gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini. Kocaman dalga dalga bulutlar yere o kadar yakın duruyorlar ki, insanın kement atıp birini tutası geliyor.- ister başının altına yastık yap ister midene indir. Bir tabak bol sulu fasülyeyi kocaman bir parça bulut etiyle götür, sonra da biraz kestirmek üzere uzan. Ne hayat ama! (hayalperestler- Patti Smith)
8 Eylül 2013 Pazar
zan
"...bir şeyi gördükten hemen sonra, aynı zamanda kendimizin görülebileceğini de fark ederiz.Karşımızdakinin gözleri birleşerek görünenler dünyasının bir parçası olduğumuza bütünüyle inandırır bizi.
Karşıdaki tepeyi gördüğümüzü kabul edersek o tepeden görüldüğümüzü de kabul etmemiz gerekir."
-Görme Biçimleri, John Berger-
- bide tam tersi gibi başını kuma gömen bi kuş vardı...
- yok deve kuşu!
- öylesi de makbul oluyor. gözden ırak olunca gönülden de falan diye gidiyor...
- yok deve!
7 Eylül 2013 Cumartesi
6 Eylül 2013 Cuma
Sayın Muzdarip Şaşkın,
Her iki mektubunuzu da aldım. Gecikmeli cevabım için kusuruma bakmayınız. İkinci
mektubunuzu da aldıktan sonra cevap yazma gereği hissettim. Efendim tavsiyem
göz doktorunuza başvurmanız; zira sol gözde çıkan astimat muzdarip olduğunuz
şikayete sebep olabilmekte.
Efendim Sır Ayna ve Çerçeve İmalat ve İthalat Ltd. Şti.’nin
kurucusu ve ilk yönetim kurulu Başkanı Büyük Dedem Sırrı Sır’ın vefaatından
sonra sihirli ayna imalatımız durmuştur. Aynanın arkasında bulunan seri
numarası 088 ile başlıyorsa elinizde bulunan aynanın halihazırda antika değeri
taşıyor olduğunu belirtmek isterim. Sihirli
çerçeve konusunda ar-ge çalışmalarımız sürmekte olup henüz imalat aşamasına
gelinememiştir. Sır Ayna ve Çerçeve İmalat ve İthalat Ltd. Şti. müşteri
memnuniyeti konusunda azami hassasiyet gösteren bir kurumdur. Bu sebepten
mütevellit her iki mektubunuz da yönetim kurulu toplantımızda değerlendirmeye
alınacaktır.
Saygılarımla
Mirat Sırrı Sır
Sır Anya ve Çerçeve İmalat ve İthalat Ltd. Şti. Yön Kur.
Başk.
Sayın yektili,
Bundan bir süre önce şahsınıza hitaben yazdığım mektupta
sihirli ayna üretiminin ivedilikle durdurulmasına ilişkin talebimin dikkate
alınmadığının farkındayım. Her sabah yaşadığım sarsıcı şoklara rağmen, süreğen
durumu kanıksama çabalarım sonuç vermeye başlamışken piyasaya sunduğunuz son
teknoloji sihirli çerçevelerinizi tecrübe etmiş bulunuyorum. Emin olunuz satın almadım. Ancak insanları
bilmez gibi benden şüphe etmeyiniz; insanların birbirlerine vazodan sonra en
çok hediyelik eşya olarak seçtikleri ürün, esefle bildiriyorum ki çerçevedir. Çerçevenizin
içine yerleştirdiğim benim için pek muhterem kişinin resmi her gün başka bir
ifadeye bürünürken aklımı salim tutamadığımı takdir edebilirsiniz. Söz konusu
maruzatımı bildirirken duyarlılığınıza sığınarak gereğinin yapılmasını, konuyla
ilgili bana en azından menfi yada müspet bir cevap verilmesini arz ve rica
ederim.
Saygılarımla
Muzdarip Şaşkın
5 Eylül 2013 Perşembe
Breakfast can wait
evet itiraf ediyorum çocukluktan beri Pince hayranıyım. Son parçasını da acayip beğendim.
4 Eylül 2013 Çarşamba
Drifter'ın kederi..
hayır tabiki bu blogda öyle şeyler yapmıyoruz, kederimizi içimize atıp söz verdiğimiz gibi Pujolle'den bahsediyoruz!
