http://m.youtube.com/watch?feature=kp&v=jbKVyNY6jTE
gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini. Kocaman dalga dalga bulutlar yere o kadar yakın duruyorlar ki, insanın kement atıp birini tutası geliyor.- ister başının altına yastık yap ister midene indir. Bir tabak bol sulu fasülyeyi kocaman bir parça bulut etiyle götür, sonra da biraz kestirmek üzere uzan. Ne hayat ama! (hayalperestler- Patti Smith)
8 Mart 2014 Cumartesi
Rene Magritte yazı dizisi #2 Georgette öncesi rene magritte; ilk yıllar
Yıl 1912, Sambre Nehrinden bir kadın cesedi çıkarılır. Gecedir
ve köprünün üstü çok kalabalıktır. Dehşet uğultulu kalabalığın üzerinde dalga
dalgadır. Kadının beyaz geceliğinin etekleri başına doğru sıyrılmış tüm yüzünü
boğarcasına örtmüştür. Rene’nin
hafızasına kazınan ve hayatı boyunca gözlerinin önünden gitmeyecek olan bu
görüntü Rene’nin annesine aittir.
İşte bu en sevdiğimiz magritte’lerden biri; LOVERS tablosu
Magritte Freud’dan epey etkilenmiş olmasına rağmen freudyan
düşünceye düşman biriymiş… eserlerinin yorumlanmasına da karşıymış doğal olarak
ama bazı kritikler Magritte’le psikolojik gelişiminin arasında bir bağ olduğunu
savunuyorlar… özellikle 13 yaşında yaşadığı bu trajedinin yaratıcılığında
etkisi olduğunu düşünüyorlar.
Peki ama gerçekten gördü mü?
Bir kısmı bu trajediyi hayalinde canlandırmış olabileceğini
savunuyorlar… Görmüş olamazmış, duymuş olabilirmiş.
Burada görme biçimleri devreye giriyor.
Bir obsesyon olarak görme ve bakış….bir fiksasyona varan
yol.
Yasağa bakma, mümkün olmayan bakış, agresif bakış… bunlar
Magritte tablolarında deneyimlediklerimiz.
Kendisinin de vurguladığı gibi; görmek bir fiili bir
durumdur; edilgen değil etkinsinizdir.
Dolayısıyla;
Rene’nin gördüğü şey Regina Magritte’nin intiharla
sonuçlanan bir buhran süreci yaşadığı ve bu dönemin Rene’nin ergenlik çağına denk düştüğü… Bu bir
Edgar Poe sendromu; Ergenlikte genç
anneyi/ilk sevgiliyi ölüme verme…
Biraz daha geriye gidelim.
İlk yağlıboya tablosu 1910 tarihli; bu tablo sayesinde babasının Rene’nin yeteneğini takdir ettiği ve resim dersleri aldırarak onu bir ressam olmaya teşvik ettiği söyleniyor. Bu önemsiz bir ayrıntı değil. Magritte’in
içinde bulunduğu aile ortamı hakkında bilgi veriyor. Baba çok sık şehir
değiştiren bir tüccar; ileri depresyondaki anne hem fiziksel hem zihnen
tükenmenin eşiğinde (iki yıl içinde intihar edecek) ve iki küçük erkek kardeş
(biri müzisyen biri iş adamı olacak ileride)… ve Magritte resim
dersleri alıyor…
1914’de aile, Alman işgali yüzünden Chatelet’e geri dönüyor.
Ama Rene kendi ayakları üzerinde
durma sevdasına Brüksel’e gitmeye karar
veriyor; 1915’de bir öğrenci yurduna yerleşiyor… beş sene
Güze Sanatlar Akademisi’nde
“free student” statüsünde ders alıyor (yani sınava girme mecburiyeti olmayan
öğrenci) dolayısıyla bir diploma vermiyorlar.
Orada dönemin önemli sanatçılarının atölyelerine katılma
fırsatı buluyor; özellike dekor resminde önemli bir isim olan sembolist ressam
Constantin Monstald’ın stüdyosuna devam ediyor.
Bu fantom figürü Magritte’in alter egosu olacak ileride de
bazı tablolarında sıklıkla kullandığı figür.
Bu dönemde bir yandan
‘Renghis’ adıyla gizemli öyküler yazmakta. Georges Eekhoud’dan aldığı
edebiyat dersleri ufkunu epey açmış olacak… Bu adamın portresini 4 defa çizmiş.
