3 Şubat 2019 Pazar

günün kelimesi ve ipad'ime övgü yazısı

gecenin olmuş üçü civarı ; Saul Bellow'un Herzog'unu bulmuşum (e-pub) bir kaç sayfa okuyaraktan sızarım düşüncesiyle sayfaları çeviriyorum. Gözlerim kapandı kapanacak ama Saul bırakmıyor.

Herzog diyor; 
'kafayı sıyırmış olsa bile ona göre hava hoştu.' 

bazı insanlar onun keçileri kaçırdığını düşünüyordu ve bir süre kendisi de orada/keçilerin kaçırıldığı yerde olduğundan şüphe duymadı değil; ama şimdi... hala devam eden saçma davranışlarına rağmen kendine güvenli, neşeli, güçlü hatta kimsenin görmediğini görebildiğini düşünen bir moddaydı. Güneşin alnında oturmuş, aklına kim gelirse, ona buna mektup yazıyordu.    

gel de devam etme.

Herşeye pek bi hevesli bakıyor ama yarı kör gibi hissediyordu. Dostu- eski dostu,Valentine ve karısı - eski karısı Madeline, onun akıl sağlığının çöktüğü dedikodusunu yaymışlar etrafa. Bu doğru muydu?
...
Baharın sonlarına doğru Herzog bir izahat, kendini aklama, başka bir bakış açısı ortaya koyma , bazı düzeltmeler yapma filan gibi ihtiyaçlarının üstesinden gelmişti aslında. O zamanlar New York gece Okununda , lisans üstü öğrencilerin derslerine giriyordu. Nisanda oldukça netti de mayısta abuk sabuk konuşmaya başlamıştı. Öğrencilerin Romantizmin Kökleri namına bişey öğrenemeyecekleri ve fakat epey tuhaf şey duyacakları aşikardı. Akademik formaliteler bir biri ardına yıkılıyordu. Profesör Herzog zihni epey meşgul birinin bilinçsiz açıkyürekliliği kafasındaydı. Ve dönemin sonuna doğru dersler uzuuun duraklamalara sahne oluyordu. "Afedersiniz" diye mırıldanarak birden duruyor, ceketinin cebindeki kaleme ulaşmaya çalışıyordu. Eline geçen herhangi bir kağıda müthiş bir hırs ve ellerine yansıyan hevesle yazmaya başlıyor; masa ortadan ikiye ayrılacakmış gibi sarsıntıyla sallanıyordu.  Sanki yazdıkları tarafından yutuluyor gibiydi, gözlerinin altında koyu halkalar, bembeyaz suratı herşeyi, herşeyi gösteriyordu. Saki birşeyleri sorguluyor, tartışıyor, acı çekiyor;birden zekice bir alternatif üretmiş gibi gözleri faltaşı gibi açılıyor; sonra yeniden büzüşüyor, gözleri, ağzı herşeyi sessizce bağnazca acı bir öfkeye yöneltiyordu. İnsan tüm bunları görebiliyordu. Sınıf üç dakka, beş dakka  çıt çıkartmadan bekliyordu. 

Başlarda yazdıklarında bir izlek yok gibi görünüyordu;
misal şöyle şeyler:

ölüm-öl-yeniden yaşa- yine öl- yaşa.
insan yok-ölüm yok.
ve
ruhunun dizlerinin üstüne çökmüş? kullanışlı da olabilir. yerleri sil ozaman.


Neyse roman böyle yağ gibi kayıyordu; sonra birden 'mithridate' diye bi laf etti Saulcuğum. gecenin üçü! hey allam ! dedim önce.

kitaptan okuyor olsam, kalk bilgisayarı aç, google translate'e yaz, bu tarz kelimeler söz konusu olduğunda çeviri tam aklına yatmazsa ki genelde öyle oluyor aç başka sözlük bak filan...adamın siniri bozulurdu...
oysa ipadimin ibookundan okurken hemen tıklıyorsun kelimenin üstüne 'tanımla' diyorsun. Pıt diye tanımlıyor canım ibook. Teknolojinin böylesine bir demet papatya.

Gelelim kelimenin anlamına:
kontekste göre 'efsunlu olmak' manasında da kullanılabilinen aslında  fiilken 'zehre panzehir olmak' değilken panzehir manasında çok şık bir kelime.

kelime Pontus Kralı IV. Mithridate'den geliyormuş. Hikayesi pek güzel.  YYANİİ! 