Eylül zaten drifter yağmurdan nefret etsin diye var, onun için Eylül'ü çok seviyoruz.
Ayrıca dün NTV spor'da BBC'nin yaptığı olimpiyat belgeselinde Kulplu Beygir Sporcusu bir arkadaş şöyle dedi..."Bazen kendimi kendime gereğinden fazla yakın hissediyorum."
çok fena.
Neyse Pujolle'den bahsedecektim;
“tyrannical, obsessed with order, pathalogically jealous”
Yalnız doktor çok iyi kalpli bir insanmış, Allah hepimize
böyle doktorlar bağışlasın inşallah;
Guillaume Pujolle 1893 Fransa doğumlu; babası 55 yaşında öldüğünde epey bi kumar borcu bırakmış ardında; 31 yaşında evlenip Metz'e taşınmış, iki sene sonra boğazını kesmeye kalkmış.
Asıl hikaye bundan sonra başlıyor.
sanatındaki en önemli özellik delirium dediğimiz bilinç bulanıklığını siyah ve pembe tonlarını birbirine bulaştırırken apaçık ortaya koyması... Bunu doktoru bir bakışta farketmiş; zaten ondaki dehayı keşfeden yine doktoru...
Düzen hastası, agresif manyak kişilik, aman aman dikkat etmek lazım valla derken; boğaz kesme olayıyla bazı tahammül sınırları aşılınca; Pujolle'nin akıl hastanesi günleri başlıyor. İlk yattığında karısının onu aldattığına dair ağır bir saplantıyla baş etmeye çalışıyor; hatta güyya karısının bir kızı varmış ve onu sürekli takip ediyormuş, hastanede gece uyurken gözetliyormuş sözüm ona... terapiler filan derken bir süre sonra hastaneden çıkartılıyor ama halüsünasyonlar peşini bırakmıyor; bir gün yine bir cinnetle zavallı kadının üstüne yürüyüp onu öldürmeye kalkınca iş yine değişiyor, intihar teşebbüsü sonrasında haydi tekrar akıl hastanesine -ve tabi bu kez sonsuza kadar...
bu hikayede en dokunaklı olan şu;
Karısı Pujolle akıl hastanesinde yalnız kalmasın diye o hastanede hemşire olarak çalışmaya başlıyor ve orada ölene kadar yanında kalıyor.
şimdi resimler;
1935'de 42 yaşlarındayken çizmeye başlıyor; resimler mürekkep ve karakalem ağırlıklı...
Eylül zaten drifter yağmurdan nefret etsin diye var, onun için Eylül'ü çok seviyoruz.
Ayrıca dün NTV spor'da BBC'nin yaptığı olimpiyat belgeselinde Kulplu Beygir Sporcusu bir arkadaş şöyle dedi..."Bazen kendimi kendime gereğinden fazla yakın hissediyorum."
çok fena.
Neyse Pujolle'den bahsedecektim;
“tyrannical, obsessed with order, pathalogically jealous”
‘Gaddar, düzenle kafayı bozmuş, patalojik kıskanç’ Doktorun
hakkında yazdıkları böyle ben doktorunun yalancısıyım.
Guillaume Pujolle 1893 Fransa doğumlu; babası 55 yaşında öldüğünde epey bi kumar borcu bırakmış ardında; 31 yaşında evlenip Metz'e taşınmış, iki sene sonra boğazını kesmeye kalkmış.
Asıl hikaye bundan sonra başlıyor.
sanatındaki en önemli özellik delirium dediğimiz bilinç bulanıklığını siyah ve pembe tonlarını birbirine bulaştırırken apaçık ortaya koyması... Bunu doktoru bir bakışta farketmiş; zaten ondaki dehayı keşfeden yine doktoru...
