gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini. Kocaman dalga dalga bulutlar yere o kadar yakın duruyorlar ki, insanın kement atıp birini tutası geliyor.- ister başının altına yastık yap ister midene indir. Bir tabak bol sulu fasülyeyi kocaman bir parça bulut etiyle götür, sonra da biraz kestirmek üzere uzan. Ne hayat ama! (hayalperestler- Patti Smith)
hani eskiden telefonda masal dinleme şeysi vardı...sonra telefonda başka bisürü şey dinleme şeysi çıkmıştı. malum..
meğer babası John Giorno'ymuş...
şimdi John Giorno da kimmiş diyenler vikipedyaya baksın; o kadar uzun uzadıya anlatamıycam ama yav ben bu ismi biyerden duymuştum kimdi o yav diyenler için şöylşe hatırlatayım:
kendisi Andy Warhol'un "Sleep" adlı filminde 5 saat 20 dakika uyumak suretiyle başrolü üstlenmiş olan ünlü aktör...
John Giorno'nun "Giorno Poetry Systems" projesi 1968'de "dial a poem" telefon hizmetiyle başlıyor.
bir tuşla kimleri kimleri dinleyebiliyormuşsnuz aklınız şaşar;
Burroughs, bukowski, silvia plath, ken kesey, gregory corso, ginsberg neredeyse tüm beat ve beatnik şairleri, vs. vs...
sonra bu telefon kayıtları albüm olarak piyasaya çıkmış;
Sheep, Dog & Wolf - Glare from THUNDERLIPS on Vimeo. http://vimeo.com/channels/staffpicks/91349096 Music Video directed by THUNDERLIPS - featuring the heliophobic Daniel McBride.
Bob Dylan' ın 8 dakikalık bu şarkısında anlattığı olayın baş kahramanı Rubin Carter namıdiğer 'hurricane' 20 nisanda öldü. Adam işlemediği halde üç cinayetten müebbet hapse mahkum olmuş 22 yıl da yatmış. Sonunda suçsuzluğunu ispat edebilmiş de özgür kalmış...hayat işte. Filmi de vardı danzel washington oynuyordu. Ama Bob Dylan mevzuyu çok şahane anlatıyor...olayı ilk ağızdan dinlemiş, hapiste. Bu şarkının ilk canlı kaydı. Yıl 1975. Viyolada Scarlet
Rivera.
Mevzuyu daha iyi takip edebilmek için http://www.lyricsfreak.com/b/bob+dylan/hurricane_20021332.html
Georgette’in bu portresi 1921’de yapılmış; sanki hocaya
sunulacak bir resim ödevi gibi… Allahtan altına imza atmış. Georgette Berger o
zaman 19 yaşında, ressam araç gereçleri satan bir dükkanda tezgahtar; babası
kasap! 1922’de evlenene kadar ilişkilerini herkeslerden saklıyorlar; özellikle
kasap babadan…
En son Construal kavramına değinmiştik;
Örtme, kapama, önüne geçme perdeleme vs… Şairane bir durum bu. Kendisi de söylüyor bunu; “the function of painting is to
make poetry visible.”( Yani resmin fonksiyonu şiiri görünür kılmaktır.) Müzede hemen hemen her tablonun önünde bunu hissettim; iyi
bir şiir okumuşum gibi… Onu bu kadar etkileyici yapan figüratif dile çok hakim
olması ve kullandığı metaforlar… algımıza oynadığı oyunlar, ezberimizi bozmaya
yönelik.
Geştalt psikolojisinden bahsetmek istiyorum; bu, bilme
sürecinde algının rölü üzerinde duran bir psikoloji kuramı; yani literatüre
biliş psikolojisi diye geçmiş cognitive psychology’de, görsel algının
rolü
üzerine bazı yasalar koymuşlar; Temel soruları şu: Neden gördüğümüz şeyleri bu şekilde görüyoruz? Neden algısal deneyimimiz kaotik ve tutarsız değil? Cevap: Düzen evrensel organizasyon prensipleriyle birlikte gelir.
Görsel dünyayı bir mantığa oturtmak için zihin kural koyar. Yani, it has to
make sense.
Bu kurallar şunlar oluyor:
Şekil zemin ilişkisi; algıda
seçicilik, yani dikkatin yoğunlaştığı obje şekil, diğer yüzeyler zemindir.
