8 Nisan 2015 Çarşamba

eski tas: MUTE’LU İNSANLAR

eski tas: MUTE’LU İNSANLAR: Oysa şu salyangoz gibi kendi içine doğru kıvrılan devrim, onların devrimi değildir. Çünkü eleştirici ve dışa doğru patlayan bir devrim d...

2 Nisan 2015 Perşembe

drifter's pick!

Sofia Coppola'nın son filminde, güneş altında şezlonga yatmalı bi sahne var, öyle güzel bi sahne ki uzuuun uzuuun... O kaddar olur yani sööliyim dedim. 

28 Mart 2015 Cumartesi

27 Mart 2015 Cuma

Bugün hayatımda ilk defa gerçek bir Oskar Kokoshka gördüm!

 Rotterdam’da önemli bir müze var bilen bilir adı “Boijman” 
niye mi önemli?
çünkü yok yok içinde.  
Cezanne mı ararsın, monet mi , mondrian, Picasso, dali, maggritte, rothko, van Gogh, Rambrant, Boch, Rubens  vs. vs. yok yok.  İnanlmaz bir müze. İnsanın gözleri faltaşı gibi açlıyor; hiii o da varmış bu da varmış diye…
Gezerken sürekli nasıl koruyorlar  bu müzeyi dedim durdum, insanın soyası gelir yani o derece… baştan çıkarcı…

Müzenin hikayesi çok duygularımı sömürdü söyleyeyim.

Babanın biri, (hii çok ayıp!, ne amiyane oldu hiç öyle denir mi?) adam gibi adammış demek istiyorum yani,  Franz Boijman adında bir avukat kendi koleksiyonunu bağışlamak suretiyle müzenin temellerini atıyor. yıl 1849! Sonra ona bir diğer baba, George von Beuningen katılıyor, o da bağışlıyor bağışlayabildiği kadar.  Bu iki yüce gönüllü adamı örnek alan diğer bazı Hollandalı zenginler de müzeye epey bişey bağışlamışlar sonra… zaten öncülük edilince gerisi geliyor …

Bizim büyük babalar da evlerinde köşklerinde saklıyorlar Fikret Muallaları, Şeker Ahmet Paşaları, Abidin Dinoları filan… çok anlamsız, çok bencilce buluyorum bunu da neyse başka bişeylerden bahsedicem aslında.  Topu topu beş şey.  

Birincisi; oskar kokoschka gördüğüm için öyle mutluyum ki…

İkincisi şu tablo


Bu bir George Hendrik Breitner. Tablonun adı “the earring” yani küpe. 1893’de yapılmış. öyle etkileyici ki. Dakikalarca bakabilir insan. Aynaya yansıyan yüz çizmek ne kadar zordur düşünebiliyor musunuz? Resimdeki aynada başka bir resim daha var ve inanlmaz. Çok görülesi bişey gerçekten.

Üçüncüsü bu;


Önce yapıldığı tarihi söylüyorum: 1560.

Enteresan olan şu; o tarihte doğa resmi çizmek diye bişey yok. Ressamlar doğa resmi filan çizmiyorlar; resim çizmek, çizdirmek çok pahalı bir lüks; sadece kontlar, lordlar, krallar filan ressamlara sipariş usulü resim çizdiriyorlar; o da işte kendilerinin karılarının çocuklarının filan resimleri. Kimse aman bir ressam tutayım da şu antreye bir göl resmi çizsin ferah ferah bakarız demiyor yani.
İşte onun için bu ressam mühim.

Cornelis van Dalem.
Bu yetenekte, ustalıkta bir ressam ve pastoral çalışıyor.
Nasıl mı?
 E, çünkü kendisi çook zengin bir soylu ahahaahaha…
zevk için resim yapıyor yani; ne isterse onu çiziyor. Çok iyi değil mi?

dördüncüsü; 
geçen sene Brüksel’deki Magritte müzesine gidip orada bulamayınca biraz olsun hayal kırıklığı yaşadığım “La reproduction interdite” işe bak bu müzede çıktı. Başka birkaç tane daha Magritte var. Ama bilirsiniz Magritteseverlerin gönlünde bu tablonun yeri ayrıdır.



Son olarak size kafkanın evini takdim edeyim;


1938 tarihli bu tablonun ismi The Doctor’s visit (Kafka’s House)/ Doktor Ziyareti, (kafka’nın evi).

Pazargünü ressamı diye bişey duymuş muydunuz? Öyle deyince şimdi aklıma şu TRT’de beş dakkada nehir kıyılı, bahçeli dağ evli manzara resmi çizen kabarık saçlı amca geliyor, allah rahmet eylesin vefaat etti yakınlarda. Neyse yok bu Hendrik Nicolaas Werkman öyle değil. Werkman’ a Pazar ressamı diyorlar çünkü, sadece Pazar günü resim çizermiş. Kafka da yakın dostu olurmuş. Bu tablodaki ev de gerçekten Kafka’nın eviymiş. Doktor ne alaka hiç anlamadım ama Kafka’nın evinin duvarının kırmızısına ve ormana bakan balkonuna bakar mısınız?
Kayahan şarkılarını ayıla bayıla dinlemezdim küçükken de, nilüferin gülüşünü sevdiğimden bir kaç şarkısını ezberlediğimi inkar edemem. Hala da radyoda filan denk gelirsem zaplıyorum ne yalan söyleyeyim ama noolur ölmesin kayahan, hep olsun, hep olsun biyerlerde işte! 