İki kişi daha var;
Abstract’a eğilimini başlatan Belçikalı ilk abstract ressam Victor
Servranckx ve bir süre stüdyosunu
paylaştığı yakın arkadaşı Pierre Louis Flouquet.
Ortam bu; Rene epey bohem bir ortamın içinde görünüşte olmasada ortamın en bohem hayatına sahip takılıyor… bunun kendi yarattığı bir tarz bir stil olduğu sonradan fark edilecek.
Neden görünüşte olmasa da dedim? Çünkü tuhaf bi şekilde çok
ciddi bir görünümü var. özellikle giyim tarzı; ressam değil sanırsınız evkafta memur. Abartılı bir resmi giyim sitili. Şapkası geniş ceketi bastonu ve piposu… Bu görüntüsüyle de bir şey anlatıyor; bu
resimden anladığımız şeyi belki de… Kendisiyle ötekiler arasına bu resmiyetle
perde çekerek; içindeki yalnızlığı, öteki dünyayı örtüyor.
Magritte tablolarında izleyici olarak maruz
bırakıldığımız mühim bir durum bu. CONSTRUAL; örtme, gölgeleme, önüne geçme,
kapatma anlamlarına geliyor.
(bir diğer ayrıntı
dijital grafik dizaynda önemli bir kavram; fondaki imajın bir bölümünün başka
bir katman üzerine getirilerek kaybedilmesi)
Neyse bununla ilgili
başka şeyler de yazacağım ilerde.
Biz dönelim Rene’nin hayatının dönüm noktasına; Rene işte o stüdyo senin bu atölye benim,
fantomalar, esrarengiz hikayeler, abstract olsun ama, impresyonizm mi, smebolizm mi, kübizm mi? diye dolaşırken…yıl 1920 olmuş bu arada, botanik bahçesinde Georgette Berger’le tesadüfi bir şekilde ikinci kez karşılaşır.
fantomalar, esrarengiz hikayeler, abstract olsun ama, impresyonizm mi, smebolizm mi, kübizm mi? diye dolaşırken…yıl 1920 olmuş bu arada, botanik bahçesinde Georgette Berger’le tesadüfi bir şekilde ikinci kez karşılaşır.
4 Mart 2014 Salı
Rene Magritte Yazı Dizisi INTRO; Gözün ve zihnin Magritte'le imtihanı.
Uyur-uyanık, uyanmadan bir an öncesi;
ama bir an.
Fazla değil…
İşte o andan kalan bölük pörçük hafıza… Bir Magritte tablosu: REM Uykusunun 1. Evresi
Hiç svevo okumuş muydunuz?
Zeno’nun Bilinci romanını çok severim; şu cümlelerin altı
çizilidir benimkinde...
(Birinci sayfa)
Dün kendimi alabildiğine koyvermeyi denedim. Deneyim deliksiz bir uyku
ile noktalandı…
(Birkaç sayfa sonra )
Uyumak üzereydim, ama gözlerim hala güneşle doluydu, bir türlü
kendimden geçemiyordum.
(Birkaç paragraf sonra)
Uykuya daldım sanıyordu, oysa tüm bilincimle uykunun üzerinde
yüzüyordum ben.
İşte Svevo ilk yirmi sayfada böyle uyutur sizi…
Önce şunun farkına varıyoruz.
Fact: seeing
is an act!
kiss 1938
bu resme bakıp uykuya dalmayı deneyin.
evet tablonun ismi 'kiss' 'öpücük'...
Bu deneyim zihninizin bilincinizle imtihanı olacak…
yarın devam...
yarın devam...
3 Mart 2014 Pazartesi
Brüksel; Magritte ve bir de günün şarkısı
vee sonunda Drifter muradına erer...
40 yaşıma gelmeden yapmam gerekenler listesinde en üst sıralarda bulunan bu dileğimi sonunda gerçekleştiriyorum.
Magritte Müzesi vay be! çok heyecanlı... Paul Mccartney'den arta kalan tüm koleksiyonun olduğu müze...
buradayım kapısının önünde!
hepsini anlatıcam;
şu nehre atlayıp intihar eden anne olayını, kelimeler ve imajlar mevzuunu, georgette mevzuunu, georgette'den önce ve sonra Magritte'i, brüksel sürrealist sanat ortamcılığını,
Rene ve arkadaşlarının home movie oyunlarını
hepsini...