Zemin arka plandır. Şekil arka plansız olmaz. Magritte’se bu yasaya hadi ordan
diyor; mesela Endearing Truth’a bakalım;
"the endearing truth"
şekille zemin konusunda zihnimiz
tamamen başıboş kalmış durumda. It doesn’t make sense at all. Şekil ve zemin
sürekli iç içe geçiyor. Tek bir background olması gerekirken birden fazla…
gördüğümüz herşey başka bir şeyi örtüyor.
Açıklık ve Tamamlama; bir imaj ya da
form yarım veya eksik de olsa zihin onu tamamlar. Yani figürün bir kısmı
perdelense ya da önüne bişey gelse de zihin onu tam olarak algılar ve oradaki
varlığını bilir. Şimdi Carte Blanche’ a bakalım;
Magritte bu örtme işlemini
nasıl yapmış;
Ağacı kadınla kadını ağaçla atı hem kadın hem
ağaçla örtmüş… bu mümkün mü? Şekil zemin ilişkisini de açıklık ve tamamlama
yasasını da sarsıyor.
ve diğerleri;
"the ocean"
"titanic days"
"the magician"
Bir oyuncağı daha var; en sevdiğimiz magritte tablolarında
kullandığı şeffaflık…
Şeffaflığı bir örtme biçimi olarak kullanıyor; manzaraya
bakan bir adam görüyoruz; adam manzaranın önünde durduğu için manzarayı
göremememiz gerekir…oysa magritte adamı manzarayla örtüyor. Böylece adamın
içinden geçerek hem manzarayı hem adamı görebiliyoruz. Yani örterek
şeffaflaştırıyor. Çok dahiyane…
Magritte’e bakarken şu kuşku var; ben mi tabloya bakıyorum
yoksa tablo mu bana…
Hep mümkünsüz bir görme biçimi… impossible looking…
Görmüş olamayacağımız bir şeyi görüyoruz sonra da kendi
kendimize soruyoruz:
Neden görmüş olmayayım? Kim demiş?
Peki Magritte’i Magritte yapan süreç nasıl işliyor?
En son 1920’lerde kalmıştık;
Rene Brüksel’de GüzelSanatlar Akademisi sayesinde kısa sürede sanat ve edebiyat ortamının göbeğine
düşüyor; Bourgoise kardeşler kendini bulma yolunda yoldaşları diyebiliriz.
Bunlar biri avant garde işler yapan bir mimar, diğeri şair iki kardeş. Birlikte
takılmaya başladıkları dönem oldukça üretken bir süreç; birlikte gazete
çıkarıyorlar; bu sıralarda Magritte
empresyonizm ve kübizm arasında kendi sesini bulmaya çalışıyor ama olacak gibi
değil; biliyor aradığı şey burada değil.
Şair olan kardeş Piere Bourgeois sayesinde bir katologda
bazı fütüristlerin çizdiği resimlerle karşılaşıyor ve evreka diyor; bu onu
sürrealizmi keşfedene kadar oyalayacak.
Bu dönemle ilgili şöyle diyor:
"I had before my eyes a powerful challenge to the good sense
with which I was so bored. For me, it was like the light I had found again upon
emerging from the underground vaults of the old cemetery where I had spent my
childhood vacations. In a state of real intoxication.”
Aynı dönemde Dada’ya
da ilgi duymaya başlıyor özellikle İtalyan Futuristler Erik Satie ve Tristan
Tzara’yla yazışıyorlar. Ayrıca bir tiyatro sahnesinin dekorunu çağrıştırın
serilerini çizerken etkisinde kaldığı mimar ve abstrakt ressam dostu Victor
Servranckx’la takılmaya devam ediyor. Mesela
Şu resmine bir bakın;
Bunu görür görmez aklıma funny games geldi. Çok tuhaf değil
mi?
Neyse
Geldik De Chirico vakasına; yani Magritte’in Magritte olma
yolunda karşılaştığı en mühim İlhamilerden biri…
Magritte, Futurizm, kübizm, abstrakt, purism filan gibi yeni
akımlara hep merakla ve heyecanla yaklaşmış ama yine de aradığının orada
olmadığını biliyormuş.
Şöyle diyor;
In the end, I found that none of these experiments really
satisfied me. I am not I believe a painter in the full sense of the Word.
Yıl 1923 bir gün yine şair bir başka arkadaşı Marcel
Lecomte’yle otururken Georgio de Chirico’nun Le Chant d’amour/ song of love
resmini görüyor.
