4 Mart 2014 Salı

Rene Magritte Yazı Dizisi INTRO; Gözün ve zihnin Magritte'le imtihanı.


Uyur-uyanık, uyanmadan bir an öncesi;
ama bir an.
Fazla değil…
İşte o andan kalan bölük pörçük hafıza… Bir Magritte tablosu:  REM Uykusunun 1. Evresi


Hiç svevo okumuş muydunuz?

Zeno’nun Bilinci romanını çok severim; şu cümlelerin altı çizilidir benimkinde...

(Birinci sayfa)

Dün kendimi alabildiğine koyvermeyi denedim. Deneyim deliksiz bir uyku ile noktalandı…

 (Birkaç sayfa sonra )

Uyumak üzereydim, ama gözlerim hala güneşle doluydu, bir türlü kendimden geçemiyordum.

(Birkaç paragraf sonra)
Uykuya daldım sanıyordu, oysa tüm bilincimle uykunun üzerinde yüzüyordum ben.
İşte Svevo ilk yirmi sayfada böyle uyutur sizi…

Önce şunun farkına varıyoruz.

Fact:    seeing is an act!


kiss 1938 

bu resme bakıp uykuya dalmayı deneyin.
evet tablonun ismi 'kiss' 'öpücük'...

Bu deneyim zihninizin bilincinizle imtihanı olacak…
yarın devam...

3 Mart 2014 Pazartesi

Brüksel; Magritte ve bir de günün şarkısı

vee sonunda Drifter muradına erer...


burada olmamın asıl amacı Rene Magritte;
40 yaşıma gelmeden yapmam gerekenler listesinde en üst sıralarda bulunan bu dileğimi sonunda gerçekleştiriyorum. 


Magritte Müzesi vay be! çok heyecanlı... Paul Mccartney'den arta kalan tüm koleksiyonun olduğu müze...


buradayım kapısının önünde!



hepsini anlatıcam;
şu nehre atlayıp intihar eden anne olayını, kelimeler ve imajlar mevzuunu, georgette mevzuunu, georgette'den önce ve sonra Magritte'i,  brüksel sürrealist sanat ortamcılığını,
Rene ve arkadaşlarının home movie oyunlarını
hepsini...

önümüzdeki bir kaç gün size bir dizi Magritte yazacağım;
hadi yine iyisiniz :)
şu yandaki fotoyu da magritte shop'un önünden çektim;
ah bavuluma sığsa o aynayı alacaktım...








1 Mart 2014 Cumartesi

utrecht;


Utrecht;

Yağmurluydu sabah. Tren garından meydana doğru yürüdüm;

Aslında artık hissi olarak yönümü bulabiliyorum, birilerine sormayı bıraktım. Az çok old town’un nereye düştüğünü kestirebiliyorum. Çünkü bütün Avrupa şehirleri aynı sistemi takip ediyor.

Ama burada başka bişey var; nerede olursanız olun görebileceğiniz bişey;  Upuzun bir katedral kulesi…Dom Tower, Hollandalılar DOMTOREN diyorlar. İşte orada… amma heybetli...meydan da onun etrafında olmalı.









            







Meydana iner inmez; biraz da hava yağmurlu ve kasvetli bugün; aklıma çocukken seyrettiğim gülün adı filmi geliyor, hani sean Connary’li, Jean jaques Annaud’un filmi. Ne acayip bir çağrışım…filmi hayal meyal hatırlıyorum. Ama koku aynı, buram buram ortaçağ…



Çok karakterli bir şehir Utrecht. Burada da kanal boyu var; amsterdam’la aynı diyeceğim ama diyemiyorum işte… başka bişey var burada…

Yağmurdan herhalde…

Bilmiyorum başka bişey!

Mimaride Gotik tarzın en meşhur örneklerinden birinin dibindeyim. Başımı kaldırıp en ucuna bakıyorum ürkünç bir yapı. Kuleye çıkmalıyım diyorum. Çıkılabiliyormuş çünkü…

Sadece tourist guide eşliğinde ve 10-15 kişilik gruplar halinde… gruba dahil oluyorum. Çok sevimli bir rehberimiz var 6 çocuk 3 alman bir ben ve 8 hollandalı 112.5 metre uzunluğundaki  ve bilmem kaç on yüz küsur merdiven çıkarak ulaşabileceğimiz kulenin tepesine doğru yola koyuluyoruz.

Tur bir saat sürüyormuş, dinlene dinlene çıkacağız.

İlk etapta kulenin yapımıyla ilgili bilgileri alıyoruz. Burası aslında kuleyle birlikte bir katedral kompleksi olacakmış. İnşaata  kuleyle başlanmış.

yapıma 1321’de başlanmış kule tam 61 yılda bitmiş. Tam da bitmiş diyemiyoruz çünkü planlanandan sapılmış; para yetmemiş. Aslında mevzu şu; burası dinsel olarak önemli bir merkez Netherlands’da… kule de archibishop yani baş piskopozun güç gösterisi olacak. Öyle pahalı, öyle ihtişamlı ve aynı zamanda öyle estetik bir yapı yapılacak ki…
Kimin parasıyla?

Cennet tapusu aldıklarını düşünen zavallı insancıkların parasıyla...

Düşününce insanlık pek ileriye gitmiyor be! aynı alıklık devam ediyoruz… bazıları da bugün  ayakkabı kutularından kuleler yapıyor…
neyse.

Kule katedralle birleştirilememiş, bir de şehir  1674’de bir hortum afeti atlatmış. Acayip birşeymiş; katedralin yarısını götürmüş diyorlar; ve pek çok evi filan… ama kuleye hiç bir şey olmamış; hiç bir şey…insanın aklı almıyor…

İkinci etapta çan kulesine ulaşıyoruz; çocuklar çok hayran ve çok mutlu… şunu fark ediyorum çocukları refleksif olarak heyecanlandıran ve mutlu eden bazı formlar var ve şeyler… çan bunlardan biri kesin… burası çan dolu bir oda… acayip bişey, irili ufaklı bir sürüler… sayamıyorum.

Hepsinin isimleri var. Rehber tek tek sayıyor; en büyük olanın ismi Salvator. Çapı 230cmmiş. Ağırlığı tam 8200 kilo. Sesini duymak istiyoruz;  rehber grubun en küçüğünü seçiyor; eline kocaman bir baget veriyor; var gücünle vur diyor. Böylece salvator’un sesini duyabiliyoruz. Aslında yasakmış…

Ve sonunda beklenen an…

Kulenin tepesine ulaşıyoruz. Acayip esiyor… dondum; ellerim titreye titreye fotoğraf çekmeye çalışıyorum.

Allam bu nasıl bir düzlük…Amsterdam’a kadar görünüyor….



başka resimler baurada

http://photographicworksofthedrifter.blogspot.com.tr/2014/03/utrecht.html