Düzen hastası, agresif manyak kişilik, aman aman dikkat etmek lazım valla derken; boğaz kesme olayıyla bazı tahammül sınırları aşılınca; Pujolle'nin akıl hastanesi günleri başlıyor. İlk yattığında karısının onu aldattığına dair ağır bir saplantıyla baş etmeye çalışıyor; hatta güyya karısının bir kızı varmış ve onu sürekli takip ediyormuş, hastanede gece uyurken gözetliyormuş sözüm ona... terapiler filan derken bir süre sonra hastaneden çıkartılıyor ama halüsünasyonlar peşini bırakmıyor; bir gün yine bir cinnetle zavallı kadının üstüne yürüyüp onu öldürmeye kalkınca iş yine değişiyor, intihar teşebbüsü sonrasında haydi tekrar akıl hastanesine -ve tabi bu kez sonsuza kadar...
bu hikayede en dokunaklı olan şu;
Karısı Pujolle akıl hastanesinde yalnız kalmasın diye o hastanede hemşire olarak çalışmaya başlıyor ve orada ölene kadar yanında kalıyor.
şimdi resimler;
1935'de 42 yaşlarındayken çizmeye başlıyor; resimler mürekkep ve karakalem ağırlıklı...
Etiketler:
art brut,
guillaume pujolle,
lozan outsider art museum,
outsider art
28 Ağustos 2013 Çarşamba
Art Brut kafası; Dubuffet ve Wölfli
Outsider Art demek beni rahatsız ediyor, ben orijinal adını
kullanmayı yeğliyorum. “Art brut” nefis bir ifade bence; brutal kelimesini oldum olası beğenmişimdir. Una musica brutal dediği bir parçası vardır Gotan
Project’in, çok güzel tango…
Brutal…
evet vahşi anlamı var ama başka şeyler de söylüyor bu sözcük…
mesela haşin, hoyrat, yabani…
çok güçlü bir kelime, şiddet içeriyor…
sanat da öyle değil midir?
Onun için Roger Cardinal’e; art-brut’a “outsider
art” yakıştırmasını yapıp bir de tamlamayı literatüre geçirdiği için hep burun
kıvırıcam hiç alınmasın gücenmesin. Sebep de; efendim bu sanatçılar ömürlerinin
büyük kısmını akıl hastanelerinde, hapishanelerde filan geçirmişlermiş; çoğu
psikopat ya da şizofrenmiş (veyahut çocuk) onun için popüler sanat ya da sanat
eğitiminden falan bihaberlermiş…
Yaptıklarını sanat olsun diye yapmıyorlarmış; bak sen!
bu jarncılığa çok kafam bozuluyor ama fazla üstünde durmamak
lazım; neticede bir tercüme isim işin değerini azaltacak değil ya…
Biz Jean Dubuffet’den yürüyelim; bu art-brut mevzuuna ilk dikkati çeken odur
çünkü.
Dubuffet zengin bir Fransız burjuvadır; Paris’te Julian
Akademisinde resim okumuşluğu vardır; gerçi pek çok zengin burjuva gibi orada
pırlanta gibi arkadaşlar edindikten sonra eğitime burun kıvırıp akademiyi
yarıda bırakmıştır; (bize ne canım) İyi şarapçı olduğu söylenir. Yok öyle değil
baba mesleği şarap üretimi ve pazarlamasından iyi geliri varmış. (bundan da bize
ne canım) bütün bunlar 1900’lerin
başında oluyor bu arada… Neyse hayatından kimler gelmiş kimler geçmiş peh…Michauxlar
mı istersiniz Matisseler, Artaudlar, Celine’ler allah allahhh diyorum.
Sadede gelicem yani asıl mevzuya; herşey Dubuffet, Aloise Corbaz’la
Adolf Wolfli’nin sanatıyla karşılaşınca yerine oturuyor. Evreka kafası…"Bu başka bişey!" dediğimiz şey işte tam da bu diyor Dubuffet. Tabi Dubuffet de pek enteresan adam ama ben şimdi Adolf Wölfli’den bahsedicem
izninizle…
O çocukken fiziksel ve cinsel tacize maruz kalmış bir yetim
aslında…çocuk istismarından hapse girene kadar da hayatı epey berbat geçmiş;
ordu geçmişi falan da var bir dolu bela…1800’lerin sonunda ağır psikoz
teşhisiyle Bern’deki Waldau Kliniğine yatırıyorlar…(orada da ölmüş zaten) bütün hayatı boyunca halüsinasyonlarla
yaşamış Wölfli. Ve bu halüsinasyonların bir yerinde çizmeye başlamış baba…1904-1906
yılları arasında 50 serilik karakalem çizimleri ilk işleri olarak biliniyor.