O şu resim;
"the song of love/Chant d'amour "
Bu resim 1914’de yapılmış. O zaman buna metafizik resim
Chirico’ya da Metafizik ressam diyorlar; eh sürrealizm akımının ortaya çıkışına
henüz bir sene var. Zira Andre Breton 1924’de koyacak ismini akımın.
Magritte çok etkileniyor ve şöyle diyor ‘De Chirico is the
first painter to have thought of making painting speak of something other than
painting’ yani “O bir resme resmin
dışında bişey konuşturtmayı düşünen ilk ressamdır.”
Devam ediyor Magritte;
O şunu anlamış; estetik bir sanat eserinin önemsiz bir
aksesuarıdır; asıl olan fikirdir.
Devam edecek...
(bir sonraki yazı; sürrealizm, Magritte'te dil ve imge)
Yıl 1912, Sambre Nehrinden bir kadın cesedi çıkarılır. Gecedir
ve köprünün üstü çok kalabalıktır. Dehşet uğultulu kalabalığın üzerinde dalga
dalgadır. Kadının beyaz geceliğinin etekleri başına doğru sıyrılmış tüm yüzünü
boğarcasına örtmüştür.Rene’nin
hafızasına kazınan ve hayatı boyunca gözlerinin önünden gitmeyecek olan bu
görüntü Rene’nin annesine aittir.
İşte bu en sevdiğimiz magritte’lerden biri;LOVERS tablosu
Magritte Freud’dan epey etkilenmiş olmasına rağmen freudyan
düşünceye düşman biriymiş… eserlerinin yorumlanmasına da karşıymış doğal olarak
ama bazı kritikler Magritte’le psikolojik gelişiminin arasında bir bağ olduğunu
savunuyorlar… özellikle 13 yaşında yaşadığı bu trajedinin yaratıcılığında
etkisi olduğunu düşünüyorlar.
Peki ama gerçekten gördü mü?
Bir kısmı bu trajediyi hayalinde canlandırmış olabileceğini
savunuyorlar… Görmüş olamazmış, duymuş olabilirmiş.
Burada görme biçimleri devreye giriyor.
Bir obsesyon olarak görme ve bakış….bir fiksasyona varan
yol.
Yasağa bakma, mümkün olmayan bakış, agresif bakış… bunlar
Magritte tablolarında deneyimlediklerimiz.
Kendisinin de vurguladığı gibi; görmek bir fiili bir
durumdur; edilgen değil etkinsinizdir.
Dolayısıyla;
Rene’nin gördüğü şey Regina Magritte’nin intiharla
sonuçlanan bir buhran süreci yaşadığı ve bu döneminRene’nin ergenlik çağına denk düştüğü… Bu bir
Edgar Poe sendromu; Ergenlikte genç
anneyi/ilk sevgiliyi ölüme verme…
Biraz daha geriye gidelim.
İlk yağlıboya tablosu 1910 tarihli; bu tablo sayesinde babasının Rene’nin yeteneğini takdir ettiği ve resim dersleri aldırarak onu bir ressam olmaya teşvik ettiği söyleniyor. Bu önemsiz bir ayrıntı değil. Magritte’in
içinde bulunduğu aile ortamı hakkında bilgi veriyor. Baba çok sık şehir
değiştiren bir tüccar; ileri depresyondaki anne hem fiziksel hem zihnen
tükenmenin eşiğinde (iki yıl içinde intihar edecek) ve iki küçük erkek kardeş
(biri müzisyen biri iş adamı olacak ileride)… ve Magritte resim
dersleri alıyor…
Annenin trajik ölümünden sonra Charleroi’ye taşınıyorlar, o
yıl 1913’de önemli bir şey oluyor. Şu meşhur Georgette’i panayırda görüyor. Georgette daha 12 yaşında o zaman, Rene 15.
Burada 16 yaşında
1914’de aile, Alman işgali yüzünden Chatelet’e geri dönüyor.
Ama Rene kendi ayakları üzerinde
durma sevdasına Brüksel’e gitmeye karar
veriyor; 1915’de bir öğrenci yurduna yerleşiyor… beş sene
Güze Sanatlar Akademisi’nde
“free student” statüsünde ders alıyor (yani sınava girme mecburiyeti olmayan
öğrenci) dolayısıyla bir diploma vermiyorlar.
Orada dönemin önemli sanatçılarının atölyelerine katılma
fırsatı buluyor; özellike dekor resminde önemli bir isim olan sembolist ressam
Constantin Monstald’ın stüdyosuna devam ediyor.