25 Mart 2015 Çarşamba

size biraz rotterdam getirdim/ puslu ve soğuk!


bu sabah penceremde rotterdam var puslu ve soğuk! bir gökdelenin orta katındayım; "yüksek" değilim. dışarı çıkıp buz gibi soğuğu boğazıma çekesim var. Ne olacaksa olsun kafası...
Roni Margulies'in bir şiiri var yazıyim mi?
yazayım, yazayım:
şöyle:

"ROT" diyor elimdeki sözlük, çamurlu demekmiş.
"A" ise su, buna şaşırdım işte.
"Rotta" demek ki, 
çamurlu su. Dam belli, baraj. Rotterdam
bir baraj , çamurlu suyun üzerindeki.

evet üstüne şiirler yazılası bir şehir değil Rotterdam


sokakta yürürken birden bir gökdelenin gölgesi düşüyor

üstüne ürküyorsun.

yani ürküyorum.

ve üşüyorum.

haddinden fazla belki.

perspektifinde kayboldum bu şehrin.
fotoğrafların bazılarını yüklüyorum diğerleri de yakında burada; meraklısına ...













22 Mart 2015 Pazar

İyi pazarlar şarkısı


https://m.youtube.com/watch?v=a6YTRAJxs_g

15 Mart 2015 Pazar

parfüm kokan fotoğraflar




Bu fotoğraflar M&S parfüm reklam kampanyası için çekilmiş Fotoğrafçı Kate Jackling. Fotoğraflardan resmen koku yayılıyor çok başarılı bence.

gecenin vidyosu; ayyuka -sömestr

                       AYYUKA - sömestr (ripoff) from alicantezer on Vimeo.

drifter'spick; pazar alıntısı

DIŞARISI
Hayır, hareket etmek sizi tüketir diye korkmayın.  Evdeki sükunetiniz, eve olan aşkınız buna engel olmamalı.
Hava! Özgürlük! Hadi dışarı çıkalım biraz. Evi geride bırakıyoruz. Şehri geride bırakıyoruz. Bana güvenmeniz gerektiğini pek söyleyemem ama, korkmayın da. Şehrin evlerinin bitiminde, kıra açılan şu sokaktan beni takip edebilir misiniz lütfen?
Evet, evet, bu sokak. Bana hayır deme ihtimaliniz beni ciddi biçimde ürkütüyor. Sokak. Güçlü, kavrayan sokak. Ah, basamaklara dikkat edin. İşte bakın aydınlık dikkatle yaklaşın.
Ah şu uzakta görünen masmavi dağlar! Ben mavi diyorum, siz de mavi görüyorsunuz, değil mi? Anlaştık. Şu dağın eteğinde gözükenler kestane değil mi? Bakın nasıl da anlaşıyoruz? Kahverengi kestaneler. Ardından da bakın ne güzel bir vadi uzanıyor. (yeşil ha? Sizin için de benim için de yeşil. Hayret verici derecede kolay anlaşıyoruz.) Bakın şu çimenlere, gün ışığında nasıl da pancar gibi yanıyorlar. Nasıl? Bebeklerin kırmızı şapkaları gibi mi? Nasıl da körüm. Tabi haklısınız, yün kırmızı şapkalar gibi. Bir an pancar gibi gözüktüler gözüme demek ki.  Ve sizin boyun bağınız da saf kırmızı. Bu hoş serin havada dolaşmak ne harika, mavi göğün altında, yeşillikler içinde. Gökyüzü berrak. Saçlarınıza biraz ak mı düşmüş ne? Ah ne güzel bir hava. Ah ne güzel kırlar ve siz. Tanrı sizi kutsasın! Pantolonunuzdaki siyah pötikarelerle siyahları görseniz… Aşağı doğru bakın ceketin altında. Ne kadar da şeye benziyor. Neyse.
Ah doğa, kırlar! Ne başka bir sükunet değil mi? Biraz gevşediniz bakın. Nereden mi biliyorum? Sakinliğinizden. Aman aman endişe etmeyin. Sizin de burada hissettiğiniz tam bir huzur hali değil mi? Anlaşıyoruz ne hoş.  Bu uyumumuzu bozmayalım aman. İzniniz olursa şunu da belirteyim, benim burada gördüğüm, yani içimde duyduğum his, yoğun bir aptallık, yüzünüze bakınca, ve zannediyorum ki benim de öyledir. Sadece yaşamış olmak için yaşayan ve ancak, bu eblek ruh haliyle yaşamasına imkan olan toprağın yasından, hüznünden bize bulaşmış hoş bir salaklık yayılmıştır yüzümüze.
Bu yüzden içimizdekinin huzur olduğunu söylüyoruz. Size de öyle gelmiyor mu? Ve bu hissin kaynağı ne biliyor musunuz? Hiç lafı dolandırmadan söyleyeyim, bir şehri geride bırakmış olmanızdan kaynaklanıyor bu huzur. İnşa edilmiş ve neden inşa edildiğini, neden yaşadığını bilmesi gereken, üstüne üstlük bunun hakkını vermesi gereken, buradaki doğa gibi öylesine yaşamaktan mahrum, istek, arzu, his duyması gerekli evler ve insanlar ve şehir geride kaldı. Kimseye faydası olmayan bir hırs ve telaş. İşte yine üstünüze bir zayıflık çöktü ve ardından melankoli.

Anlıyorum, anlıyorum. Sinirleriniz boşaldı. Gevşediğiniz an vazgeçtiğiniz andır zaten. 

LUIGI PIRANDELLO - BİRİ HİÇ BİRİ BİNLERCESİ (Aylak Adam, Haz. 2013, istanbul)