Waldau Kliniğindeki doktorlardan biri (soyadı Morgenthaler) Wolfli’ye özel bir
ilgi duyup Ein Geisteskranker als
Künstler (A Psychiatric Patient as Artist) (bir sanatçı olarak Psikiyatrik bir
Hasta) diye kitap yazınca ve bu da Dubuffet’in eline geçince ‘art brut’ yavaş
yavaş bişey ifade etmeye başlıyor.
Çok enteresan; adama sabah bir kurşun kalem veriyorlarmış;
iki günde kalem bitiyormuş onun bunun kalemine sarkıyormuş sonra…yılbaşında bir
kutu renkli kalem vermişler iki üç haftada bitirmiş kalemleri.
Yahu nasıl bir işçilik insanın aklı almıyor, bildiğin deli
işi diyeceğim “literally” diye eklememe gerek kalmayacak. Ama çok etkileyici
gerçekten.
Sonra müzik de yazmış;
bu konu da ayrı muamma…
Notaları resim mantığıyla yerleştiriyor sanmışlar önce
porteye… sonra bi deşifre etmişler şöyle şeyler çıkmış;
buyur burdan yak.
Asıl büyük Wölfli koleksiyonu Bern’deki Fine Art Museum’da
ama Lozandaki bu muhteşem müzede de bir bölüm ayrılmış tabi kendisine. Irren –Anstalt Band- Hain, 1910 adlı remin
önünde gün geçer…
Müzede haliyle fotoğraf çekmeme izin vermediler; fotoğraf
makinesini bırakın, çantamı da girişteki kasalara kilitlettiler; üstümü
arayacaklar sandım, elime not defterimi almaya çekindim valla… hayır google’da zibilken, benim günahım ne; bu saçmalıklara hakkaten çok yoruluyorum. Ama zaten
fotoğraf iyi olmuyor bazı resimler camın arkasında olduğu için parlama yapıyor.
Bir sonraki postumda size en çok etkilendiklerimden biri
olan Guillaume Pujolle’den bahsedeceğim.
şimdi buyrun Wolfli halülülülerine bakalım biraz;
yoldaki drifter'dan tutarsız zaman notları #8
bugün kendimle ilgili bir şey daha fark ettim;
ne bir gün batımı, ne bir filmdeki ayrılık sahnesi, ne de hisli bir müzik... Beni en çok hüzünlediren şey müzelerin kapanış saati. Benim müzede yatasım var, niye kapatıyorlar ki bence 24 saat açık olmalı müzeler nedir yani? elbet bir gönüllü bulunur bekçilik edecek illa lazımsa....Hani memleketimizde her güzide sitede 24 saat güvenlik var; müzede de pekiala olur yani...
Brautigan'ın en sevdiğim kitabı hatta karpuz şekerinde'den bile daha çok sevdiğim kitabı Kürtaj'dır. o kitapta öyle bir kütüphaneden bahsedilir ki; bu kitabı okuyan herkes, birgün sıranın ona gelebileceğini düşünerek, kendinin birgün böylesi bir görevi devralacağını hayal ederek o gece rahat bir uyku çeker. benim kafamdaki de aslında o kütüphanenin müze versiyonu...tam da öyle;
şimdi ne anlatıyor bu bi sürü deli saçması diyeceksiniz.
öyle değil, anlatıcam. Hayatta en çok görmek istediğim iki müzeden birindeydim; kapanış saatinde biyerlere saklansam beni bu gece burada unutur mu görevliler diye çılgınca bir fikir geçti bir an aklımdan. Böyle birşey yapamayacak biri olduğum için çok sinirlendim sonra, ağlayabilirdim bile ama üzüntümü hafifletebilirdi diye onu da yapmadım. Neyse "Art brut" müzesiyle ilgili yazacaklarım var, şimdi çok uykum var ama bundan sonraki bir kaç post'um bu müzeyle ilgili olacak...böyle duygusallıklar beni çok paylaşımcı yapıyor idare edin; bu bişey değil hem, siz beni bir de Brüksel'deki Magritte müzesine adım attıktan sonra izleyin diyorum.
ne bir gün batımı, ne bir filmdeki ayrılık sahnesi, ne de hisli bir müzik... Beni en çok hüzünlediren şey müzelerin kapanış saati. Benim müzede yatasım var, niye kapatıyorlar ki bence 24 saat açık olmalı müzeler nedir yani? elbet bir gönüllü bulunur bekçilik edecek illa lazımsa....Hani memleketimizde her güzide sitede 24 saat güvenlik var; müzede de pekiala olur yani...