Bu arada o dönemde pek etkilendiği bir şey var; romandan
uyarlanan 1913-1914 Fantomas film serisi.
Bu fantom figürü Magritte’in alter egosu olacak ileride de
bazı tablolarında sıklıkla kullandığı figür.
Man from the sea 1927
Bu dönemde bir yandan
‘Renghis’ adıyla gizemli öyküler yazmakta.Georges Eekhoud’dan aldığı
edebiyat dersleri ufkunu epey açmış olacak… Bu adamın portresini 4 defa çizmiş.
İki kişi daha var;
Abstract’a eğilimini başlatan Belçikalı ilk abstract ressam Victor
Servranckxve bir süre stüdyosunu
paylaştığı yakın arkadaşı Pierre Louis Flouquet.
Ortam bu; Rene epey bohem bir ortamın içinde görünüşte
olmasada ortamın en bohem hayatına sahip takılıyor… bunun kendi yarattığı bir
tarz bir stil olduğu sonradan fark edilecek.
Neden görünüşte olmasa da dedim? Çünkü tuhaf bi şekilde çok
ciddi bir görünümü var. özellikle giyim tarzı; ressam değil sanırsınız evkafta memur. Abartılı bir resmi giyim sitili. Şapkası geniş ceketi bastonu ve piposu…Bu görüntüsüyle de bir şey anlatıyor; bu
resimden anladığımız şeyi belki de… Kendisiyle ötekiler arasına bu resmiyetle
perde çekerek; içindeki yalnızlığı, öteki dünyayı örtüyor.
Magritte tablolarında izleyici olarak maruz
bırakıldığımız mühim bir durum bu. CONSTRUAL; örtme, gölgeleme, önüne geçme,
kapatma anlamlarına geliyor.
(bir diğer ayrıntı
dijital grafik dizaynda önemli bir kavram; fondaki imajın bir bölümünün başka
bir katman üzerine getirilerek kaybedilmesi)
Neyse bununla ilgili
başka şeyler de yazacağım ilerde.
Biz dönelim Rene’nin hayatının dönüm noktasına;Rene işte o stüdyo senin bu atölye benim, fantomalar, esrarengiz hikayeler, abstract olsun ama, impresyonizm mi,
smebolizm mi, kübizm mi? diye dolaşırken…yıl 1920 olmuş bu arada, botanik
bahçesinde Georgette Berger’le tesadüfi bir şekilde ikinci kez karşılaşır.
40 yaşıma gelmeden yapmam gerekenler listesinde en üst sıralarda bulunan bu dileğimi sonunda gerçekleştiriyorum.
Magritte Müzesi vay be! çok heyecanlı... Paul Mccartney'den arta kalan tüm koleksiyonun olduğu müze...
buradayım kapısının önünde!
hepsini anlatıcam;
şu nehre atlayıp intihar eden anne olayını, kelimeler ve imajlar mevzuunu, georgette mevzuunu, georgette'den önce ve sonra Magritte'i, brüksel sürrealist sanat ortamcılığını,
Rene ve arkadaşlarının home movie oyunlarını
hepsini...
önümüzdeki bir kaç gün size bir dizi Magritte yazacağım;
hadi yine iyisiniz :)
şu yandaki fotoyu da magritte shop'un önünden çektim;
Yağmurluydu sabah. Tren garından meydana doğru yürüdüm;
Aslında artık hissi olarak yönümü bulabiliyorum, birilerine
sormayı bıraktım. Az çok old town’un nereye düştüğünü kestirebiliyorum. Çünkü bütün
Avrupa şehirleri aynı sistemi takip ediyor.
Ama burada başka bişey var; nerede olursanız olun
görebileceğiniz bişey;Upuzun bir
katedral kulesi…Dom Tower, Hollandalılar DOMTOREN diyorlar. İşte orada… amma
heybetli...meydan da onun etrafında olmalı.
Meydana iner inmez; biraz da hava yağmurlu ve kasvetli bugün;
aklıma çocukken seyrettiğim gülün adı
filmi geliyor, hani sean Connary’li, Jean jaques Annaud’un filmi. Ne acayip bir
çağrışım…filmi hayal meyal hatırlıyorum. Ama koku aynı, buram buram ortaçağ…
Çok karakterli bir şehir Utrecht. Burada da kanal boyu var;
amsterdam’la aynı diyeceğim ama diyemiyorum işte… başka bişey var burada…
Yağmurdan herhalde…
Bilmiyorum başka bişey!