Şöyle ki; rivayete göre ; Bu Kral Mithridate çocukluğundan beri, annesi dahil bilimum çevresindekiler tarafından zehirlenmek suretiyle tahttan indirilme teşebbüslerine karşı kendini koruma maksatlı bir hobi geliştirmiş enteresan bir karakter. Bilinen bilinmeyen bütün zehirlere panzehir bulup, kendi üzerinde denermiş. Bünye bağışıklık kazanmış bütün teşebbüsler başarısız olmuş. Epey de bi zaferi var. Sonunda, artık yaşlanıp rakibine yenileceğini anlayınca öldürülmektense intihar ederim diyor ; ama kendini zehirleyemiyor. Yani zehirliyor da bişey olmuyor ölemiyor. Vücüt bağışık ya. Böylece en güvendiği askerinden kendisini öldürmesini istiyor. Sonu bu yani.

bu da louvre'daki heykeli


 yaa
ipadimin ibookunun tanımla özelliği olmasaydı ben hayatta bu kelimeye gecenin üçünde gözümden uyku akarken kalkıp bakıp öğrenmeye çalışmazdım. Ne değişirdi hayatımda orası da konu dışı .

Bu arada Saul Bellow 'un Herzog'u çok enteresan karakter. İlerleyen günlerde vakit buldukça biraz daha çeviririm belki parça parça.


o zaman tom waits'den bi green grass dinleyelim bari. Beğenmeyen Cybelle yorumunu dinlesin. 


Herzog okurken hep Tom Waits arka fonda gibi...


1 Şubat 2019 Cuma

gölgeler

Mekan; Nederlands Foto Museum /Rotterdam

Alfredo Jaar'ın 'Shadows' sergisi! Ne zamandır radarımdaydı, gün bugünmüş ( yada da dünmüş demek lazım.)
 Kapının rayı mı, rayın dişlisi mi bozulmuş; neyse... ofiste kapının aralığından üstüme üstüme esen dışarının -2 (reel feel -6 derece) rüzgarları sağolsun;  soğuk + kar +hasta oldum olucam'lı karışık maazeret şeyderek kafa izni istedim senior'dan; O da verdi iyi mi?  Soluğu müzede aldım.


Bu fotoğraf ; Hollanda'lı fotoğrafçı Koen Wessing'in 1978'de Nicaragua'da çektiği fotoğraf. 
İsyan esnasında hunharca öldürülen babalarının ölüm haberini alan bu iki kız kardeşin dayanılmaz acısının, yasının çırılçıplak teşhir edildiği fotoğraf.  
Alfredo Jaar izleyeni bir tünele sokuyor, bu fotoğraf ve olaya ait diğer imgelerle ki babanın cesedinin fotoğrafı da var ama hiç biri yukarıdaki fotoğrafın yanına yaklaşamıyor. O kollar yok mu? insanın nutku tutuluyor o kolların dillenişine. tünelden geçerken hangi imgeyle karşılaşırsanız karşılaşın sadece kolların söylediğini duyuyorsunuz. 
tünelin sonunda da  iki kadının o anı bir ışık olarak kalıyor zihninizde. Hani bir şekle gözünüzü kırpmadan bir 20 saniye bakar sonra gözünüzü kapatırsanız silüeti görmeye devam edersiniz gözünüz kapalıyen bile... işte o hesap.

işte Alfredo Jaar'ın deneyimlememizi istediği buna benzer birşey.


Sergiyi gezen insanlar çok etkilenmişe benzemiyorlardı bunu söylemem lazım.  Biraz depresif tabi. Ben beğendim.
uzun uzun baktım acıya...
sonra aklıma fotoğraf üzerine birsürü şey yazmış olan Susan Sontag geldi;

eve gelince o alıntıyı buldum; şöyle diyor:

"To photograph people is to violate them, by seeing them as they never see themselves , by having knowledge of them that they can never have; It turns people into objects that can be symbolically possessed. Just as a camera is a sublimation of the gun, to photograph someone is a subliminal murder- a soft murder, appropriate to a sad, frightened time."

şöyle çevirmeye çalışayım:

"insanları fotoğraflamak onları istismar etmek bir yerde. Onları kendilerini asla göremeyecekleri şekilde görerek; onlarla ilgili, kendilerinin asla sahip olamayacakları bilgiye sahip olarak... Fotoğraflamak insanları sembolik olarak sahip olunabilinecek nesnelere dönüştürüyor.  Fotoğraf makinesi silahın yüceltilmesi/ süblimleşmesi gibi düşünülürse birinin fotoğrafını çekmek de sübliminal bir cinayet aslında- yumuşak bir cinayet tam da üzünçlü, korkutan zamana özgü bir biçimde. 

bir de;
günün parçası