Brautigan'ın en sevdiğim kitabı hatta karpuz şekerinde'den bile daha çok sevdiğim kitabı Kürtaj'dır. o kitapta öyle bir kütüphaneden bahsedilir ki; bu kitabı okuyan herkes, birgün sıranın ona gelebileceğini düşünerek, kendinin birgün böylesi bir görevi devralacağını hayal ederek o gece rahat bir uyku çeker. benim kafamdaki de aslında o kütüphanenin müze versiyonu...tam da öyle;
şimdi ne anlatıyor bu bi sürü deli saçması diyeceksiniz.
öyle değil, anlatıcam. Hayatta en çok görmek istediğim iki müzeden birindeydim; kapanış saatinde biyerlere saklansam beni bu gece burada unutur mu görevliler diye çılgınca bir fikir geçti bir an aklımdan. Böyle birşey yapamayacak biri olduğum için çok sinirlendim sonra, ağlayabilirdim bile ama üzüntümü hafifletebilirdi diye onu da yapmadım. Neyse "Art brut" müzesiyle ilgili yazacaklarım var, şimdi çok uykum var ama bundan sonraki bir kaç post'um bu müzeyle ilgili olacak...böyle duygusallıklar beni çok paylaşımcı yapıyor idare edin; bu bişey değil hem, siz beni bir de Brüksel'deki Magritte müzesine adım attıktan sonra izleyin diyorum.
26 Ağustos 2013 Pazartesi
24 Ağustos 2013 Cumartesi
yoldaki drifter'dan tutarsız zaman notları # 7 ; milano graffiti
Bu graffiti'ye bakıp da Milano'da çok muhteşem grafitiler gördüm sanmayın; bu çok istisna! merkezde öyle fazla street art kabilinden graffiti yok, o sea denen arkadaş merkezden uzak mahallelerde takılıyormuş.
merkezde daha çok commercial graffiti dediğimiz; "tabelaya ne para vericem alırım şurdan iki kutu sprey veririm gencin eline şahane resim çizer kepenge" zihniyetiyle yapılmış kepenk üstü grafitisi var;
çok görmek istiyorsanız bir kaç fotoğraf çektim; şurada http://photographicworksofthedrifter.blogspot.com/2013/08/graffiti-milano-2013.html
red kit güzel olmuş onu tuttum.
22 Ağustos 2013 Perşembe
14 Ağustos 2013 Çarşamba
yoldaki drifter'dan zamansız tutarek notları # 5
Bu arada şehirden uzak bir yerde epey durdum. Sahi ne
yapmıştı şehir bizlere, aklıma bile gelmedi… çalılar diz boyu, sararana kadar
bekledim, çalıların arası bir dolu yaşam, çalılar sararana kadar kimileri
dayanamadı öldüler, kimisi yaşıyor fazla düşünmeden. ‘İçimde bir tedirginlik’
günleri geçmiş gibi, ara ara olurdu, ne zamandır yoktu, geride bıraktım. Böceklerden
hiç ürkmedim, ürkebilirmiş gibi göründüm hep. Beni öyle bildiler. Sonra çok
sıcak oldu, çok sıcak çok dert olmadı hiç benim için. Yağmur yağar toprak çamur
olurdu, öyle de oldu bir ara,
yağdı … çamur oldu…
ozaman neden çamurluk değil de bataklık? Ve tek bir bataklık
ismi bile bilmediğimi fark etttim… bataklıklara neden isim koymuyoruz…şöyle
büyücek bir bataklık bulursam ona bir isim vermeye karar verdim; ıslanma devam etseydi biraz daha; çalılar
sararmaktan vazgeçmek üzereydiler. Ben de çalıbozan bataklığı koyacaktım adını
durduğum yerin. Çok sıcak yine… üşümekten
iyidir, ıslanmaktan iyidir, yooo niye
öyle dedim ki? ıslanmak iyi geldi
aslında. Mühim değil bazen sözler
düşünceleri kısıtlar ya da tam tersi olur. olmaz mı? ıslanmak fena bişey
değildir diyeceğim buydu, çamur da pis değildir. üşümekti fena olan…sabaha
karşı geliyordu o da…yıldızlar sönüyordu da ondan diyip geçiştiriyordum.