Mimaride Gotik tarzın en meşhur örneklerinden birinin
dibindeyim. Başımı kaldırıp en ucuna bakıyorum ürkünç bir yapı. Kuleye
çıkmalıyım diyorum. Çıkılabiliyormuş çünkü…
Sadece tourist guide eşliğinde ve 10-15 kişilik gruplar
halinde… gruba dahil oluyorum. Çok sevimli bir rehberimiz var 6 çocuk 3 alman
bir ben ve 8 hollandalı 112.5 metre uzunluğundaki ve bilmem kaç on yüz küsur merdiven çıkarak ulaşabileceğimiz
kulenin tepesine doğru yola koyuluyoruz.
Tur bir saat sürüyormuş, dinlene dinlene çıkacağız.
İlk etapta kulenin yapımıyla ilgili bilgileri alıyoruz. Burası
aslında kuleyle birlikte bir katedral kompleksi olacakmış. İnşaata kuleyle başlanmış.
yapıma 1321’de başlanmış kule tam 61 yılda bitmiş. Tam da bitmiş
diyemiyoruz çünkü planlanandan sapılmış; para yetmemiş. Aslında mevzu şu; burası
dinsel olarak önemli bir merkez Netherlands’da… kule de archibishop yani baş
piskopozun güç gösterisi olacak. Öyle pahalı, öyle ihtişamlı ve aynı zamanda
öyle estetik bir yapı yapılacak ki… Kimin parasıyla?
Düşününce insanlık pek ileriye gitmiyor be! aynı alıklık
devam ediyoruz… bazıları da bugün ayakkabı kutularından kuleler yapıyor… neyse.
Kule katedralle birleştirilememiş, bir de şehir1674’de bir hortum afeti atlatmış. Acayip birşeymiş;
katedralin yarısını götürmüş diyorlar; ve pek çok evi filan… ama kuleye hiç bir
şey olmamış; hiç bir şey…insanın aklı almıyor…
İkinci etapta çan kulesine ulaşıyoruz; çocuklar çok hayran
ve çok mutlu… şunu fark ediyorum çocukları refleksif olarak heyecanlandıran ve
mutlu eden bazı formlar var ve şeyler… çan bunlardan biri kesin… burası çan
dolu bir oda… acayip bişey, irili ufaklı bir sürüler… sayamıyorum.
Hepsinin isimleri var. Rehber tek tek sayıyor; en büyük
olanın ismi Salvator. Çapı 230cmmiş. Ağırlığı tam 8200 kilo. Sesini duymak
istiyoruz;rehber grubun en küçüğünü
seçiyor; eline kocaman bir baget veriyor; var gücünle vur diyor. Böylece salvator’un
sesini duyabiliyoruz. Aslında yasakmış…
bu söyleşide Burroughs yüzyılın tanımını yapmış; sanatla ilgili olarak...
biraz deşifre edeyim;
şöyle soruyor röportajı yapan amca;
"alright lets get back to the subject of the writer.. what is the original field of the writer? what mechanisim should he consider, work on..?"
"should" burada kilit kelime.
Burroughs sazı eline alıyor.
"the word "should" should never arise." diyor önce.
hafif müstehsi bir tavırla devam ediyor; "there is no such concept as "should" with regard to the art"
sanat söz konusu olduğunda 'meli malı' diye bişey olmaz kardeşimmmm. köprü yapıyosan şunu yapmalı bunu yapmalı dersin, bu öyle bişey değil...
ve sonra yüzyılın tanımı geliyor;
"One very important aspect of art is that it makes people aware of what they know and don’t know they know"
yani şöyle demiş oluyor
"sanat insanların neyi bilip neyi bildiklerini bilmediklerinin farkına varmalarını sağlar"
sonra ettiği lafı açmak için örnekler veriyor; daha doğrusu insanların bu farkındalık mevzuuna bazen ne kadar konservatif baktığını ve bu sebeple sanatın zaman zaman hak ettiği saygıyı ve tepkiyi almadığını açıklamaya çalışıyor; Galileo, Cezanne ve Joyce'dan bahsediyor bu esnada sonra şöyle söylüyor;
"once the breakthrough is made there is a permanent expansion of awareness. But there is always a reaction of rage, of outrage, at the first breakthrough..."
"So the artist, then, expands awareness. And once the breakthrough is made, this becomes part of the general awareness."
karısının kafasındaki elmaya ateş edip kadının beynini patlatmayaymış iyimiş be!