani
6.  Wrist Cutters
7.  GREASE



27 Ekim 2019 Pazar

pazar modu


- ne var ne yok millet?
 hayrola drifter pazar pazar hal hatır sorasın mı geldi? yok mu şöyle civcivli birşeyler demeyin. Fırında tavuğum var ve yemek yapabilen bloggerlar bilirler ki tavuk uzuuuuun kalmalıdır fırında, yaklaşık bir saat filan. Evet ayrıca insan illa misafire fırında tavuk pişirmemelidir, bazı pazarlar sırf kendisi için, sırf canı yemek istedi diye; uzuuuun pişen fırında tavuklar hazırlamalıdır.

neyse iki lafin belini kıralım bu arada; 
Sibel'in tavsiyesi fleabag'i seyrettim. Lana Dunham'ın kızlarından sonra daha antipatik bir genç kadın bulup, daha patetik bir feminist dizi çekebilir miyiz ki diye zorlamış İngilizler. İngiliz dizileri niye böyle? nasıl böyle? Hem o kadar sinirbozucu hem de insanı böcek gibi yapıştırıyor ekrana? Yalnız halimize şükredelim valla;  ingilizlerin halini hiç beğenmiyorum; fena kopmuşlar gibi görünüyor.  kent insanının yalnızlığı filan iyi de, çöküşü bu kadar hardcore gözümüze sokmanın hazzı fena. Buradan bakınca brexit çok da anlamsız görünmedi simdi.  bunların biryerden çıkmaları şartmış hakkaten. Bu arada muze girişlerini hala kraliçe mi ısmarlıyor ingiltere'de? herneyse...

joker'i seyretmedim hala. Maria yüzünden. Tutturdu illa birlikte gidelim diye... haftasına bisikletten düştü. seinfeld'in bir bölümü vardı onun gibi oldu, elaine'in illa jerry'yle görmek istediği bir film var; bi saçmalıklar geliyor başına elaine'nin, gidemiyor. George'la jerry gitmiş bulunuyorlar falan... komik bölümdü.
belki ben de bir hainlik yapip giderim yarin, sonra maria iyileşip gitmek isterse görmemiş gibi yapar bir kere daha seyrederim ne var? Arkadaşlık bazen mış gibi yapmayı gerektirir. doğrucu davutluk sart değildir her zaman. dost acı söyler filan derler ya. bullshit! dost acı filan söylemez, söylememelidir. hayat acı söyler, dost göğsünde yumuşatır öyle indirir önüne; ben ona dost derim işte. acı söyleyen dost dost değil sosyopattır bikere. ben çok dürüst, en dürüst insanlardan hep korkmuşumdur. fazla dürüst insanla da çok anlaştığım söylenemez.
 yani böyle deyince biraz tuhaf oldu farkındayım ama siz anlamışsınızdır fazla uzatmıyorum. 
 /
sonuç olarak bir taraftar var bi seyirci var değil mi?
herkes ne olduğunu bilsin ona göre hesap sorsun. 
ben mesela kendimi ne yana koysam hiç bilemiyorum ama sürekli şu anlamsız sorular var kafamda. durduramıyorum. bu sıfır bonservis planı büyük icat sanırsam. (öyle de hesabım kıttır ya ondan herhalde.)
tendonidisgsdgljagljsv falcao kaç bitcoin eder diye yazsam google'a cıkar mi?
sıfır bonservis planı hakkaten dahiane!
bonservisi sıfır ama 3 sene boyunca her sene 7 milyon vercez 33 yasındaki tendonidisgjdsgfjagsdfglehfjdh sakatlığından muzdarip Falcao'ya!
şahane dahiyane...
fati hocami duyar gibiyim : sana ne kızım git tavuğuna bak kızarmış mı?
kızarıyor acele yok! 
o Fener dün 5 mi attı? 
Maaaaşallah diyelim ne diyelim?

 
/
infografiklere bayılıyorum . geçenlerde openculture'da rastladım. harward yazarlık programı profesorlerinden Ben Roth diye birisi okuma tavsiyesi infografikleri olusturmuş: 
felsefi kitap mi okumak istiyorsunuz, iyi de ne tür?






karar veremediniz mi?
şunu deneyelim:




son olarak da

   


yani takılın işte kafanıza göre. Ben bu aralar Anais Nin okuyorum; romanlarını hikayelerini filan değil. Günlüklerini... çünkü aslında romancılığından çok günlükçülüğü önemli onun. Gerçekten enteresan bir kadın tuhaf bir naifliği, bönlüğü var oysa ben onu hep anasının gözü kadınlardan sanırdım. yok öyle değil hakikaten başka bir gezegenden inmiş gibi.  

neyse Paris'te ana gündem Leonardo Da Vinci bu yıl. ölumunun 500. yılı. dunyanın dört bir yanından eserleri toplanıp Paris'e getiriliyor; segiler vs. 
bu arada tuhaf bir bilgiyle karşılaştım geçenlerde newsletter'larin birinde.
1502'de ilk Galata köprüsü önerisi babında 2. Beyazid'a gönderdiği mektupta şöyle demiş:
"a masonry bridge as high as a building, and even tall ships will be able to sail under it."
Neyini beğenmedilerse?

şimdi MIT'den bir ekip 3d modelini yapmış şöyle görünüyor:


2. beyazid'in ne yazik ki projeyi gözü tutmamış. Oysa emayticilerin söylediğine göre yapılsaymış bugün de duruyor olacakmış. Düşünsenize leonardo'nun yaptığı köprü Halicin üstünde duruyor olaydı şimdi !!!! peh!!!
2.beyazid'e biri bi don't be a fool çekseymiş keşke zamanında.

Neyse ne boş konuştum pazar pazar. Pilav yapcam daha.

 derbiyi de kaybetçez gibi bir his var içimde ne fena!

buyrun bu da moody pazar playlisti! afiyetle 

Talk to you later :D



 
 

7 Ekim 2019 Pazartesi

Drifter's Pick! dizaynda NØRDIC kopuşlar


          iste ben dizayn diye buna derim!
adam kendine issiz ada yapmis iyi mi? hem de kopenhag'in tam orta yerine.

Hakikaten enteresan kafalar.

Marshall Blecher and Magnus Maarbjerg, 
creative and multidisciplinary studio Fokstrot,

kesinlikle istiyorum bir tane!