Yeniden ortaya çıkıyoruz, ellerimde karıncalanmalarla.
Toprağa basıyorum. Nasıl da kasten ve bu sakinleştiriyor beni. Karıncalardan da
küçük karıncılar bileklerimden yol bulup dizlerime doğru tırmanıştalar.karnıma
varacaklar mı? onlara izin veriyorum, kaşıntıya aldırmadan, zaten çok sıcak ve
kimseyi öldüresim yok. Belki de rüzgarda hareket eden çalılar sararırken
oluyordu bunlar, toprağa basan insan hep tedirgindir.
Doğruluyorum başımı topraktan kaldırıp; hala toprağa basıyor
ayaklarım. Yüzümü güneşten çektim, saçlarımın nemi boynumu serinletiyor, çok
fazla böyle kalamam. Belki bir süre daha.
Sonra yürüdüm, sözcükleri durup beklemedim, onlar ağar
ağar…yetişemezlerse geri döneceğim belliki... yan yatarsam toprağa yanağımı
koyup, yüzümü güneşten çekebilirim boynumu ağrıtmadan. Çünkü güneş sadece
yüzüme çok sıcak.
13 Ağustos 2013 Salı
yoldaki drifter'dan tutarsız zaman notları # 3
Yola çıkmadan önce almıştım kitapçıdan yeni çıkanlar rafında
görüp; Susan Sontag; 1947-1963 arasında
tuttuğu günlükler ve defterlerin derlemesi YENİDEN DOĞAN; agora kitaplığından ilk basımı Haziran 2013; lise arkadaşım Begüm’ün çevirisi
üstelik; daha bir heveslendirdi beni bu
durum. Begüm hem çok iyi çevirmendir hem de ne tatlı insandır. Begüm’ü hemen arayasım geldi ama sonra
dönünce ararım dedim; hep böyle oluyor, Salman Rushdie çevirilerini okurken de
böyle olmuştu; Begüm’ü hep arayasım var ya neyse…
Sontag da
15 yaşında şöyle yazmış defterine;
“Bütün varlığım öyle gergin öyle
beklenti dolu ki…”
tam sopalıkmışsın Susan Sontag...
tam sopalıkmışsın Susan Sontag...
yoldaki drifter'dan tutarsız zaman notları #2
uyanmamı bile beklemedin sabah alacağın olsun!
hayatta unutmam ben bu günü.
5 ağustos 2013'ü günlüğüme not düşüyorum. (evet hala bir günlüğüm var çok şükür.)
Rimbaud'dan şu satırlarla hislerimi anlatmak istiyorum;
"daha çok adaletten sakınmalı. -Hayat zor, alıklaşma basit, - duyarsızlaşmış yumruk, tabutun kapağını hafifçe kaldırmak, içine oturmak, boğulmak.. Böylece ne yaşlanma, ne de tehlikeler söz konusu: terör fransıza göre değil.
De profondis Domine, (Enginlerden seni çağırdım ya Rab!) ben ne aptalım!"
hocaya 86 yıl vermişler pes!
Ahmet Erhan sen de, bir gün daha ölmeseydin ya!
hatırladım bak şey dediğini bir anda;
'ölsem kimsenin umrunda olmayacak
öyleyse beni alnımdan öpsene toprak!'
gidiyorum ben ya!
bozburun kalkan 3.5 saat
Etiketler:
Ahmet Erhan,
boğazımı düğümleyen ölümler.,
Rimbaud,
Yalçın Küçük
11 Ağustos 2013 Pazar
Yoldaki drifter'dan tutarsız zaman notları #1
-yoldaki insan nedir?
-zaman.
(Eduardo Galeano’dan inciler…)
-Yoldaki drifter nedir?