önümüzdeki bir kaç gün size bir dizi Magritte yazacağım;
hadi yine iyisiniz :)
şu yandaki fotoyu da magritte shop'un önünden çektim;
ah bavuluma sığsa o aynayı alacaktım...
1 Mart 2014 Cumartesi
utrecht;
Utrecht;
Aslında artık hissi olarak yönümü bulabiliyorum, birilerine
sormayı bıraktım. Az çok old town’un nereye düştüğünü kestirebiliyorum. Çünkü bütün
Avrupa şehirleri aynı sistemi takip ediyor.
Ama burada başka bişey var; nerede olursanız olun
görebileceğiniz bişey; Upuzun bir
katedral kulesi…Dom Tower, Hollandalılar DOMTOREN diyorlar. İşte orada… amma
heybetli...meydan da onun etrafında olmalı.
Meydana iner inmez; biraz da hava yağmurlu ve kasvetli bugün; aklıma çocukken seyrettiğim gülün adı filmi geliyor, hani sean Connary’li, Jean jaques Annaud’un filmi. Ne acayip bir çağrışım…filmi hayal meyal hatırlıyorum. Ama koku aynı, buram buram ortaçağ…
Bilmiyorum başka bişey!
Mimaride Gotik tarzın en meşhur örneklerinden birinin
dibindeyim. Başımı kaldırıp en ucuna bakıyorum ürkünç bir yapı. Kuleye
çıkmalıyım diyorum. Çıkılabiliyormuş çünkü…
Sadece tourist guide eşliğinde ve 10-15 kişilik gruplar
halinde… gruba dahil oluyorum. Çok sevimli bir rehberimiz var 6 çocuk 3 alman
bir ben ve 8 hollandalı 112.5 metre uzunluğundaki ve bilmem kaç on yüz küsur merdiven çıkarak ulaşabileceğimiz
kulenin tepesine doğru yola koyuluyoruz.
Tur bir saat sürüyormuş, dinlene dinlene çıkacağız.
İlk etapta kulenin yapımıyla ilgili bilgileri alıyoruz. Burası
aslında kuleyle birlikte bir katedral kompleksi olacakmış. İnşaata kuleyle başlanmış.
yapıma 1321’de başlanmış kule tam 61 yılda bitmiş. Tam da bitmiş
diyemiyoruz çünkü planlanandan sapılmış; para yetmemiş. Aslında mevzu şu; burası
dinsel olarak önemli bir merkez Netherlands’da… kule de archibishop yani baş
piskopozun güç gösterisi olacak. Öyle pahalı, öyle ihtişamlı ve aynı zamanda
öyle estetik bir yapı yapılacak ki…
Kimin parasıyla?
Kimin parasıyla?
Cennet tapusu aldıklarını düşünen zavallı insancıkların
parasıyla...
Düşününce insanlık pek ileriye gitmiyor be! aynı alıklık
devam ediyoruz… bazıları da bugün ayakkabı kutularından kuleler yapıyor…
neyse.
neyse.
İkinci etapta çan kulesine ulaşıyoruz; çocuklar çok hayran
ve çok mutlu… şunu fark ediyorum çocukları refleksif olarak heyecanlandıran ve
mutlu eden bazı formlar var ve şeyler… çan bunlardan biri kesin… burası çan
dolu bir oda… acayip bişey, irili ufaklı bir sürüler… sayamıyorum.
Hepsinin isimleri var. Rehber tek tek sayıyor; en büyük
olanın ismi Salvator. Çapı 230cmmiş. Ağırlığı tam 8200 kilo. Sesini duymak
istiyoruz; rehber grubun en küçüğünü
seçiyor; eline kocaman bir baget veriyor; var gücünle vur diyor. Böylece salvator’un
sesini duyabiliyoruz. Aslında yasakmış…
Ve sonunda beklenen an…
Kulenin tepesine ulaşıyoruz. Acayip esiyor… dondum; ellerim
titreye titreye fotoğraf çekmeye çalışıyorum.
başka resimler baurada
http://photographicworksofthedrifter.blogspot.com.tr/2014/03/utrecht.html
17 Şubat 2014 Pazartesi
15 Şubat 2014 Cumartesi
10 Şubat 2014 Pazartesi
8 Şubat 2014 Cumartesi
7 Şubat 2014 Cuma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)