-inconvenience (tam Türkçesini de bulamadım kelimenin iyi
mi?) + tutarsız zaman.
(Drifter’dan inciler…)
İstanbul bozburun arası 12 saat. Babasının tabutunu o meşhur
yelkenli Seddülbahir’e koyup birlikte yelken basan genç adamın efsanesi anlatılıyor, bozburunda bir cennet bahçesinde…sonra bu genç adam gelip elimizi sıkıyor hoşgeldiniz diyor. Hoşbulduk! emin olunuz hoş bulduk! Emekle mucize aynı kapıya çıkar ya bazan; öyle bir yer burası… denizde yıkanıp suyu
ağaçlara içiren bir çekirdek aile bozdan bir burunu yeşile boyamış zamanında… zeytinlerin
arasında begonviller, zakkumlar, karanfiller, güller bitmiş…gelen giden mavi
boncuklar getirmiş, her yolu düşen bir renk bırakmış buraya.
6 suları; sudan diyaloglar:
- hadi suyun kıvamı için bir sıfat bul.
- kadife.
- kadife sıfat değildir.
- sen öyle san. Suyun hikayesini anlatayım mı?
- olabilir.
- en başta karıncanın beli bu kadar ince değildi.
- suyun hikayesini anlatacaktın.
- evet anlatıyorum sabret.
- karıncanın beli ince midir?
- öyle. Dinliyor musun?
- evet.
- karınca yuvarlaktı ve içi su doluydu. Tanrı da dünyayı
ıslatmayı unutmuş, karıncadan yardım istemiş.
Karınca da olmaz deyince Tanrı elleriyle karıncayı belinden
tutup sıkmış, karıncanın beli böylece incelmiş dünya da suyla dolmuş.
- yuh duyduğum en saçma şey.
- olabilir ama yaradılış hikayesi böyle.
- doğduğuna inanıyorsun da öldüğüne niye inanmıyorsun misali.
- daha çok hangi birine inanayım kafası. Sence buraya o
piyanoyu nasıl getirmişler?
- sorma.
- Sen Süleyman Dirvana hakkında bir şey duymuş muydun daha
önce?
- hayır.
- ben de. Dirvana bir güvercin türüymüş bu arada…
Bozburun sözlüğü
Süleyman Dirvana (Prof. Dr.):
Denizci hekim; her yıl yelkenlisiyle, karısı oğlu ve köpeğiyle istanbul’dan
çıkar, bozburuna kadar karayoluyla ulaşılamayan köylere uğrar hasta bakar, ilaç
dağıtır ve yelken açarak bozburuna varırmış. 2010’da vefaat etmiştir.
Dirvana: Trabzon
Rize civarında rastlanan bir güvercin türü.
Seddülbahir: Süleyman
Dirvana’nın yelkenlisinin adı. Dirvana 1943’de askerliğini Seddülbahir’de
yapmış; Gelibolu yarımadasının ege denizine açılan kalesi… sonra satın aldığı
teknenin adını verecek kadara aşık olmuş seddülbahir’e diye anlatılıyor.
Dingi: (bir dingi’dir
gidiyor burada, optimist diyeceğim ama değil) tek kürekle giden kayığın ortasına yelken takmışsın gibi düşün; o
vaziyet. Fakat acayip hızlı gidiyor rüzgarı aldı mı…
29 Temmuz 2013 Pazartesi
27 Temmuz 2013 Cumartesi
Cumartesi filmi; WHY MAN CREATES/ SAUL BASS
Saul Bass, dahi grafik tasarımcı ve o en meşhur film afişlerini ve o meşhur filmlerin "title sequence" denilen açılış kısımlarını yapan adam ;
mesela;
vertigo, psycho, goodfellas, casino, falan filan bisürü... hatta madman'in title sequence'i tamamen Saul Bass tarzıdır ve özellikle öyle yapılmıştır. 1996 da ölmüş olmasaydı kesin kendisine yaptırırlardı.
bu aşağıdaki film ise karısı Elaine ile yaptıkları bir iş ve yönetmen olarak 1963'de Saul Bass'a Oscar getirmiş.
buyrun;
26 Temmuz 2013 Cuma
25 Temmuz 2013 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)